Trabzon İl Örgütü Konuşması

CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in Trabzon’da yaptığı Konuşma
15 Nisan 2006

Çok değerli CHP İl Başkanı Cafer Hazaroğlu, çok Değerli Milletvekili arkadaşım Şevket Arz, Değerli Trabzonlu hemşerilerim,

Bir kere daha sizlerle birlikte olmak benim için büyük bir mutluluk vesilesi oldu. Sizinle dış politika alanındaki son gelişmeler ve özellikle ulusal çıkarlarımızın korunması için milletçe dikkat göstermemiz gereken konular hakkında görüşlerimi paylaşmak istiyorum.

Değerli arkadaşlar,

Ülkemiz çok zor bir dönemden geçiyor. 2006 yılının sıcak bir yıl olacağı şimdiden anlaşılmaktadır. Dünyanın en riskli, çatışma ihtimali en yüksek bölgeleri Türkiye’nin çok yakınındadır. Bu koşullar altında Türkiye’nin iç barışı, huzuru, halkın güvenliğini korumak için çok büyük bir dikkat göstermesi, milli birlik anlayışıyla hareket etmesi gerekmektedir.

Bunun çaresi Büyük Atatürk’ün temellerini attığı devletimizin varlığını ve gücünü büyük bir titizlikle korumak ve ulusal çıkarlarımızı kararlılıkla savunmaktır. Bunun ilk şartı da milli bağımsızlığımıza sahip çıkmaktır. Bakınız Atatürk  milli siyaset konusunda Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı bir konuşmada ne diyor, aynen okuyorum: “Bizim kendisinde açıklıkla uygulama imkanı gördüğümüz ilke, milli siyasettir. Milletimizin güçlü, mutlu, istikrarlı yaşayabilmesi için devletin bütünlük içinde bir milli siyaset izlemesi gerekir. Milli siyaset dediğim zaman kasteettiğim anlam şudur: milli sınırlarımız içinde herşeyden önce kendi kuvvetimize dayanmakla varlığımızı koruyarak millet ve memleketin gerçek  refahına çalışmak.”

İşte Atatürk böyle diyor. Kendi kuvvetimize dayanarak ülkemizin sınırları içinde ulusal çıkarlarımızı korumaktan bahsediyor.

Gene Atatürk 1923 yılının Ocak ayında yaptığı bir konuşmada da “Milli mücadelenin maksat ve gayesi ülkemizin tam istiklalini ve kayıtsız şartsız egemenliğini sağlamak ve sürdürmektir” diyordu. Atatürk şunları söylüyordu: “Tam bağımsızlık denildiği zaman siyasi, mali, iktisadi, askeri kültürel vs. her hususta tam bağımsızlık ve özgürlük demektir. Bu saygdıklarımın herhangi birinde istiklalden mahrumiyet millet ve memleketin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından mahrumiyeti demektir.”

Değerli arkadaşlarım,

Büyük Atatürk’ün ve Cumhuriyetimizi kuran arkadaşlarının bize bıraktığı miras budur. Şimdi kendi kendimize soralım: biz bu mirasa sahip çıkabiliyor muyuz? Türkiye’nin bugünkü manzarası Atatürk’ün çizdiği bu çerçeveye uyuyor mu? Ne yazık ki, aklı başında hiçkimse bugün Atatürk’ün çizdiği hedeflerin içinde olduğumuzu söyleyemez. Ne yazık ki, hükümet, ulusal çıkarları, her alanda tam bağımsızlığı koruma hedefine ülkemizi ulaştıracak birikim ve iradeye sahip görünmüyor. Yabancıların baskısına karşı yeterli direnme gücünü gösteremiyor.

İşte Hükümetin 1 Mart tezkeresini Meclise sunabilmesi bu çaresizliğin ve dış baskılara karşı dirençsizliğin en bariz göstergelerinden biridir. Yabancı ülkeler istedi diye biz topraklarımızı bir saldırı üssü haline getirecektik. Bir cephe ülkesi haline getirecektik. Cumhuriyet Halk Partisinin öncülüğünde TBMM buna izin vermedi ve Türkiye’yi bir savaş ülkesi yapmadı. Ama bu konuda kamuoyunun dikkatinin yeterince çekilmediği bir başka nokta daha var.

Hedef sadece Amerikan askerlerini Türk sınırından geçirip Irak’a yollamak değildi. Türkiye’deki üslerin, havaalanlarının genişletilmesi yeni üsler kurulması yolunda başlatılan çalışmalar sadece bir transit geçişi öngörmüyordu. Eğer bu tezkere geçseydi, ülkemize gelecek 65 bin Amerikan askerinin önemli bir bölümü ülkemizin en hassas coğrafyası olan Güneydoğu Anadolu’da konuşlandırılacak ve oradan Irak’a lojistik destek sağlayacaktı. Sonra da belki başka görevler için bu topraklarda kalacaklardı. İşte biz bu planı da bozmuş olduk. Amerika’da TBMM’nin kararına gösterilen tepkilerin en önemli sebeplerinden biri budur.

Bunları niçin söylüyoruz? Amerika’nın düşmanı olduğumuz için mi? Hayır, biz hiçbir devletin, hiçbir milletin düşmanı değiliz. Bütün devletlerle iyi ilişkiler sürdürmek isteriz. Amerika’nın çıkarları, özellikle Orta Doğu’daki petrol yataklarının güvence altına alınması ihtiyacı onu böyle bir müdahaleye sevk etmiş olabilir. Bu onların tercihidir. Belli ki, bu müdahale için Türk Hükümetinden destek istemişlerdir. Siz ne yapacaksınız? Meseleye kendi hukukunuz, kendi Anayasanız ve kendi ulusal çıkarlarınız açısından bakacaksınız. İşte biz CHP olarak böyle yaptık ve bu askeri harekatın ne uluslararası hukuka ne de Türkiye’nin Anayasasına uygun olmadığını, siyaseten de isabetli olamayacağını tespit ettik. Böyle bir askeri müdahalenin bölgeyi kan gölüne çevirebileceğini gördük. Irak’ın ikinci bir Filistin olacağını tahmin ettik. Bunu Amerikalılara da söyledik. Ama ne yazık ki, onların tercihi müdahale yönünde oldu.

Şimdi bütün bunları niçin size hatırlatıyorum? Şunun için: Bugün dış politikada ve ülke içinde terörizm konusunda yaşadığımız sorunların büyük bir bölümü bu müdahaleden kaynaklanıyor. Gerçekten müdahaleden sonra yepyeni bir durum ortaya çıktı. Biz Saddam yönetiminden memnun muyduk? Değildik. Saddam’ın Daha 1990’ların başında Kuveyt’e yaptığı müdahale bölgedeki barışı, huzuru ve istikrarı bozmuş,  Türkiye’de bundan büyük zarar görmüştü. Ama son yapılan askeri müdahale ne yazık ki, durumu düzeltmedi, hem Irak halkı için hem de bölgedeki ülkeler bakımından daha da istikrarsız ve güvensiz hale getirdi. Yarın ne olacağını bilmiyoruz. Bir iç savaşın kapıda olduğunu söyleyenler çoğunluktadır. Irak’ta böyle bir iç savaş çıkarsa bunun Türkiye’ye yansımaları ne olur? Etkileri ne olur? Maliyeti ne olur?  İşte şimdi bu soruların cevabını bulmaya çalışıyoruz.

Ulusal çıkarlar deyince ilk aklımıza gelen şey ülkemizin iç barışının ve güvenliğinin sağlanmasıdır. Irak’taki gelişmeler Türkiye’de iç barışa katkı sağladı mı? Ne yazık ki, tam tersine ülkemizde can güvenliğini olumsuz etkiledi, iç barışı tehlikeye soktu. Terörü canlandırdı. Bugün ne yazık ki, ülkemiz giderek atan ölçüde terörist saldırıların hedefi oluyor. Yalnız Türkiye’nin Güney Doğusunda değil, büyük şehirlerde de insanlarımız terörist saldırılar sonucunda hayatını kaybediyor. Bu niçin böyle oluyor? Yıllarca sarf edilen çabalar ve güvenlik güçlerimizin büyük fedakarlığı sonucunda terörizm Türkiye’de büyük ölçüde bertaraf edilmişti. Terör olaylarına pek nadiren rastlanıyordu. Şimdi niçin bu saldırılar birden yoğunlaştı? Çünkü Irak’ın kuzeyinde konuşlandırılan 4 bini aşkın teröristin o bölgeden tasfiyesi mümkün olamadı.

Amerika, Irak’a yaptığı askeri müdahaleden sonra maalesef o ülkeye huzur ve güveni getirememiştir. Savaşı kazanmıştır ama barışı kazanamamıştır. Kuzey Irak’ta Türkiye’ye yönelik eylem yapan teröristleri tasfiye etmeye teşebbüs dahi edememiştir. Kuzey Irak’ta askerimiz yok, onun için bu işi yapamayız diyorlar. O zaman bırakacaksınız, Türkiye yapacak. On yılı aşkın zamandan beri Türk hükümetleri gerektiği zaman kuzey Irak’a asker göndererek sınırın güvenliğini koruyor ve teröristlerle mücadele ediyordu. Bu hükümet zamanında maalesef Türkiye artık bunu yapamaz hale gelmiştir.

Daha kötüsü, ABD ile imzaladığı 1 milyar dolarlık yardım karşılığında kuzey Irak’a asker sokmamayı taahhüt etmiştir. Halktan saklanan bu anlaşma basına sızdığı zaman biz tepki gösterdik ve bu anlaşmanın Meclise getirilip onaylanmasına engel olduk. Böylece anlaşma geçersiz kılındı ama hükümetin niyetinin ne olduğu da anlaşıldı. Hükümet şartlar ne olursa olsun Irak’a asker göndermek niyetlisi değildir. Peki o zaman niçin 7 Ekim 2003 tarihinde Meclise sunduğunuz tezkereyle kuzey Irak’a asker gönderme yetkisi istediniz? Bu yetkiyi aldınız ama uygulayamadınız. İşte bu gerçekten Türkiye’nin içinde bulunduğu üzüntü verici durumun en somut göstergelerinden biridir.

Bakınız, gün geçmiyor ki, Güneydoğuda yeni şehitler vermeyelim. Acaba Kuzey Irak’ta PKK’nın konuşlandırılmasına ve Türkiye’ye yönelik bir terörist lojistik üssü gibi çalışmasına Türkiye ABD’yi ikna ederek veya bizzat askeri müdahalede bulunarak engel olabilseydi bu saldırılar olur muydu? Üzülerek söylüyorum ki, bu konuda gerekli adımları atamayan hükümetin ortaya çıkan bu yeni terörist saldırırlarda önemli bir sorumluluk payı vardır. Üstelik Sayın Başbakanın bazı konuşmaları büsbütün kafaları karıştırmış ve teröristlere yanlış mesajlar vermiştir. Başbakan gereksiz bir alt kimlik, üst kimlik tartışması açmıştır. Alt kimlikle üst kimliği birbirine karıştırmıştır. Söylemesi gereken şey, aynen Atatürk’ün Cumhuriyetimizi kurarken belirlediği temel yaklaşım olacaktı. O da, hangi dinden, hangi etnik kökenden gelirse gelsin Türkiye’ye vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesin Türk milletini oluşturduğu görüşüdür.

Başbakan ayrıca geçmişte biz de hatalar yaptık diyor. Bununla neyi kast ettiği belli değildir. Ama bazıları bunu teröre haklılık kazandıran bir ifade gibi değerlendirebilirler. ‘İşte Türk hükümetlerinin yaptığı hatalar yüzünden insanlar silaha sarıldı’ diyebilirler. Oysa silaha sarılmanın, şiddete ve teröre başvurmanın hiçbir haklı ve meşru sebebi olamaz.

İşte değerli arkadaşlarım, şimdi bu yanlışların bedelini ödüyoruz. Muhalefete çatarak gerçek dışı bilgilerle muhalefeti suçlamaya kalkışarak siz bugün yaptığınız yanlışları örtemezsiniz. Ne diyor Başbakan? ‘Silahı bırak da müzakere masasına gel’ diyor. Yani silahını bırakanla masaya oturmaya hazırdır. Bu bizim Anayasamıza uyuyor mu? Hukuk devleti anlayışımıza uyuyor mu? Başbakanın söylemesi gereken şey ‘silahı bırak, git adalete hesap ver’ olmalıydı. Bunu söylememiştir. Silahı bırakacak adamla masaya otururum demek bir zayıflık alameti olarak anlaşılır. Demek ki siz devletin gücünü, otoritesini, yargısını işletecek durumda değilsiniz, diye düşünürler. Silahı bırakacak adamla pazarlık etmeye hazırsınız anlamına geliyor bu sözler. Sonradan başbakan bu sözlerine açıklık getirme gereğini duydu. “Ben PKK’yı değil DTP’yi kastettim” dedi. Peki DTP’liler silahlı mıydı? Hangi silahı bırakacaktı? İşte bu gibi sözler halkın kafasını karıştırdı? Başbakan ne demek istedi? Amacı neydi? Kiminle masaya oturmak istiyordu? Ne yapmak için? O günlerde üst üste gerçekleşen terörist saldırılardan sonra Başbakan başka bir dil kullanmaya başladı. Teröristlerle kesinlikle masaya oturmayacağını söyledi. Peki bundan sadece birkaç gün önce Danışma Cüneyd Zapsu Amerika’da ne dedi?

Başbakanın Baş Danışmanı geçen gün Amerika’da ‘Binde bir başarı şansı görsek, teröristlerle müzakere ederiz’ dedi. Bu nasıl bir anlayıştır? Bu nasıl bir devlet ve hukuk anlayışıdır? Tercüme hatasıdır, dediler, yanlış anlaşıldı dediler. Ama Milliyet muhabiri Yasemin Çongar bu konuşmayı banda almıştı. Kelimesi kelimesine yayınladı.

İşte bu gibi sözler teröristlere cesaret veriyor. Onları yatıştırmak şöyle dursun, büsbütün saldırgan hale getiriyor. Zaten Eve dönüş yasasını çıkarttığınız zaman da yanlış bir iş yaptığınızı size söylemiştik. Bu yasanın sonucunda dağdaki teröristler inmedi, hapisteki teröristler çıkarak dağdakilere katıldılar. Yani terörü önlemediniz, büsbütün güçlendirdiniz. O zamanki uyarlarımızı da dikkate almamıştınız. İşte bunun ağır bedelini milletçe ödüyoruz.

Başbakanın danışmanları Amerika’daki muhataplarının HAMAS heyetinin Türkiye’ye davetine karşı gösterdikleri tepki üzerine hükümetin doğru iş yaptığını savunmaya kalkışıyorlar. Bunun savunulacak tarafı yoktur çünkü HAMAS Türkiye’nin de resmen terör örgütü olarak kabul ettiği bir örgüttür. AB, 6 Şubat tarihinde yaptığı bir açıklamada 29 Kasım 2005 tarihli kararına atıfta bulunarak Türkiye’nin de bu kararı resmen kabul ettiğini ilan etmiştir. 29 Kasım tarihli  AB’nin terörist örgütler listesinin 17. sırasında HAMAS örgütünün adı da yer alıyor. Yani Türkiye resmen terörist saydığı bir örgütle masaya oturmuştur. Amerikalılar şimdi diyorlar ki, ‘Siz bir terör örgütüyle masaya oturduğunuza göre yarın biz de PKK’yla mı masaya oturalım’ Ne cevap vereceksiniz?

Başbakanın danışmanı bununla da yetinmiyor. ‘Başbakanımızın kıymetini bilin, onu delikten aşağı süpürmeye kalkışmayın, onu kullanın’ diyor. Demek ki Amerikalıların Başbakanımızı delikten aşağı süpürmelerinden korkuyor, gözden çıkartmalarından, desteklerini çekmelerinden korkuyor. Siz Türk milletinin desteğiyle mi iktidarda kalmak istiyorsunuz, yoksa yabancıların desteğiyle mi? 6-7 yıl daha bizi iktidarda tutun diyor yabancılara. Demek ki siz iktidarınızı sürdürmek için ABD’den medet umuyorsunuz. Türkiye hiçbir zaman böyle bir duruma düşürülmemişti. Hele hele Başbakanımızı kullanın sözü şimdiye kadar hiç söylenmemişti.

Değerli arkadaşlarım,
siyasi kanaati, ideolojisi, partisi ne olursa olsun, hiç kimse Türkiye cumhuriyetinin Başbakanını kullanamaz. Onu iktidar partisi kullandırtsa, biz kullandırtmayız. Türkiye Başbakanı sadece ve sadece Türk milletinin emrinde ve hizmetindedir. Yabancıların hizmetine giremez.

Bu sözler bize Osmanlı imparatorluğunun yıkılış dönemindeki utanç verici tabloları hatırlattı. Bakınız o devirde İngiliz mandacılığını savunanlardan Sait Molla İngiliz Dostları derneğinin Başkanı Rahip Frew’a yazdığı bir mektupta Eski İçişleri Bakanlarından ve Padişahın yakınlarından Ali Kemal için neler söylüyordu. Mektubundan aynen okuyorum: “Bu zatı elde bulundurmak gerekir. Bu fırsatı kaçırmayalım. Bir hediye takdimi için en uygun zamandır. Ali Kemal Bey talimatımıza harfi harfine uyacaktır.”

İşte Atatürk’ün yıktığı Osmanlı imparatorluğunun son zamanlarında devlet adamları yabancılara böyle kullandırılıyordu. Ama artık o dönemler tarihin karanlıklarında kalmıştır. Cumhuriyet Türkiye’sinde hiçbir Türk Başbakanı kendini kullandırtmaz. Biz bu sözler basında yayımlanınca Sayın Başbakanın derhal çıkarak ben kendimi kullandırtmam demesini bekliyorduk. Ama ne gördük? Sayın Başbakan basına yansıyan bir açıklamasında ben Cüneyt Zapsu’yla görüştüm. Onun hakkı var diyor., Tercüme hatası yapılmış diyor. Danışmanına sahip çıkıyor. Bu sözler üzerine söylenecek kelime bulamıyoruz. Türkiye hiç böyle bir duruma düşmemişti.

,Değerli arkadaşlarım,

Yalnız bu konularda değil, ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik durumda da aynı teslimiyetçiliği görüyoruz. Hükümet ekonomimizi IMF’ye teslim etmiş bulunmaktadır. Artık IMF ne isterse o oluyor. Onların istediği yasalar çıkıyor, onların istediği kararlar alınıyor ve Türkiye ekonomi alanında da ulusal çıkarlarını koruyamıyor. Varımızı yoğumuzu yabancılara teslim ediyoruz. Güney Anadoluda Suriye sınırında iki Kıbrıs büyüklüğündeki zengin tarım alanlarımızı yabancılara peşkeş çekecek iki gizli kararname çıkarılmıştır. Biri 2005 yılının Ocak ayında biri de Haziran ayında çıkarılan bu kararnameler oradaki mayınları temizleyecek yabancı şirketlere bu bölgenin 49 yıllığına işletme hakkını veriyor. Bu olacak şey midir? Teslimiyetçiliğin böylesi görülmüş müdür? O bölgedeki topraksız köylülerimizin atalarının toprağı yarım yüzyıllığına atalarına teslim edilecek. Niçin? Milli Savunma Bakanı Mecliste diyor ki, Bu işi önce askerler yapacaktı, sonra şehit vermek istemedikleri için vazgeçtiler biz de bu yola gittik diyor.

Değerli arkadaşlar, bu bizim askerlerimize karşı hiç de saygılı bir ifade değildir. Nitekim bizzat kendi Bakanlığının Genel Sekreteri bunu tekzip etti. Türk askerleri tarih boyunca şehit verme korkusuyla hiçbir görevden kaçmamıştır dedi. Peki şimdi ne diyeceksiniz? Daha önce Türk Silahlı Kuvvetleri 35 milyon dolarlık makine ve teçhizat alınması halinde bu bölgeyi 2 yıl içinde temizleyeceğini söylemişti. Şimdi niçin bunu askerden alıp yabancılara veriyorsunuz?

İşte Türkiye böyle bir dönemden geçiyor. Peki bu sırada yabancılar ne yapıyor? Onlar da küreselleşmenin gereği budur diye bütün tesislerini, şirketlerini, bankalarını limanlarını yabancılara  mı satıyor? Pek öyle olmuyor. Bakın İngiltere BP’nin hisselerinin %22’sini bir Kuveyt şirketi almak isteyince büyük tepki gösterdiler. Sadece % 10’unu satarız dediler. Amerikalılar bir Çin Şirketi Kaliforniya’daki bir petrol şirketini satın almak isteyince karşı çıktılar, sattırmadılar.Gene Amerika’da Dubai Ports World şirketi Doğu limanlarının işletme hakkını satın almak isteyince Kongre ayağa kalktı. Kongrenin ilgili komitesinde bu talep 2’ye karşı 62 oyla reddedildi. İtalyanlar Navarro Bankasını bir Fransız Bankası almak isteyince izin vermediler. İtalyan Merkez Bankası Başkanı buna karşı çıktı. Sattırmadılar.

Başka örnekler de var: İtalyan Şirketi Enel Fransız enerji üreticisi Suez’i almak isteyince Fransız Hükümeti buna karşı çıktı. Suez’i devletin denetimindeki Gaz de France şirketiyle birleştirip bu satışı önlediler. Benzeri bir durum İspanya’da oldu. Almanya’nın enerji devi EON İspanyol Endesa enerji şirketini satın almak isteyince İspanyol Hükümeti bir yasa çıkartarak buna engel oldu.

İşte değerli arkadaşlar,

Diğer ülkeler ulusal çıkarlarını böyle koruyor. Bize gelince stratejik açıdan en önemli şirketlerimiz, limanlarımızın işletmesi, Bankalarımız, değerli tarım arazilerimiz yabancılara devrediliyor, CHP hariç birçok kimsenin kılı kıpırdamıyor. Basının büyük bölümü bu satışları küreselleşmenin başarılı örnekleri olarak alkışlıyor. Bereket Türkiye’de hakimler var ve  bu satışların bazılarına dur diyebiliyorlar.

Değerli arkadaşlarım, bu gidiş iyi bir gidiş değildir. İktidara yaptığımız uyarıların onları izledikleri yanlış yoldan döndürmediğini görüyoruz. Şimdi halkımıza çağrıda bulunuyoruz. Bu tehlikeli gidişe dur deyiniz, cumhuriyete sahip çıkınız. Demokratik haklarınızı kullanarak en kısa zamanda bu iktidarı görevden uzaklaştırınız. İlk seçimlerde bu iktidar ve onun zihniyeti büyük bir yenilgiye uğrayacaktır. Buna inanıyoruz. Size güveniyoruz. Sizden de ulusal çıkarlarımızı cesaretle koruyacak bir hükümetin kurulması için bize güvenmenizi, bize destek vermenizi bekliyoruz.


Bu belge Konferanslar, Konuşmalar arşivinde bulunmaktadır.