Onur Öymen, Bahçeşehir Üniversitesi Siyaset Okulu, Ortadoğu’daki Gelişmeler ve Terör Konulu Konferans, 10 Ocak 2015

Son günlerde Paris’te yaşanan terör saldırıları bu eylemlerle Ortadoğu’daki bazı İslami terör örgütlerinin bağlantısını yeniden gündeme getirdi.

Uzunca bir zamandan beri Ortadoğu’daki gelişmeleri terör örgütlerinin eylemlerinden bağımsız olarak düşünmek neredeyse hiç mümkün olmuyor.

Birinci Dünya Savaşından sonra Ortadoğu’da sınırlar ve ilişkiler büyük devletlerin petrol çıkarları göz önünde bulundurularak şekillendirildi. Büyük devletlerle otoriter yerel yöneticilerin ilişkileri de buna göre yönlendirildi. En önemlisi demokratik rejimlerin bölgeye yerleşmesine bazı iç ve dış faktörler tarafından izin verilmemesi Ortadoğu’da gayrimeşru güç kullanarak siyasete yön verme çabalarını teşvik eden bir unsur oldu.
Bugün terör örgütleri ile İslamiyet arasında bağ kurmaya çalışılıyor. Oysa başlangıçta Filistin terör örgütlerinden söz ediliyordu ama onlardan İslami terör örgütü olarak söz edilmiyordu. Aynı şekilde ETA’dan veya IRA’dan Fransız Action Directe veya Alman Bader Meinhoff örgütlerinden hiç kimse Hristiyan terör örgütleri olarak söz edilmiyordu.

Aslında Ortadoğu’daki terörün başlangıcında 1930’lu yıllardan itibaren bağımsız bir İsrail Devleti kurmak isteyen Yahudi terör örgütleri var. İsrail devletinin kurucuları arasında yer alan Ben Gurion Haganah’nın kurucularındandır. Moşe Dayan ve Ariel Şaron da bu örgütün üyeliğini yaptıktan sonra siyasete atılarak ün kazanan devlet adamlarındandır. Ayrıca İzak Rabin de Palmach’a (Şok Kuvvetleri) katılan Yahudi devlet adamlarından biriydi. Başka bir terörist grup olan Irgun’un liderliğini ise Menahem Begin yapıyordu. Ayrıca Sabra ve Şatilla katliamlarında da buldozer lakabıyla nam salmış Ariel Şaron’un rolü olduğu bilinmektedir. Bu Yahudi terör örgütlerinin Kudüs’teki King David Oteli’ne 22 Temmuz 1946’da yaptıkları saldırı bir dönüm noktası oluşturmuştu.

İngiltere’nin ve diğer bazı Batılı ülkelerin Birinci Dünya Savaşından sonra bağımsız bir İsrail kurulması hedefi ile yaptıkları, Lord Balfour’ın raporu gibi girişimler İsrailli teröristleri yüreklendirecek girişimler arasında yer aldı. O tarihte İsrailliler Kudüs ve civarındaki toprakların tarihte atalarının sahip olduğu yerler olduğuna inanıyorlardı ve o topraklarda kendi devletlerini kurmayı arzu ediyorlardı. Ancak yüzyıllardan beri o topraklarda Araplar yaşıyordu. 13. Yüzyıldaki Haçlı Seferleri başarısız olmuş ve bu bölgenin yeniden Hıristiyanların eline geçmesini sağlayamamıştı. 1517 tarihinde Yavuz Sultan Selim’im Mısır Seferi’nden sonra o bölge Osmanlı Devleti’nin denetimi altına girmişti. Napolyon’un 1798-1801 tarihleri arasında gerçekleştirdiği Mısır seferi başarısızlıkla sonuçlanmıştı.

Birinci Dünya Savaşı her şeyi değiştirdi. İngilizler tarafından çeşitli vaatlerle kandırılan Araplar, Osmanlılara karşı ayaklandılar. Savaştan yenilgiyle çıkan Osmanlı İmparatorluğu’nun oradaki toprakları İngilizlerin, bazı topraklar da Fransızların etki alanı içine girdi. İşte o ortamda bağımsız bir İsrail kurulması fikri geliştirilirken bazı İsrailli terör örgütleri de biraz önce belirttiğimiz gibi bu düşüncenin hayata geçirilmesinde şiddet yöntemini kullanarak katkı sağlamaya çalıştılar.

İsrail devleti kurulduktan sonra bu defa tablo tersine döndü. Toprakları İsrail tarafından işgal edilen Araplar terör yoluyla İsrail’i bu topraklardan uzaklaştırmaya çalıştılar. Ortadoğu’da terörün yoğunlaştığı yıllar 1960’lı yılların sonu ile 1970’li yılların başıdır. Habbaş ve Hawatme gibi liderlerin öncülüğündeki radikal terör örgütleri bir yandan İsrail’e bir yandan da onu destekleyen Batı ülkelerinin menfaatlerine karşı çeşitli eylemler yaptılar. Bu örgütlerin içinde 28 Mayıs 1964 tarihinde kurulan Filistin Kurtuluş Örgütü en çok ses getiren örgüt oldu.

Bu örgütler çeşitli uçak kaçırma eylemleri, Achille Laura gemisine yapılan saldırı, 1972 Münih Olimpiyatları sırasında düzenlenen eylemlerle ses getirdiler. Bu örgütler esas olarak Suriye’de ve Lübnan’da üslenmişlerdi. 1967 yılındaki Mısır-İsrail Savaşı’ndan sonra İsrail’in Filistin’de kendi sınırlarının dışındaki bazı toprakları ve Golan Tepelerini ele geçirmesi Filistinlilerin tepkilerini daha da güçlendirdi ve şiddet eylemlerini yoğunlaştırdı. Arap ülkeleri de bazen açık, bazen örtülü biçimde radikal Filistin örgütlerine destek verdiler ve Arafat zaman içinde Filistin halkının meşru lideri görüntüsünü kazandı. İslam Konferansı Örgütünün kuruluşunda da Filistin topraklarının İsrail’den kurtarılması hedefi yatmaktadır.

İsrail’in işgal ettiği topraklarda yaşayan Filistinliler Ürdün, Lübnan, Kuveyt gibi ülkelere göç ederek oralarda yaşamaya başladılar. Bugün sayıları 60 varan o kamplarda yaşamak zorunda bırakılan Filistinlerin sayısı 5 milyondur. Bu Filistinlilerin bir kısmı gittikleri ülkedeki hükümetlerle de anlaşmazlığa düştüler hatta çatışmaya düştüler. Eylül 1970 tarihinde Ürdün’de Ürdün askerleri ile Filistinliler arasında kanlı çatışmalar oldu. Bazı kamplar aynı zamanda radikal Filistinli unsurların terör eylemlerinde kullandıkları militanların eğitim merkezleri haline geldi. İsraillilerin bu kamplara karşı saldırıları çoğu zaman ölçüyü aştı ve büyük insanlık dramlarına yol açtı. 16 Eylül 1982 tarihinde Sabra ve Şatilla kamplarına yapılan saldırı da yaklaşık 3000 Filistinli hayatını kaybetti.

Filistinli terör örgütlerine ev sahipliği yapan ülkelerin başında Suriye geliyordu. 1970’li yılların sonunda Suriye 11 Arap terör örgütünün merkezi konumuna gelmişti.

Zaman içinde Filistinlilerin ve başkalarının da benimsediği terör eylemleri adeta Arapların kendilerinden daha güçlü devletlere karşı kullandıkları bir siyasi güç haline dönüştü.

1928 yılında Kahire’de kurulan Müslüman Kardeşler örgütü de bölgeye şeriat düzeni getirmek için cihat ilan edip şiddet yöntemlerine başvurmayı bir siyasi hedef haline getirmişti. Bu da terörü teşvik edici unsurlar arasında yer aldı.

Arafat’ın öncülüğündeki FKÖ 1982 yılında Tunus’a yerleşerek orada adeta sürgünde meşru bir hükümet gibi kabul edilip Arap ülkeleriyle ve başka ülkelerle temaslar yürüttü. İsrail’in 1 Ekim 1985 tarihinde FKÖ’nün Tunus’taki karargahını havadan bombalaması büyük tepki yarattı ve çok sayıda Filistinlinin ölümüne yol açmakla birlikte İsrail’in beklediği sonucu vermedi. Filistinlilerin sadece şiddet kullanarak mağlup edilemeyecekleri izlenimini dünyada yaygınlaştı.

Bölgede terör eylemlerinde bulunanlar sadece Araplardan ibaret değildi. 1984 yılından sonra PKK’nın öncülük ettiği Kürt terör örgütleri yaklaşık 35.000 kişinin ölümü ile sonuçlanan eylemlerde bulundu. PKK’nın bir kolu olan PJAK da İran’a yönelik olarak eylem yapmaya başladı. Başlangıçta PKK’nın merkezi Şam’daydı ve Suriye’nin denetimindeki Lübnan topraklarında bulunan Beka Vadisinde PKK’nın ve başka terör örgütlerinin eğitim kampları vardı.

1998 yılında Öcalan’ın Türkiye’nin diplomatik baskısı sonucunda Suriye’den çıkarılması sonucunda bu kamplar da kapatıldı ve PKK’nın ağırlık merkezi Kuzey Irak’taki Kandil bölgesine kaydırıldı.

Ayrıca rejim muhaliflerinden oluşan İranlıların kurduğu Halkın Mücahitleri örgütü de Irak topraklarına yerleşti ve İran’a karşı eylem yapmaya başladı.

Bütün bunların dışında Afganistan’da kurulan el Kaide terör örgütü yurt dışında örgütlenmeye ve eylem yapmaya başladı. Bu eylemlerin en büyüğü 11 Eylül 2001 tarihinde New York’ta İkiz Kulelere ve Washington’da Pentagon’a yapılan saldırılardır.

Son zamanlarda bölgede ve bölge dışında yaygınlaşan ve giderek vahim sonuçlar vermeye başlayan terör eylemlerini geçmişteki bu gelişmeleri dikkate almadan değerlendirmek mümkün değildir.

Esas üzerinde durulması gereken konu uluslararası toplumun bütün bu terör eylemlerinin sona erdirmek için yeterince işbirliği yapmadığıdır. Devletler genellikle kendi menfaatlerini doğrudan doğruya tehdit eden bir terör örgütü olduğu zaman onunla mücadele etmeyi, onu etkisiz kılmayı hedef almakta, ancak başka ülkelere yönelik terör örgütlerini bertaraf etmeyi öncelikli bir hedef saymamaktadırlar. Aslında 11 Eylül saldırılarından önce de büyük devletlere yönelik terörist eylemler olmuştu. Beyrut’ta 23 Ekim 1983 tarihteki terörist saldırı sonucundaki 241 Amerikan deniz piyadesi ile 58 Fransız paraşütçüsü hayatını kaybetmişti. 1998 yılında Amerika’nın Nairobi Büyükelçiliğine yapılan terörist saldırı sonucunda da 224 kişi ölmüştü.

İşte bu acı tecrübelere rağmen maalesef uluslararası toplum teröre karşı ortak bir mücadeleye girememiş, yapılan anlaşmalar yeterince sonuç vermemiştir. Daha da kötüsü bazı ülkelere, komşu ülkelerde eylem yapan teröristleri topraklarında kabul ederek onları himaye etmişlerdi. Uzun yıllar boyunca, İspanya’da eylem yapan, savcıları, polisleri, politikacıları öldüren ETA teröristleri Pireneleri aşıp Fransa’ya girdikleri zaman orada özgürlük savaşçıları olarak muamele görmüşlerdi. 1980’li yılların başında bazı İspanyol güvenlik görevlilerin oluşturduğu anti-terör GAL örgütü gizlice Fransız topraklarına girip orada yaşayan ETA liderlerini yakalayıp öldürdükten sonra Fransa bu politikasını sürdüremeyeceğini anladı. İspanya ile anlaşarak yakaladığı ETA mensuplarını tutuklayıp İspanya’ya iadeye etmeye başladı. GAL örgütü mensupları daha sonra İspanya’da yargılanıp cezalandırıldı. Ancak bu örgütün kimlerin onayı veya rızasıyla kurulduğu tam anlaşılamadı.

Arap kökenli terör örgütleri pek çok Ortadoğu ülkesinden destek gördüler. PKK örgütü, Hafız Esad zamanında Suriye’den, Irak’tan, Yunanistan’dan ve Kıbrıs Rum Kesiminden destek aldı. Bu örgütün hedefi haline gelmek istemeyen bazı Avrupa ülkeleri de zaman zaman PKK’ya bağlı örgütleri yasaklamakla, bazı PKK sorumlularını yakalayıp cezalandırmakla birlikte çoğu zaman bu örgüte hoşgörü gösterdiler ve yakaladıkları PKK’lıları hiçbir zaman Türkiye’ye iade etmediler. Bazı büyük devletler Türkiye’ye PKK ile mücadele yerine müzakere yöntemini önerdiler. Halkın Mücahitleri örgütü Irak’tan destek gördü Amerikan işgalinden sonra da Amerika bunları silahsızlandırmakla birlikte yargılayıp cezalandırma yoluna gitmedi.

Uluslararası toplumun terörle mücadeledeki işbirliği girişimleri ne yazık ki başarılı olamadı. 1996 yılında İsrail’de bir canlı bombanın bir otobüsü havaya uçurması sonucunda çok sayıda insanın ölmesi üzerine uluslararası toplumda büyük bir infial oldu. Mısır’ın daveti üzerine Şarm el Şeyh’de bir terör zirvesi toplandı.. doğu ve Batı ülkelerinin devlet ve Hükümet başkanı düzeyinde temsil edildikleri bu zirvede Türkiye’yi Cumhurbaşkanı Demirel temsil etti. Benim de Dışişleri Bakanı Müsteşarı olarak katıldığım o zirvede terörün tanımı üzerinde bile mutabakata varılmakta zorluk çekildiği görüldü. AB’nin, üye olmayan bazı ülkelerin de katıldığı Terörle Mücadele Komitesine, terörden en çok zarara gören ülke olmasına rağmen Türkiye’nin davet edilmemesi dikkat çekici oldu.

Yaşanan bu son olaylardan bütün ülkelerin ders çıkartması lazımdır. Artık ülkeler kendi kısa vadeli menfaatlerini ve kaygılarını bir tarafa bırakarak dünyadaki bütün terör örgütleri ile topyekûn bir mücadeleye karar verecekler midir veremeyecekler midir? 11 Eylül saldırılarından sonra dünyada böyle bir hava oluşmuştu. Başkan Bush bütün dünyadaki terör örgütleri ile sonuna kadar mücadele edeceklerini söylüyor ve “ya bizimle berabersiniz ya bize karşısınız! Bizim gri sahamız yoktur” diyerek devletleri tavır almaya zorluyordu. Türkiye’de bu tavrı desteklemişti. O saldırının ertesi günü NATO tarihinde ilk defa Washington Anlaşmasının 5. Maddesini işletmeye karar vermiş ve bütün ülkeler bu saldırıyı kendilerine yapılmış saymışlardı. Amerika’nın buna tepki olarak başlattığı Afganistan operasyonuna birçok ülke katılmış, NATO da bir birlik göndermişti. Ancak zaman içinde bu havanın dağıldığı ve ülkelerin gene eskisi gibi terörle mücadelede seçici davrandıkları görüldü. Beni sokmayan yılan bin yaşasın görüşünün egemen olduğu izlenimi alındı. Büyük devletler ve uluslararası toplum Paris’te Charlie Hebdo Dergisine yapılan saldırıya gösterdikleri tepkinin pek azını aynı günlerde Nijerya’da 2000 kişiyi öldüren ve bir kasabayı yakıp yıkan Boko Haram terör örgütüne göstermedi. Gene aynı günlerde Yemen’de 35 polisin ölümüyle sonuçlanan terörist saldırıyı kınayan pek az oldu.

Teröre en çok kurban veren ülkelerden biri olan Türkiye uluslararası topluma terörle mücadelede ayrım yapmayan, seçici olmayan bir yaklaşımın sergilenmesi için çağrıda bulunması ve sonuç alıcı girişimlerde bulunulması zamanıdır. Özellikle hiçbir ülkenin hiçbir terör örgütüne hiçbir koşulda müsamaha göstermemesinin sağlanması önem taşımaktadır. Terörü artık fakir ve güçsüz ülkelerin bir atom bombası gibi sayarak destekleyen ülkelerin ve bu yaklaşımlardan vazgeçirilmesi için çalışılmalıdır.

Hiçbir ülke terörü bitirmek için terör örgütlerinden medet umarak elinden silahı bırakmayan terör örgütleriyle masaya oturmamalıdır. Son gelişmeler terör örgütlerinde akıl, merhamet ve hoşgörü gibi duyguların bulunmadığını göstermiştir. Türkiye’de artık silahlı terör örgütleriyle müzakere edilmez mücadele edilir görüşünü benimsemelidir.


Bu belge Belgeler arşivinde bulunmaktadır.