TBMM Genel Kurulu, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 14 Numaralı Protokolünün Onaylanmasına İlişkin


İSTANBUL MİLLETVEKİLİ SAYIN ONUR ÖYMEN’İN MECLİS GENEL KURULUNDA YAPTIĞI KONUŞMA

31 MAYIS 2006

CHP GRUBU ADINA ONUR ÖYMEN (İstanbul) –
Sayın Başkan, çok değerli milletvekilleri; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 14 numaralı protokolünün onaylanmasına ilişkin olarak, Cumhuriyet Halk Partisi Grubunun görüşlerini arz etmek üzere söz almış bulunuyorum; Yüce Meclisi saygılarımla selamlıyorum.
Çok değerli arkadaşlar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bildiğiniz gibi, çok önemli bir işlev görmektedir; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin denetimi bu mahkeme tarafından sağlanmaktadır. Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini ilk imzalayan ülkelerden biridir ve biz 28 Ocak 1987 tarihinde fertlerin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurusunu kabul ettik, başvurma hakkına sahip olmalarını tanıdık. Daha sonra da, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin zorunlu yargısını kabul ettik, mecburî kazasını kabul ettik. O bakımdan, bu konu Türkiye’yi çok yakından ilgilendirmektedir. Mahkemenin başarılı bir şekilde çalışması, İnsan Hakları Sözleşmesinin denetimini tam olarak yapması, Türkiye Cumhuriyetini de çok yakından ilgilendiriyor.
Bu protokol ihtiyacı nereden kaynaklanıyor? Bu protokol ihtiyacı şuradan kaynaklanıyor: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine son yıllarda başvurular olağanüstü ölçüde artmıştır ve 2005 yılında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine, toplam 41 510 başvuru yapılmıştır ve şu anda bekleyen dosyaların tamamı, geçmiş yıllardan da bekleyen dosyaların tamamı 81 000 dolayındadır.
Değerli arkadaşlarım, bu dosyaların yaklaşık 10 000′i Türkiye’yle ilgilidir; Türkiye’yle ilgili, 10 000 civarında dava var. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, artık, bu kadar büyük bir yükü kaldıramaz hale gelmiştir. Mevcut yöntemlerle, bu çalışmaların sürdürülemeyeceği anlaşılmıştır. O nedenle, bir değişiklik yapma ihtiyacı doğmuştur ve bu 14 numaralı protokol de buradan kaynaklanıyor. Yeni bir yöntem öngörülüyor; daha az sayıda yargıçla ilk müracaatların ele alınması öngörülüyor, hızlandırılmış usuller öngörülüyor. Müracaat sahiplerinin iddia ettikleri davada haklarının ciddî olarak zarara uğramış olması gibi kıstaslar dikkate alınıyor. Bütün bu değişiklikler yapıldığı takdirde, İnsan Hakları Mahkemesinin daha verimli biçimde çalışacağı düşünülüyor.
Biz de, bu protokolün onaylanmasını destekliyoruz. Cumhuriyet Halk Partisi olarak, bu protokolün onaylanmasıyla ilgili bir sorunumuz yok; ama, bu vesileyle, bir iki hususu Yüce Meclisin dikkatine sunmak istiyorum.
Türkiye, bildiğiniz gibi, çok uzun yıllardan beri, insan hakları ihlali konusunda çeşitli çevrelerce, özellikle Avrupa Birliği çevrelerince, Avrupa Parlamentosunca sürekli olarak eleştirilmektedir. Şimdi, bu konuda en son belgesi Avrupa Birliğinin 9 Kasım 2005 tarihli İlerleme Raporudur. Bu raporu incelediğiniz zaman, hükümete yönelik çok ciddî iddialar, eleştiriler bulunduğunu görüyorsunuz. Tamamını burada anlatarak vaktinizi almayacağım; ama, bir iki hususa dikkatinizi çekmek istiyorum.
Bir tanesi; raporda “Türk Hükümeti Avrupa İnsan Hakları Mahkemesiyle yeterince işbirliği yapmıyor” deniliyor. Yani, bizim Hükümeti Avrupa İnsan Hakları Mahkemesiyle işbirliğinde bulunmamakla suçluyor. Bunu dikkatle not ediyoruz.
İkinci bir unsur; “polis ve jandarma, gözaltına alınanları hukukî yardım talebinde bulunmaktan vazgeçirmeye çalışıyor” deniliyor. Bu da, çok ciddî bir iddiadır. Polisi ve jandarmayı çok ciddî bir şekilde eleştiriyor, suçluyor.
Ondan sonra “genel olarak Türk yasalarının ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin hükümlerinin Türkiye’de tutarlı biçimde yorumlandığı söylenemez” deniliyor ve gazetecilerin ifade özgürlüğünü kısıtlayan mahkeme kararlarından bahsediyor. Buna benzer pek çok şikâyetlerde bulunuyor, eleştirilerde bulunuyor.
Mahkûmlara kötü muamele yapıldığı iddiası var. Özellikle, nakil sırasında, mahkûmlara kötü muamele yapıldığı söyleniyor, işkence yapan kamu görevlilerinin cezalandırılmaması için özel bir çaba harcandığı ifade ediliyor. İşkence veya kötü muamele suçları için zamanaşımının kaldırılmamasının üzüntü verici olduğu söyleniyor. Bütün bunların -daha fazla örnekleri de var- hepsini sıralayabilirim; ama, şimdilik şu kadarını ifade edeyim ki, bu eleştirilerin bir bölümüne katılmamak kabil değildir. Yalnız, esas dikkat çekici tarafı işin, üzüntü verici tarafı, Hükümetimizle ilgili, ülkemizle ilgili bu ciddî iddiaların yer aldığı rapor yayımlandığı zaman, Sayın Dışişleri Bakanımız “bu rapor çok dikkatli bir dille kaleme alınmıştır” diyor; yani, benimsiyor bu iddiaları; başka türlü izah edilemez, bu başka türlü anlaşılamaz. Bu iddialar doğru değilse, hemen çıkacaksınız, tepki göstereceksiniz ve diyeceksiniz ki “gerçekler böyle değildir” doğruysa, o zaman derhal gereğini yapacaksınız. Şimdi, ne onu yaparsanız ne bunu yaparsanız, o zaman bizim ciddiyetimiz azalır. Avrupa Birliğiyle ilişkilerde, maalesef, bu insan hakları meselesi bizim için en ciddî sıkıntı kaynaklarından birini oluşturmaktadır.
Şimdi, değerli arkadaşlarım, konunun bir boyutunu daha bu vesileyle ifade etmek istiyorum. Türkiye’yle ilgili bu şikâyetlerin büyük bir bölümü Türkiye’den kaynaklanıyor. Türkiye’deki bazı çevreler, insan haklarıyla ilgili Avrupa’daki çevrelere gidiyorlar, insan haklarıyla ilgili Avrupa Parlamentosunun komisyonlarına gidiyorlar, başka komitelere gidiyorlar ve onlara Türkiye’yi şikâyet ediyorlar. Şimdi, İnsan Hakları Mahkemesinin işleyişinde şöyle bir usul var: Eğer, hakkınızdaki bir muameleden şikâyetçiyseniz, önce iç yargı yollarını tüketeceksiniz, iç hukuku tüketeceksiniz, önce Türk mahkemelerine gideceksiniz, Türk mahkemelerinin aldığı karara da itiraz ediyorsanız, ancak o zaman Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gidersiniz; hukuken bu böyle işliyor; ama, siyaseten böyle işlemiyor. Türkiye’de herhangi bir kurum, Türkiye’yle ilgili, ülkemizdeki herhangi bir uygulamayla ilgili bir şikâyeti olduğu zaman size gelmiyor, bize gelmiyor, Meclise gelmiyor, doğrudan doğruya soluğu Brüksel’de alıyor veya Strasbourg’da alıyor ve ülkemizi şikâyet ediyor. Şikâyet etmek herkesin hakkı, bunu kısıtlamak aklımızın köşesinden geçmez; ama, şu hususu özellikle dikkatinize sunmak istiyorum. Bu bizi üzüyor ve rencide ediyor.
Türkiye’yle ilgili insan hakları şikâyetlerinin önemli bir bölümü dinî hürriyetlerle ilgilidir. İstanbul’da özellikle Ortodoks Rumlar bu şikâyetlerini Avrupa Birliğine intikal ettiriyorlar ve başta Patrikhane olmak üzere, onlar da Türkiye’yle ilgili yazdıkları raporlarda bu şikâyetleri dile getiriyorlar.
Değerli arkadaşlarım, Patrikhane benim seçim bölgemdedir ve Sayın Patrik’i de gayet iyi tanırım. Bugüne kadar Patrikhaneyle ilgili tek bir şikâyet bana gelmiş değildir. Sizlere gelip gelmediğini de bilmiyorum, başka arkadaşlarıma geldiğini de duymadım. Yani, en küçük bir şikâyetiniz olduğu zaman “benim milletvekillerim var, Parlamentoya gideyim, onlara derdimi anlatayım” demeyeceksiniz, soluğu Brüksel’de alacaksınız ve kendi ülkenizi şikâyet edeceksiniz. Bunda sizi rahatsız eden bir unsur yok mu, size biraz tuhaf gelmiyor mu bu?! Doğrusunu isterseniz, bu bize biraz üzücü geliyor. Aslında mecburiyetleri var mı; hayır, yok. Ama, gene de, doğduğunuz ülke burasıdır, yetiştiğiniz ülke burasıdır, askerlik yaptığınız ülke burasıdır, bu ülkenin ekmeğini yiyorsunuz. En azından, lütfedin, bu ülkenin milletvekillerine şikâyetlerinizi bildirin. Biz takip edelim öncelikle eğer haklı bir şikâyetiniz varsa… Avrupalılara müracaat etmeden önce biz burada bu Mecliste sorunları çözeriz. Ama, bunu yapacağınıza, gidiyorsunuz ve on binlerce dava Türkiye aleyhine birikiyor. Aynı şey bazı insan hakları örgütleri için de söz konusudur. Bize müracaat etmeden, şikâyetleri bize duyurmadan soluğu Brüksel’de alıyorlar ve ülkemizi orada şikâyet ediyorlar. Bu kadar çok şikâyet üst üste birikince, Türkiye, insan haklarını son derece ihlal eden, sürekli olarak ihlal eden bir ülke gibi gözüküyor. Bu da bizi gerçekten üzüyor.
Bu iddialarda gerçek payı yok mudur; vardır. Takip etmeyecek miyiz; edeceğiz. Bir tek ihlali bile biz sineye çekemeyiz, bir tek ihlali bile mazur göremeyiz. Ama, arkadaşlarım, meselenin bu boyutunu da unutmayalım; çünkü, bu, bizim Avrupa Birliğiyle İlişkilerimizi olumsuz yönde etkilemektedir. Bu hususu özellikle bilginize getirmek istiyorum ve Hükümetimizin de insan hakları konularında çok daha duyarlı olmasını tavsiye ediyorum.
Değerli arkadaşlarım, son olarak bu konu gündeme getirildiğinde, bazı Avrupalı parlamenterler tarafından insan hakları konusunda ülkemize yönelik şikâyetler yapıldığında, kendilerine hak ettikleri cevabı verdik. Bundan kuşkunuz olmasın. Özellikle dinî hürriyetler konusunda Türkiye’nin örnek alınabilecek bir ülke olduğunu söyledik. “Amerika kıtası keşfedildiğinde Türkiye dinî azınlıklara hoşgörü gösteriyordu” dedik ve biz, Batıda engizisyon zulmüne uğrayan Yahudileri Türkiye’ye getirdik. O zamandan beri, Türkiye’de 500 yılı aşkın zamandan beri onlara her türlü dinî özgürlüğü tanıyoruz. “Bu ülkeye hiç kimse dinî özgürlükler konusunda tavsiyede bulunamaz. Hiç kimseden alınacak dersimiz yoktur” dedik; ama, görüyoruz ki, işte aleyhimizde bir sürü dava açılıyor ve bu davaları da biz göğüslemek zorunda kalıyoruz.
Değerli arkadaşlarım, şu anda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin gündeminde olan çok önemli bir dava var, o da Alevîlerin haklarıyla ilgilidir. Bu konuda Hükümetimizi dikkatli olmaya davet ediyoruz. Bizim de bu konuda bazı gözlemlerimiz var. Alevî mezhebine mensup vatandaşlarımızın bazı haklı şikâyetleri var. İşte İnsan Hakları Mahkemesi bu karara varmadan gerekli düzenlemeleri biz kendi içimizde yapmalıyız. Aksi takdirde, mahkemenin zorunlu yargısına uyma mecburiyetinde olduğumuz için bunu yapacağız. Halbuki bizim kültürümüz, bu konuda başkasından tavsiye almadan, başkasından telkin işitmeden bunları düzeltme geleneğine sahip olduğumuzu gösteriyor. Hükümetin dikkatini çekiyoruz.
Aynı şekilde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesiyle ilgili olarak gündemimizde birkaç konu var; bu konularda da ciddî sıkıntı içindeyiz. Bir tanesi Loizidou kararıdır. Hükümetin Loizidou kararını benimsemesi bizce yanlış olmuştur. Çünkü, o noktada Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yanılmıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bazı kararlarını da eleştirme hakkına sahibiz. Bunlardan bir tanesi bu Loizidiu kararıdır; çünkü, bu karar Kıbrıs’ta Türkiye’nin egemen olduğunu söylüyor, “Kıbrıs’ta olup biten her şeyden doğrudan doğruya Türk Hükümeti sorumludur” diyor ve buna bağlantılı olarak da bir Rum müracaat sahibinin müracaatını kabul ediyor, Türkiye’yi büyük bir tazminata mahkûm ediyor. Biz bunu kabul ettik. Bizce hata ettik.
İkincisi, bir başka Rumun Maraş’la ilgili bir talebini Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ele aldı, Arestis davası. Bu davada da Kuzey Kıbrıs’ta iç hukuk yollarının tüketilmesi için orada bir hukuk komisyonu kurulması isteniyordu ve Kıbrıslı Türkler bu hukuk komisyonunu oluşturmuştu. Bundan tatmin olmadılar “içine yabancı uzman koyacaksınız, -bir anlamda-  yabancı yargıç koyacaksınız” dediler. Ne yazık ki, Türkiye’nin telkiniyle Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti bunu kabul etti. Bunlar gerçekten bizim için çok üzüntü vericidir, Cumhuriyet tarihimizde hiçbir hukuk kuruluşumuzun içine biz yabancı yargıç koymadık, yabancı uzman koymadık ve bunu bir millî egemenlik meselesi haline getirdik; ama, ne yazık ki, burada çok önemli bir taviz vermiş bulunuyoruz.
Değerli arkadaşlarım, bu davalar devam ediyor ve bu davaların mevcudiyeti bile Türkiye’nin görünümünü olumsuz yönde etkiliyor, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği sürecinde attığı adımları gölgeye düşürüyor. Şimdi, başka adımlar, başka gelişmeler de ne yazık ki Türkiye’nin üyelik sürecini tehlikeye düşürmektedir.
Değerli arkadaşlarım, son gelişmeleri, dilerdik ki, Hükümet gelip Yüce Meclisin huzurunda anlatsın ve Meclise bilgi versin. Bakın, daha birkaç gün önce Lüksemburg Başbakanı Jean Claude Juncker kalkıyor Alman radyosuna, Deutchlandfunk’a  bir demeç veriyor. Diyor ki: “Ben, Türkiye’nin üyeliğine taraftarım; ama, Türkiye hiçbir zaman Belçika gibi, Almanya gibi, İtalya gibi, Lüksemburg gibi bir ülke olamaz diyor. Türkiye Avrupa Birliğinde hiçbir zaman bu ülkelerin statüsüne sahip olmayacaktır. Bu nasıl üyeliktir arkadaşlar? Bu nasıl üyeliktir? Yani, biz, eğer eşit haklara sahip bir ülke olmayacaksak, neyin mücadelesini veriyoruz bu kadar zamandan beri? İşte bu gibi gelişmelerin altında büyük ölçüde insan hakları konusu yatıyor.
Bir başka şeyi de son olarak söyleyeyim Yüce Heyetinize. Değerli arkadaşlarım, kısa bir süre önce biz bir milletvekili heyetiyle Fransa’ya gittik. Bu Ermeni soykırımı tasarısı vesilesiyle Fransa’da milletvekilleriyle, işadamlarıyla, çeşitli çevrelerle görüşmeler yaptık. Bu görüşmeler sırasında açıkça sorduk, dedik ki, Fransa’yla ilgili bir sıkıntı görüyoruz biz. Fransa boyuna Avrupa Birliği üyeliğimizi engelleyici bir tavır içinde gözüküyor, bunun sebebi nedir, niçin bizim üyeliğimizi engellemek istiyorsunuz? diye sorduk.  Eskiden politikada çok önemli görev yapmış olan ve şimdi de Fransa’nın TÜSİAD’a benzer kuruluşunun çok üst düzey yönetiminde bulunan bir zat bize aynen şunu söyledi: Bakın dedi, bizim ülkemizde şu anda 4 000 000 civarında Kuzey Afrika’dan gelen Müslüman insan yaşıyor ve bunların çok ciddî entegrasyon sorunu var. Bu sorunu henüz halledemedik. Şimdi görüyoruz ki,  Türkiye süratle laiklikten uzaklaşıyor. Zina davasından bu yana meydana gelen bazı gelişmeler Fransız Halkında ve Fransız siyasî partilerinde Türkiye’nin gerçekten laik bir ülke olup olmadığı konusunda kuşkular yarattı ve Fransa’da Türkiye’nin üyeliğine yönelik bazı endişelerin, bazı tepkilerin Türkiye’nin üyeliğini geciktirme, hatta önleme girişimlerinin arkasında büyük ölçüde bu laiklik konusu yatıyor dedi. Bu saptama, son derece önemlidir. Yüce Heyetin bilgisine getirmek istiyorum. Değerli arkadaşlarımızla beraberdik, bu konunun üzerinde dikkatle durmak lazım.  Türkiye’nin laiklik konusunda izleyeceği tavır, ülkemizin Avrupa Birliği üyeliğini önemli ölçüde etkileyecektir.
İşte bu konuları biz görüşürken bugün basına intikal eden bir bilgi hepimizi son derece şaşırtmıştır. Biliyorsunuz, tarama süreci biten maddelerin müzakeresine geçilmesi için çaba gösteriyoruz. Bu maddelerden bir tanesi de, iki maddeden bir tanesi de eğitimle ilgili olacak. Öyle anlaşılıyor ki basına intikal eden bilgilerden, bu eğitimle ilgili maddenin görüşülmesi vesilesiyle, Türkiye, Avrupa Birliğine sunduğu tutum belgesinde nasıl bir tavır sergileyecek, bu tartışılırken, ilgili kuruluşumuz, Avrupa Birliği Genel Sekreterliğimiz “Türk eğitiminin laik özelliğe sahip olduğunu lütfen burada vurgulayalım” demiştir. Gene, basın haberlerine göre, Çok Değerli Devlet Bakanımız Sayın Babacan bunu reddetmiştir; yani, eğitimde Türkiye’nin laik bir devlet olduğunu o metne sokturmamak için bir çaba sarf etmiştir ve basına intikal eden bilgilere göre, sokturmamıştır. Sayın Bakan bugün bir açıklama yapıyor. O açıklamayı dikkatle okuduk; fakat, onun içinde, hayır, koydurduk biz bu laiklik ilkesini demiyor; “efendim, o, zaten Anayasamızda yazılı” diyor. Yazılı, ama, içinde bulunduğumuz bu ortamda, izah ettiğim gelişmeler nedeniyle, bunları Türkiye ne kadar vurgularsa o kadar iyidir. Çok önemli bir dönemeçten geçiyoruz değerli arkadaşlarım. Bu dönemecin en önemli unsurlarından birini de, işte, bu laiklik ilkesi oluşturuyor. Biz, iktidarı, hükümeti bu konularda daha duyarlı olmaya davet ediyoruz.
İşin başka boyutlarını çeşitli vesilelerle dile getirdik, burada onları tekrarlamayacağım; ama, şu kadarını belirteyim ki, bu insan hakları meselesi, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini ne kadar yakından ilgilendiriyorsa, laiklik de o kadar yakından ilgilendirmektedir. İşte, değerli arkadaşlarım, biz, bütün bu konularda hükümeti daha duyarlı olmaya davet ediyoruz, İnsan Hakları Mahkemesinin çalışmalarını daha yakından izlemeye davet ediyoruz.
Çok yakında, gene gündemimize gelecek olan Öcalan’ın yeniden yargılanması konusu da bizim çok önemli ilgili alanlarımızdan birine giriyor. Mahkemenin geçen sene Türkiye hakkında verdiği olumsuz kararın takibinde Türkiye’nin izleyeceği tutumu herkes merak ediyor.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
ONUR ÖYMEN (Devamla) – Bitiriyorum Sayın Başkan.
Biz, Öcalan’la ilgili kararında da mahkemenin hata yaptığını düşündük ve bunu da o vesileyle açıklamıştık ama bilesiniz ki, bu konu da yakında gündemimize gelecektir.
Çok değerli arkadaşlarım, bütün bu unsurları Yüce Meclisin dikkatine sunmak istedim. Biz, Cumhuriyet Halk Partisi olarak, bu vesileyle bir kere daha söylemek istiyorum, insan hakları konusunda çok büyük bir duyarlık içindeyiz. Bu konuda söylediklerimizi hiç kimse yanlış anlamasın. İnsan hakları konusunda en küçük bir kuşkumuz yoktur, insan haklarına sonuna kadar sahip çıkıyoruz. Yalnız, insan haklarının başka amaçlarla istismar edilmesine karşıyız. Bunu söylüyoruz ve insan haklarıyla birlikte, insan haklarının da bir parçası sayılabilecek olan laiklik konusunu da bir kere daha bu vesileyle Yüce Meclisin dikkatine sunuyoruz.
Bu vesileyle, Yüce Meclisi saygılarımla selamlıyorum.


Bu belge Konferanslar, Konuşmalar arşivinde bulunmaktadır.