Son Eklenenler:
- HUKUK AÇISINDAN LOZAN
- CUMHURİYET KİTAP DERGİ, SÖYLEŞİ
- TÜRKİYE’NİN ULUSAL GÜCÜ, BOĞAZİÇİ AYDINLAR DERNEĞİ-HAZİRAN 2021
- 23 NİSAN, ÇYDD DERGİSİ-23 NİSAN 2021
- AFGANİSTAN’IN DRAMI, AĞUSTOS 2021
- YUNANİSTAN TARİHTEN DERS ALMIYOR
- ATATÜRK’ÜN DIŞ POLİTİKA İLKELERİ VE TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI
- ULUSAL ÇIKARLARIN KORUNMASINDA GÖRÜŞ BİRLİĞİNİN ÖNEMİ
- ONUR ÖYMEN’İN CUMHURİYET GAZETESİ, TUNCAY MOLLAVEİSOĞLU’NA VERDİĞİ MÜLAKAT – 17 HAZİRAN 2019
- ONUR ÖYMEN’İN YENİÇAĞ GAZETESİNE VERDİĞİ MÜLAKAT “TÜRKİYE, ÖNCELİKLE ÇIKARLARINI KORUMALI” – 15 NİSAN 2019
ONUR ÖYMEN’İN İNGİLTERE ADD’DE VERDİĞİ “ATATÜRK NİÇİN ÖLÜMSÜZDÜR?” KONULU KONFERANS – KASIM 2018
Çok değerli arkadaşlar,
Sayın ADD Genel Başkanı, değerli arkadaşım Prof. Süheyl Batum’a ve Londra ADD Başkanı dostum Jale Özer’e nazik davetleri için teşekkür ediyorum. Burada eski dostlarımızla buluşmak eşime ve bana ayrıca zevk veriyor.
Bugünkü konferansımızın konusu “Atatürk niçin ölümsüzdür?”
Son zamanlarda Türkiye’deki gelişmelerin ışığında bu soru büsbütün önem kazanıyor.
Böyle bir soruya birkaç yıl önce bir televizyon programında muhatap olmuştum. Merhum gazeteci arkadaşım Mehmet Ali Birand programa şöyle bir soru sorarak başlamıştı: “Kemalizm öldü mü?”
Kendisine “Kemalizm’in ölmesi için aklın ve bilimin ölmesi gerekir,” dedim.
Gerçekten Atatürk milletimiz için en önemli rehberin akıl, bilim ve fen olduğunu her vesileyle dile getirmiştir. Atatürk “İlim ve fen neredeyse oradan alacağız ve her vatandaşın kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.” diyordu.
Ankara’da Dil, Tarih Fakültesinin cephesine kazılı olan Atatürk’ün “En hakiki mürşit ilimdir” sözü Atatürk’ün devlete ve topluma bakış açısını en kısa ve özlü biçimde anlatmaktadır. Aslında bu sözün tamamı şöyledir:
”En hakiki mürşit ilimdir. İlim ve fennin haricinde yol gösterici aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir.”
Osmanlı İmparatorluğu zamanında en önemli devlet meselelerinin bile çoğu zaman hurafelere dayalı olarak şeyhülislamlar tarafından verilen fetvalara göre yönlendirilmesi esastı. Bu fetvalardan biri de milli mücadeleye önderlik ettiği için Atatürk’ün idam edilmesini isteyen fetvaydı. Bu çağ dışı bir devlet yönetme anlayışıydı.
Atatürk’ün ölümsüzlüğünün özünde yatan, yaşadığı dönemin güncel sorunlarıyla uğraşmakla yetinmemesi ve ülkenin ve milletin geleceğine yön veren büyük devrimler gerçekleştirmesi ve bütün dünyada saygı uyandıran bu devrimlerin halkımız tarafından benimsenerek sürekli hale gelmesini sağlamasıydı.
Yani Atatürk çığır açan bir liderdi. Devletin başındaki padişahın mutlak otoritesine ve şeriat düzenine dayanan, son dört yüz yılı Padişahın aynı zamanda Halife sıfatını da taşıdığı Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine millet iradesine dayanan çağdaş, demokratik ve laik bir Cumhuriyetin kurulması Atatürk’ün en büyük devrimiydi.
Artık egemenlik bir şahsın değil, kayıtsız şartsız milletin olacaktı. Atatürk 1921 yılında, daha Cumhuriyet ilan edilmeden şöyle diyordu:
“Türkiye Büyük Millet Meclisi Halifenin değildir ve olamaz. Türkiye Büyük Millet Meclisi yalnız ve yalnız milletindir. Milletin seçtiği milletvekillerinden oluşur. Bu Meclis yalnız ve yalnız ve yalnız milletin emrine uymak zorundadır. İsmi ve makamı ne olursa olsun millet bu hakkını bir şahsa tevdi ve teslim edemez.”
Atatürk hukukun üstünlüğüne büyük önem veriyordu. 1925 yılında Ankara Hukuk Fakültesinin açılışında yaptığı konuşma bütün hukukçular için bir ders niteliğindedir.
Atatürk o konuşmasının bir yerinde şöyle diyordu:
“Türklerin 1453 zaferini, yani İstanbul’un fethini tasavvur buyurunuz. Bütün bir cihana karşı İstanbul’u ebediyyen Türk camiasına mal etmiş olan kuvvet ve kudret, takriben aynı senelerde icat edilmiş olan matbaayı Türkiye’ye kabul için erbabı hukukun meşum mukavemetini aşmayı başaramamıştır…Büyük Mecliste hakimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu ifade eden kanun teklif edildiği zaman, bu esasın Kanuni Esasiye Osmaniye’ye aykırılığından dolayı karşı çıkanların başında yine eski ve “fazilet-i ilmiyesiyle” milleti iğfal eden ünlü hukukşinaslar bulunuyordu”.
Atatürk şunu da söylüyordu: “Milletlerin yargı hakkı bağımsızlığının birinci şartıdır. Adalet erki bağımsız olmayan bir milletin devlet halinde mevcudiyeti kabul olunmaz.”
Atatürk, çağdaş hukuk anlayışına engel olan eski kafalı hukukçuların direncini kırarak ülkemizin dünyanın en ileri ülkeleri arasında yer alması için büyük bir çaba göstermiş ve bunda başarıya ulaşmıştı. Gelecek kuşaklara da aynı doğrultuda çalışmaları için yol göstermişti. Atatürk’ün gençliğe hitabesi geleceğe yönelik uyarılarının özünü oluşturuyor.
Atatürk büyük devrimlerini halka dayatarak değil, benimseterek uygulamaya koymuştu.
Atatürk şöyle diyordu:
“Kapıda duran nöbetçi bile benden korkmaz. İsterseniz kendisine sorunuz. Korku üzerine hakimiyet bina edilmez. Toplara istinat eden hakimiyet payidar olmaz. Ben kalpleri kırarak değil, kazanarak hükmetmek isterim.”
Tarih boyunca başka büyük devrimler de yapılmıştı. Ancak Atatürk devrimleri bunların hepsinden farklıydı.
Örneğin 1789 tarihinde gerçekleştirilen Fransız devriminden sonra 1792 yılında ilan edilen Cumhuriyet anayasası kısa bir süre sonra totaliter bir rejime dönüşmüştü. Asillerin ve Kilisenin öncülüğünde devrim karşıtlarının başlattığı silahlı ayaklanmalar devrim hükümetini Fransız İhtilalinin simgeleri olan “Özgürlük, adalet ve eşitlik” ilkelerinin bir tarafa bırakmasına yol açmıştı. Bu ayaklanmalarla baş edebilmek için 5 Eylül 1793’de, yani anayasanın ilanından sadece bir yıl sonra en aşırı şiddet önlemlerinin meşru sayıldığı bir “terör yönetimi” dönemine girmiş ve bu dönem 27 Temmuz 1794’e kadar sürmüştü.
Bu dönemde sadece giyotinle 16.594 kişi idam edilmiş, ülke çapında yargısız infaz edilenlerin sayısı 25.000’i bulmuştu. Bunlar arasında Kral XVI.Louis, eşi Marie Antoinette, devrimi destekleyenlerden Orleans dükü ile ünlü bilgin Antoine Lavoisier de vardı. Daha sonra, devrimin önderlerinden Marat ve Robespierre de giyotinle idam edildi.
Vendée merkezli, ayaklanmalarda öldürülen isyancıların sayısı 220.000’i bulmuştu. Ayaklanmacılarla savaşan hükümet askerlerinden 30.000’i hayatını kaybetmişti.
Terör döneminde ülkeyi Kamu Güvenliği Komitesi idare ediyordu. 1795’de rejim değişti ve Direktuar idaresi kuruldu. Ülkeyi 5 Direktör yönetiyordu. Napolyon 1799’da bu idareye son verdi. Ve Konsüllük yönetimini kurdu, kendini de Birinci Konsül seçtirdi. Ona bu da yetmedi 1804 yılında İmparatorluğunu ilan etti.
Yani yüksek demokratik ideallerle başlayan Fransız ihtilalinin anayasası, Napolyon’un darbesine kadar 7 yıl yaşayabildi. Demokratik anayasanın kabulünden 12 yıl sonra Fransa artık diktatörce yönetilen bir imparatorluktu. Orada özgürlüklerden söz etmeye imkan yoktu. Napolyon “4 gazete 1000 süngüden daha tehlikelidir” diyordu. Her ilde bir gazete yayınlanabilecekti. Sadece Paris’te 4 gazeteye izin vardı. Bütün yazılar yayınlanmadan sansür edilecekti. İşte Avrupa’da demokrasinin öncü hareketi sayılan Fransız ihtilali 12 yılda bu hale gelmişti.
Fransızlar İkinci bir Cumhuriyete kavuşmak için 44 yıl bekleyeceklerdi. O Cumhuriyetin ömrü de 4 yıl sürecekti.
Fransa tarihi birbirini izleyen krallıklar, imparatorluklar ve cumhuriyetler tarihi oldu. Fransızlar şimdi beşinci cumhuriyet dönemini yaşıyorlar.
Birkaç gün önce Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin 95. yılını kutladık. Fransız Cumhuriyetlerinden hiçbirinin ömrü bu kadar uzun sürmedi.
Almanya’nın ilk demokratik cumhuriyeti olan Weimar Cumhuriyeti 1919 yılında kuruldu ve 1933 yılında Hitlerin iktidara geçmesiyle sona erdi. Sadece 14 yıl süren Weimar Cumhuriyeti tam bir istikrarsızlık, uyumsuzluk ve kargaşa dönemi oldu. Bu süre içinde 14 Hükümet işbaşına geldi. Onun yerine III. İmparatorluk denilen Nazi İmparatorluğu kuruldu. Hitler hem devlet başkanlığı hem de başbakanlık görevini üstlendi. Özgürlüklerden ve demokrasiden eser kalmadı.
İngiltere’de 1649 yılında Cromwell’in gerçekleştirdiği darbe sonucunda Kral Charles devrildi ve idam edildi. Commonwealth ismiyle bir Cumhuriyet ilan edildi. Cromwell Lord Protector adıyla bu cumhuriyetin başına geçti. Ancak bu cumhuriyetin ömrü de 10 yıldan fazla sürmedi. II Charles yeni kral olarak devletin başına geçti. Krallığı devirip Cumhuriyet kurduğu için Cromwell ölümünden sonra cezalandırıldı. Mezarı açılıp cesedi çıkartıldı. Zincirlere asıldı. Kafası kesilerek bir mızrağa saplandı ve Westminster Hall’ın önünde 14 yıl boyunca teşhir edildi.
Bu örneklerin düşününce Atatürk’ün Cumhuriyeti’nin değeri daha iyi anlaşılıyor.
Bugün Atatürk’ün gelecek kuşaklara da hitap eden düşüncelerini okuduğumuz zaman onların bugün de geçerliliğini koruduğunu görüyoruz. Bu düşüncelerin içinde medeniyet anlayışı çok önemli bir yer tutar.
Atatürk şöyle diyordu: “Memleketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin gelişmesi için bu yegane medeniyete iştirak etmesi lazımdır. Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü batıya karşı elde ettiği zaferlerden çok mağrur olarak kendisini Avrupa milletlerine bağlayan bağları kestiği gün başlamıştır. Bu bir hataydı. Bunu tekrar etmeyeceğiz.”
Aslında günümüzde bunun aksini söyleyen yazarlara, düşünürlere ve hatta siyasetçilere rastlanıyor. Örneğin Samuel Huntington her dinin ve hatta bazı dinlerin içindeki Katoliklik ve Protestanlık gibi mezheplerin ayrı birer medeniyet olduğunu savunuyor ve bu medeniyetlerin birbirleriyle çatıştığını söylüyor.
Bazı siyaset adamları, son yıllarda, bu teze karşı medeniyetlerin uzlaşması kavramını ortaya attılar. “Farklı medeniyetleri” temsil eden Türkiye ve İspanya başkanlığında çeşitli uluslararası toplantılar düzenlediler. Yani, sözde, İspanya Hıristiyan medeniyetini, Türkiye de İslam medeniyetini temsil edecekti. Fakat bu toplantılardan izlediğiniz gibi bir sonuç alınamadı. Zira, Atatürk’ün dediği gibi medeniyet tekti ve farklı kültürlerden de olsalar bütün çağdaş demokratik ülkeler bu medeniyetin içinde yer almalıydılar.
Huntington, ayrıca, demokrasinin Hıristiyanlığın ürünü olduğunu ve halkı Müslüman olan ülkelerin demokrasi aleminde yeri olmadığını düşünüyordu.
Peki Türkiye Cumhuriyeti nasıl olmuştu da demokratik bir ülke olarak kurulmuş ve kısa süre içinde laikliği anayasanın bağlayıcı bir maddesi olarak benimsemişti? Huntington Türkiye’nin bir istisna olduğunu söylüyor. Atatürk o istisnayı kural haline getirmişti ve kendisini ziyaret eden İran Şahı Rıza’ya ve Afgan Kralı Emanullah Han’a da halk iradesine dayanan demokratik bir devlet idaresi kurmalarını önermişti. Yani Türkiye modelinin bağımsızlığına yeni kavuşan ülkeler için de bir esin kaynağı olmasını arzu ediyordu.
Atatürk 1933 yılında yaptığı bir konuşmada şunları söylüyordu:
“Şarktan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan, bütün Şark milletlerinin uyanışlarını da öyle görüyorum. İstiklal e hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Bu milletler bütün güçlüklere ve bütün manilere rağmen muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen istikbale ulaşacaklardır.
Müstemlekecilik ve Emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hakim olacaktır.”
Atatürk şöyle diyordu “Biz Türkler ruhen demokrat doğmuş bir milletiz. Fakat milletimize asırlarca idare eden Osmanoğulları kendi tahtlarını korumak için milletimizin doğuştan gelen bu meziyetlerini köreltmeye, uyuşturmaya çalışmışlardır.”
Atatürk’ün gerçekleştirdiği büyük devrimlerin ürünü olan yaşam biçimi bugün o kadar kökleşmiştir ki, bunlar halkımızın hayatının vazgeçilmez bir parçası, aksi düşünülemeyecek bir hayat biçimi haline gelmiştir. Atatürk’ün dünya görüşünden farklı düşünceleri benimseyen bazı siyasetçiler ve düşünürler bile o alanlarda Atatürk’ün devrimlerinden önceki hayat tarzına dönmeyi düşünemiyorlar.
Birkaç örnek verelim:
-Arap harfleri yerine Latin harflerini geçiren devrim o kadar benimsendi ki, şurada, burada Arap Turistler veya Suriyeli sığınmacıların anlamaları için Arap harfleriyle yazılan yazılar bile yadırganıyor. Türkiye’nin yazı dili eskisi gibi Arap harfleri olsun diyen çıkıyor mu?
-Arı, temiz Türkçenin yerine Arapça ve Farsçanın etkisindeki Osmanlıca ‘ya geri dönmek mümkün mü? Atlas okyanusu yerine Bahrı muhiti Atlasi diyene rastladınız mı? Müselles, murabba gibi geometri deyimlerini kullananı duydunuz mu? Leffen takdim kılınmıştır ne demek biliyor musunuz?
Menderes döneminin başlarında bir ara eski deyimlere dönelim, diyenler oldu. Genelkurmay Başkanlığına Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği denilmeye başlandı. Bu tutmadı. Kısa sürede vaz geçildi.
-Şimdi eskisi gibi fes giyelim, sarık takalım diyen oluyor mu?
-Aruz vezniyle yazan şairimiz var mı?
-Erkeklerin boş ol demesiyle kadınları boşamalarını, kadınların mahkemelerde, iş hayatında, toplumun yaşamının çeşitli alanlarından erkeklerden daha az hak sahibi olmasını ister misiniz? Seçimlerde oy verme ve seçilme hakkından mahrum kılınmalarını kabul eder misiniz?
-Vatandaşlarımızın hayatının hemen her yönünü düzenleyen Medeni Kanunu biz dünyanın o alandaki en ileri ülkesi sayılan İsviçre’den aldık. Çağdaş ülkelerin hayat biçimini simgeleyen o kanundaki haklardan vaz geçerek şeriat kanunlarına geri dönelim diyen var mı?
-Herkesin bir soyadı alması Atatürk devrimlerinden biriydi. Evvelce insanların adının arkasına babasının adı yazılırdı. Örneğin imparatorluk döneminde babamın adı Münir Raşit, annemin adı Nebahat Hakkı’ymış. Bugün soyadlarımızdan vaz geçelim, eski sisteme dönelim diyen var mı?
-Alaturka saat kullanan veya o saate dönelim diyen oluyor mu?
Bugünkü takvimden vaz geçelim, ayları kanunu evvel, Kanunu Sani diye söyleyelim mi? Miladi takvim yerine Hicri takvime dönelim mi?
Fransız ihtilalinde böyle bir takvim değişikliğine gittiler. Gregoryen takvimi yerine kendi icat ettikleri bir sistemi uygulamaya başladılar. Her ay 30 gün çekecekti. Yılbaşı 22-24 eylül arasındaki bir tarihe gelecekti. Seneler değişecekti ayların isimleri değişecek, Brumaire (22 Ekim 20 Kasım arası Frimaire 21 Kasım-20 Aralık arası vs.) olacaktı. Devrim yönetimi bu sistemi yasalaştırdı ve uygulamaya koydu. Bir süre sonra bunun saçmalığını görüp vaz geçtiler.
Bütün bu örnekler Atatürk devrimlerinin kalıcılığını, sürekliliğini gösteriyor. Aynı zamanda Atatürk’ün ölümsüzlüğünün bir kanıtını da ortaya koyuyor.
Atatürk’ün ölümsüzlüğü, ve bütün dünya ülkelerine örnek kişiliği Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kuruluşu UNESCO tarafından da kabul ve ilan edilmiştir.
Gerçekten UNESCO 1981 yılında, 100. Doğum Yıldönümü nedeniyle Atatürk’ün “Ulusal Mücadele ve Çağdaşlaşma Lideri” olarak evrensel niteliklerini ortaya koymuştu. Bu karar doğrultusunda, Atatürk’ün doğumunun 100. yılı bütün dünyada, “1981 Atatürk Yılı” olarak kutlanmıştı. Bu uygulama, dünyada ilk ve tektir. 27 Kasım 1978 Tarihli UNESCO Genel Kurulu kararında aynen şunlar yazıyordu: “UNESCO Genel Konferansı; Uluslararası anlayış işbirliği ve barış yolunda çalışmış üstün kişilerin gelecek kuşaklar için örnek olacakları inancıyla, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün doğumunun 100. Yıldönümü’nde, 1981 yılında anılmasını kararlaştırmıştır.
Olayı kısa anlatalım. Alınan kararda “Bu gün UNESCO’nun üzerinde çalıştığı bütün projelerin isim babası Mustafa Kemal’dir.” denilmektedir. Birden İsveç delegesi ayağa kalkar ve şunları söyler: “Ne yani dünyada bu kadar devlet adamı var hepsinin doğum gününü böyle kutlayacak mıyız?” Rus delegesi ayağa fırlar yumruğunu masaya vurur ve 152 ülkenin delegelerine aynen şöyle der: ”Genç delege arkadaşıma hatırlatmak isterim ki ATATÜRK öyle dünyadaki herhangi bir lider değildir, bırakın onu bir yıl anmayı her ülke her problemimizde çare olarak aramalıdır” der. Sonra ne mi olur? UNESCO tarihinde ilk ve tek örnektir: Hiç olumsuz oy yok, hiç çekimser oy yok. 152 ülkenin tamamı şu metne imza atar; hani İsveç delegesi demişti ya “ne yani” diye. O İsveç delegesi bu imzanın atıldığı gün mikrofona gelir ve aynen şunları söyler; ”Ben ATATÜRK’ü inceledim bütün ülkelerden özür diliyor, ilk imzayı ben atıyorum.” Alınan kararda şunlar yazmaktadır: “ Atatürk kimdir; Atatürk uluslararası anlayış, işbirliği, barış yolunda çaba göstermiş üstün kişi, olağanüstü devrimler gerçekleştirmiş bir inkılapçı, sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önder, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, bütün yaşamı boyunca insanlar arasında renk, dil, din, ırk ayırımı göstermeyen, eşi olmayan devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu”
Atatürk döneminin aydınlarından, ünlü gazeteci Zekeriya Sertel “Hatıralarım” isimli kitabında Atatürk’ün cenaze törenini eşiyle birlikte izlerken aklından geçen düşünceleri özetle şöyle anlatır:
Bu güzel, fakat hazin manzarayı seyrederken Atatürk’ün son 15 yıllık hayatı bir sinema filmi gibi gözlerimin önünden geçti. O vakit, vicdanımla bir hesaplaşma yapmak gereğini duydum. Sağlığında biz bu adama karşı hürriyet ve demokrasi savaşı yapmıştık. Onu, demokrasi ve hürriyet getirmediği için âdeta suçlu sayıyorduk. Onun hareketlerini diktatörce buluyorduk. Çünkü o vakit ormanın içindeydik. Ağaçları görüyorduk, ama ormanı bütün büyüklüğüyle göremiyorduk. Şimdi, geçenleri daha aydın görebiliyordum. Atatürk memleketin sosyal, siyasal ve ekonomik hayatında büyük devrimler yapmıştı. Halifeliği ve padişahlığı yıkmış, yerine bir cumhuriyet rejimi getirmişti. Halkın sosyal hayatında ve geleneklerinde birçok esaslı değişiklikler yapmıştı Şapka ve yazı devrimleri, tekkelerin ortadan kaldırılması, birçok kötü geleneklerin yıkılması bazı kimseleri tedirgin etmişti. Emperyalistler de memleket içinde isyanlar çıkarmışlardı. İstanbul’da bütün halifeci, padişahçı ve gerici basın, Atatürk’e karşı yaylım ateşi açmıştı. Bütün bu koşullar içinde hürriyet ve demokrasi gelişebilir miydi? Tersine, devrim düşmanlarına karşı az çok sert davranmak gerekir. Atatürk de iç ve dış düşmanlara karşı ihtiyatlı ve tedbirli bulunmak ihtiyacındaydı. Böyle olmakla beraber Hitler ve Mussolini biçiminde bir diktatörlüğe gitmedi. Kişi yönetiminden çok meclis egemenliğine, yani halk egemenliğine önem verdi. Bütün koşullar, onun Doğulu bir diktatör olmasına elverişliydi. Fakat, asker olmasına rağmen “Benevolent diktatorship” diye adlandırdıkları biçimde yumuşak, sevimli ve akıllı bir otorite kurdu. Bu otorite diktatörlükte olduğu gibi korkuya değil, sevgiye dayanıyordu. Ona bu kuvveti veren, halkın kendisine sevgiyle bağlı olmasıydı. Onun için, bizim istediğimiz kadar değilse de, yine de günün koşullarının elverdiği kadar ölçüde hür bir rejim kurdu. Biz eleştirilerimizi özgürce yapabildik. Nazım Hikmet en devrimci şiirlerini onun döneminde yazdı. Nazım’ın en son ve en uzun mahkûmiyeti de Atatürk’ün hastalık yıllarına rastlar. Zaten büyük adamlar ancak ölümünden sonra anlaşılır. Atatürk de bütün ölçüleriyle şimdi anlaşılmaya başlamıştır. Bugün memlekette ilerici kuvvetler Atatürk ilkelerine dayanarak savaşabiliyorlardı.
Onun için Atatürk dün de büyüktü, bugün de büyüktür, yarın da büyük kalacaktır. Biz, uğrunda savaştığımız özgürlük ve demokrasiye ancak onun açtığı yoldan ulaşabiliriz.
Özgürlük ve demokrasi savaşına asıl onun ölümünden sonra hız vereceğiz.
Atatürk’ün ülkemiz ve milletimiz için yaptıklarını, eserlerini ve geleceğe yönelik hedeflerini hala anlayamayanlara ne yazık… Onun düşüncelerinin rehberliğinde, onun yolunda gidenlere , onun ışığını gelecek kuşaklara taşımaya çalışanlara ne mutlu…
Bu belge Belgeler arşivinde bulunmaktadır.