Onur Öymen’in İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesinde Yaptığı Konuşma – 13 Mart 2014

Değerli arkadaşlar,

Son günlerde twitter’in yasaklanması basın ve haberleşme özgürlüğünü yeniden gündeme getirdi. Aslında benim bu konuda yazdığım “Bir Propaganda Silahı olarak Basın” isimli kitabım birçok güne kadar piyasaya çıkacak. O kitapta tarihten bu yana dünyada ve Türkiye’ye gazetecilere ve yazarlara yapılan baskıları, sansürleri ve yönlendirme çabalarını anlatıyorum. Devletlerin basını nasıl bir propaganda silahı olarak kullanmaya çalıştıklarının örneklerini veriyorum. Dilerseniz bugün bu konudaki görüşlerimi sizlerle paylaşayım.

Amerika’ya sürülen Benjamin Harris. Bu atak gazeteci Amerika’nın ilk gazetelerinden biri çıkartıyor. Ama o gazetenin ilk sayısı aynı zamanda son sayısı da oluyor. O devir Amerika’da hala İngiliz kolonilerinin bulunduğu devir. Harris İngiltere’ye karşı Katoliklerin komplo yaptıkları yolunda sansasyonel bir haber yayınlayınca büyük tepki oluşuyor ve gazete kapatılıyor.
O devirdeki gazeteler Sömürge makamlarını rahatsız edecek haber ve yorumlar yayınlamaktan özenle kaçınıyorlar. İngilizcedeki ünlü “Kral daima haklıdır” sözü her halde o zamanlardan kalma. Gazetelerin dikkatli davranmak zorunda kalmaları sebepsiz değil. Gene Boston’da 1721 yılında yayınlanmaya başlanılan başka bir gazete New England Courant’ın sahibi James Franklin hükümetin halkı korsanlara karşı yeterince koruyamadığını yazınca hemen yargılanıp hapis cezasına çarptırılıyor. Amerikan basının ilk yıllarında bunlar yaşanıyor.
Amerikan basın tarihinde başka ilginç örnekler de var. 24 Nisan 1704 tarihinde, yani Amerika’nın bağımsızlığından 83 yıl önce yayın hayatına atılan Kuzey Amerika’nın ilk gazetelerinden The Boston News-Letter’in büyük ölçüde İngiliz Hükümetinin finansmanıyla yayınlandığını görüyoruz. Paranın kaynağını elinde tutan hükümet kuşkusuz gazetenin yayın politikasını da yönlendiriyordu.
Amerika’da basın özgürlüğünü kısıtlama girişiminin ilk örneklerinden biri 1734-35 yıllarında New York’ta yaşandı. O yıllarda New York Valisi William Cosby aleyhindeki yolsuzluk iddialarını yayınlayan ve kuvvetli eleştirilerde bulunan gazeteci John Peter Zenger yargılanarak 8 ay hapis cezasına çarptırıldı. O tarihlerde bir gazetecinin 8 ay hapis cezası alması bile tepkiyle karşılanıyordu. Oysa daha Amerika bağımsız olmamış, dolayısıyla düşünce özgürlüğünü güvence altına alan Amerikan Anayasası da doğal olarak kaleme alınmamıştı. Zenger’in avukatı Andrew Hamilton duruşmada şunları söylüyor: “ Ülkemizin yasaları yazılı ve sözlü olarak keyfi yönetime karşı çıkma hakkını bize veriyor. O yüzden gazeteci Zenger’i mahkûm edemezsiniz”. Bu savunmayı dikkate almayan mahkeme mahkûmiyet kararında ısrar ediyor ancak Jüri savunmayı geçerli bularak Zenger’i beraat ettiriyor. Yani o tarihte eleştiriye tahammül edemeyen yönetimler ve onların suyundan giden yargıçlar olsa da Jüri sistemi adaletin yerini bulmasını sağlayabiliyordu.
Atatürk “Beynelmilel umumî tarihin cereyanında Türklerin 1453 zaferini, yani İstanbul’un fethini tasavvur buyurunuz. Bütün bir cihana karşı İstanbul’u ebediyen Türk camiasına mal etmiş olan kuvvet ve kudret, takriben aynı yıllarda icat edilmiş olan matbaayı Türkiye’ye kabul için hukuk erbabının meş’um mukavemetini iktihama [uğursuz direnişini göğüslemeye] muktedir olamamıştır. Köhne hukukun ve müntesiplerinin matbaanın memleketimize girmesine müsaade etmeleri için üç yüz yıl müşahede ve tereddüt etmelerine ve leh ve aleyhte pek çok kuvvet ve kudret sarf etmelerine ıstırar hasıl olmuştur. (…) Bu hadiseler inkılâpçıların en büyük, fakat en sinsi can düşmanı, çürümüş hukuk ve onun biderman [çaresiz] müntesipleri olduğunu gösterir. (…) Büsbütün yeni kanunlar vücuda getirerek eski hukuk esaslarını temelinden sökmek teşebbüsündeyiz.”

Şu sözler Thomas Jefferson’a aittir: “Bana basınsız bir hükümetle hükümetsiz basın arasında bir seçim yap deseniz ben hiç duraksamadan ikincisini seçerim”. Jefferson’un döneminde Amerika’da yaklaşık 200 gazete yayınlanıyordu. Jefferson bunu yeterli bulmuyor, bütün Amerikan vatandaşlarının gazetelere ulaşacak ve onları okuyabilecek duruma gelmelerinin önemli bir hedef olduğunu söylüyordu.

Türkiye’de ilk matbaa denilince akla İbrahim Müteferrika’nın 1727’de kurduğu matbaa geliyor. Oysa ondan 234 yıl önce İstanbul’da gayrı Müslimlerin kurduğu, oldukça ilkel matbaalar var. Örneğin İspanyol göçmeni David ve Samuel İbn Nahmias kardeşler 1493 yılında İbranice kitaplar basan bir matbaa kuruyorlar. 1530’da da Sonosino ailesi İtalya üzerinden daha geliştirilmiş bir matbaa makinesi getiriyor. 1567 yılında Ermeniler, 1627 yılında Rumlar kendi matbaalarını kuruyorlar. Rum matbaaları 19. Yüzyılda isyancıları destekleyen yazılar basmaya başlayınca kapatılıyor.

Macar asıllı İbrahim Müteferrika topu topu 17 kitap basabiliyor.
Luther’in 1543 yılında yayınladığı kitaplarından birinin başlığı şöyle: “Yahudiler ve Onların Yalanlarına Dair”. Luther’in yedi maddede özetlediği Yahudi karşıtı önlemlerden birincisi Sinagogların yakılması, ikincisi Yahudilerin evlerinin tahrip edilmesi, üçüncüsü ise Yahudilerin en önemli din kitaplarından Talmud’un ortadan kaldırılmasıydı. Katolikliğin katı kurallarına karşı çıkarak Protestanlığı kuran Martin Luther’in Yahudilere karşı bu kadar acımasız olabilmesi hayret verici. Aslında Luther yalnız Yahudilere değil, Türklere ve Müslümanlara karşı da kitaplar yazdı. Bunlardan biri “Türklere Karşı Duaya Çağrı”, öbürü de “Türklere Karşı Savaş”.

IX. Louis zamanında Paris’te Yahudilikle ilgili eserler toplatıldı. 24 vagonu dolduran bu eserler yakılarak imha edildi.

15. yüzyıldaki engizisyonun hedeflerinden biri de kütüphanelerdi. Yüzyılın sonların Salamanca Kütüphanesindeki 6000 eser yakıldı. 16. Yüzyılın başlarında da Grenada’da 24.000 kitap yakılarak imha edildi. Bu kitapların imha edilmesi emrini veren Kardinal Ximenez.

1562 yılında Yucatan Piskoposluğuna getirilen Diego de Landa Mayaların bütün bu eserlerini yaktırdı. Landa şöyle diyordu: “Çok sayıda kitap bulduk. Bu kitaplarda şeytanın yalanlarından başka bir şey yoktu. O nedenle hepsini yaktık.” Bugün Mayalardan kalan sadece üç cilt eser var.

1940’lı yılların sonlarından itibaren Amerika’da herkesi komünistlikle suçlayan Senatör McCarthy’nin öncülüğündeki yasaklama rejimi sürüyordu. Bunun tipik örneklerinden biri McCarthy’nin Amerikan Edebiyatı Antolojisinin kütüphane raflarından kaldırılması talebiydi. Çünkü bu antolojide Thoreau’nun “Sivil itaatsizlik” isimli eseri de yer alıyordu.

11 Eylül 2001 tarihinde New York’ta ikiz kulelere yapılan terörist saldırılardan sonra Amerikan Meclisinde kabul edilen “ABD Vatanseverlik Yasası” kimin hangi kütüphaneden hangi kitapları okumak üzere aldığının tespiti için hükümete yetki veriyordu.

Kendisi de bir din adamı olmasına rağmen Fransa Başbakanı Kardinal Richelieu sansür yetkisini Kilisenin elinden alıp Kraliyet makamlarına veriyor. “Bana bir adamın yazdığı altı satırlık bir metin getirin ben onu idama götürmenin yolunu bulurum” sözleri de işte bu Richelieu’ye ait.

Montesquieu’nin “Fars Mektupları” ile “Kanunların Ruhu” isimli eserleri Hollanda’da, Jean Jacques Rousseau’nun “Sosyal Mukavele” isimli eseri İsviçre’nin Cenevre kentinde, “Eşitsizliğin Kökenleri Hakkında Nutuk” adlı kitabı da Amsterdam’da yayınlanıyor.
Beaumarchais’nin Figaro’nun Düğünü adlı operasında uşakların efendiler üzerinde kazandığı üstünlük anlatılıyor. Halkın aklına kötü şeyler düşmesin diye bu eserin de oynanması yasaklanıyor.

Napolyon’un devlet yönetimi ele geçirerek imparatorluğunu ilan etmesinden sonra ilk el atılan konulardan biri sansür. Derhal basınla ilgili bir kararname çıkartılarak yasaklar ve sınırlamalar getiriliyor. Her eyalette siyasi içerikli yayın yapabilecek tek bir gazete yayınlanacak. Sadece Paris’te dört gazeteye izin var. 29 Temmuz 1881 tarihli bir yasaya göre yargı bütün yayınları denetleyecek. İki yıl sonra her gazeteye bir sansür görevlisi atanıyor. 1810 tarihinde Napolyon’un imzaladığı bir kararname sansürü resmileştiriyor.

Osmanlı İmparatorluğunda ilk matbaa Macar asıllı İbrahim Müteferrika ile 1721’de atandığı Paris Büyükelçiliğinden İstanbul’a dönen Çelebi Mehmet ve oğlu tarafından 1729 yılında kuruldu. Bunun için Şeyhülislamdan fetva ve Padişah’tan izin almak gerekiyordu. O zaman paralel devlet böyle bir şeydi

Takvim-iVekayi’den sonra 1840 yılında Ceride-i Havadis çıkıyor. Bunun özelliği sahibinin yabancı olması. William Churchill adındaki bir İngiliz bu gazeteyi çıkartıyor. Bu zat evvelce Morning Herald gazetesinin İstanbul muhabiriymiş. Kaza eseri bir çocuğu yaraladığı için tutuklanıyor. Bir İngiliz vatandaşı tutuklanabilir mi? Devir kapitülasyonlar devri. İngiltere Büyükelçiliğinin girişimi üzerine Churchill hemen serbest bırakılıyor. Kendisine çeşitli ödüller veriliyor ve bu arada bir gazete çıkartma imtiyazı da ihsan ediliyor. Gazete çıkıyor ama pek satılmıyor. Çare? Hükümete baskı yaparak para yardımı almak. O da böyle yapıyor ve devletten ayda 2500 kuruş yardım alıyor.

Namık Kemal gibi çok değerli bir aydının hayatının yaklaşık 3,5 yılını hapiste veya sürgünde geçirmesi üzüntü verici.

Ziya Paşa Cenevre’den Hürriyet gazetesine yazdığı “İdare-i Cumhuriyye ve ve Hükümet-i Şahsiyye başlıklı makalede şunları yazıyordu: “Cumhuriyet idaresinde padişah, imparator, sadrazam yoktur. Memleketin padişahı, imparatoru, kralı memleketin ahalisidir…Cumhuriyet idaresinde gazeteciler hükümeti koltuklamaya borçlu olmayıp kanun hükmü çerçevesinde her türlü tarizi yazmaya yetkilidirler…Meclis üyelerinin hiçbirinde memuriyet üzerinden zengin olmak , para kazanmak kusuru olamaz. Cumhuriyet idaresinde Bakanların entrikaları asla yürüyemez.”

Peki, şahsa bağlı iktidarlarda durum nasılmış? Ziya Paşa yazısında onu da yazıyor: “Şahıslara bağlı hükümetlerde bunların vükelası, müsteşarları ünvanlıyla bazıları iş başına geçerler. Sözde memleket bunların ceddinden miras kalmış çiftlik, halk da çiftlikteki damızlık gibi milyon halkı çalıştırırlar, soyarlar, ellerindekini alıp kendi safahatlarına harcarlar. Himaye ettiklerinden biri suçlu olsa kanunun pençesinden kurtarır, mahkemede haksız bir işi olsa haklı çıkartır, düşmanlık ettiği bir adamı asla suçu yokken hapsedip sürer, geçim yolunu ortadan kaldırır, sefalet çektirir. Şahıslara bağlı hükümetlerde gazeteciler işbaşındaki büyüklerin dalkavukluğuyla geçinirler. Hükümet bir fena işte bulunsa da gene övgülerini göklere çıkartırlar. Yapılan fenalığı iyilik gibi göstermeye çalışırlar. Zira asıl maksatları vatana ve millete hizmet olmayıp para kazanmaktır.”

Padişahın arzusu üzerine Mecliste matbuat kanunu tasarısı görüşülüyor. ön sansür uygulanacaktır. Edebiyat kitaplarının ön izne tabi olması tartışma yaratıyor. O tartışmadan birkaç örnek:
“Sebuh efendi: Edebiyatın hiç zararı görülmedi.
Reis: Edebiyat nedir bilir misiniz? Dünyada ne kadar rezillik varsa onun adına edebiyat denilmiştir.
Sebuh Efendi: Her halde edebiyatı menetmek caiz değildir.
Reis: Nasıl caiz değildir? Katli bile caizdir.”

1858 yılında kabul edilen Ceza Yasası’nın 139. Maddesinde “Genel adaba aykırı olarak yazı ve şiir, şaka ve yergiyedair şeyleri veya edepsizce resim ve tasviri basanlardan bir mecidiye altından beş mecidiye altına kadar ceza alınacağı” belirtiliyor. Yani karikatür de yasak.
Öldürülen gazetecilerden Ahmet Samim bir yazısında şöyle diyordu: “Basın Osmanlılığın erdemlerinden, ululuğundan, şan ve gücünden bahsetti mi görevini yapmış oluyor. Şu veya bu kusurlarından söz etti mi o zaman fena bir yol izlemiş olur, garazkar oluyor, ihanetle, hain bir amaca hizmet etmekle suçlanıyor.”

Bakanlar Kurulu Kararıyla ve bir Bakanlık bütçesinden yardım alan ilk basın kuruluşu Servet-i Fünun’du. Diğerleri Hazine-i Hassa’dan, yanı Padişahın özel hazinesinden yardım alırlardı. Serveti- Fünun’a İçişleri Bakanlığı bütçesinden ayda 3240 kuruş verilirdi.

Tercüman-ı Hakikat gazetesine hazineden 120,000 kuruş veriliyor; İstanbul’da yayınlanan Levant Herald isimli gazeteye 100,000 kuruş, Moniteur Oriental gazetesine 67,606 kuruş, Saadet gazetesine 36,000 kuruş La Turquie gazetesine 84,000 kuruş, İstanbul gazetesine 24,000 kuruş veriliyor.

Paris Büyükelçisi Salih Münir Paşa saraya arzda bulunuyor: “ Debats ve Temps gibi ünlü gazetelere eski bakanlar yazı yazarlar. Bunlara memleketimiz hakkında verilen bilgiler yanlıştır ve garaza dayanır. Bu yazarlardan bir kısmı münasip şekilde taltif edilmelidir. 30 gazetenin ayda 5000 franklık ödenekle tamamen ele alınmalarını sağlamış durumdayım. Bu gazetelerin yazarlarıyla bir mukavele imzalanmasının gerektiği kanısındayım.
Ahmet Mithat Efendi, Devir gazetesinde Başbakan Mithat Paşa’ya şöyle sesleniyor: “ Ey Veziri azam, biz terakki isteriz. Bizi okut, sanat öğret, zengin et, hür et. Okul yap, eğer okumazsak kabahat bizim. Sen fabrikalar, örnek çiftlikler yap, işletemezsek kabahat bizim. Sen bize hürriyet ver, kötüye kullanırsak kabahat bizim.” Bu sözlerin cezası Devir gazetesinin kapatılması oluyor.

edildiği 24 Temmuz 1908 tarihi Türk basını için de bir dönüm noktası oluyor. Artık gazeteler sansürsüz çıkacak. Ertesi günü her zamanki gibi gazetelere gelen sansür memurları içeri sokulmuyor. Artık basın özgürdür. En azından bir süre için. 200’den fazla yeni gazete için imtiyaz alınıyor. Yeni gazetelerden birinin adı “Edep yahu”. Amacı yolsuzluklarla mücadele etmek.

Dönemin ünlü gazetecilerinden Hüseyin Cahit Yalçın 31 Mart ayaklanmasından söz ederken “İstanbul’daki işlerin gidişi üzerinde muhtelif kuvvetler tesir icra etmişlerdir. Bunların içinde en büyük rolü oynayan mutlaka ecnebi olmak icap eder…” diyor.

Serbesti Gazetesinin Başyazarı Mevlanzade Rifat da 31 Mart günü yazdığı makalede “İngiltere bizi bizden daha çok düşünüyor” demektedir.

İnönü 1969 yılının mayıs ayında Meclis’te yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu:

“Bazı din görevlileri, millete, anayasaya, anayasa müesseselerine meydan okurcasına devlet yönetimine el koyma tasavvurlarını gerçekleştirme teşebbüsüne açıkça geçmişlerdir. Bu teşebbüsün altında bazı yabancı siyaset ve iş çevrelerinin bulunduğu yolundaki haberler , meselenin vahametini büsbütün arttırmaktadır….Türk milletinin selameti, bağımsızlığı ve ilerlemesi için yapılan her çaba tarihimiz boyunca iç ve dış düşmanlarca “küfür ilan edilmiştir. Öteden beri, Osmanlı devrinde ve her devirde Türkler, içeride ve dışarıda bulunan düşmanları tarafından “kafir” ilan edilerek mutlaka düşürülmek istenmiştir…Milletin ölüm dirim savaşında bütün çabalarımız esnasında Şeyhülislam’ın fetvasını üzerimizde taşıyarak çalıştık.” Ulus Gazetesi, 7 Mayıs 1969.

Ahmet Emin Yalman şöyle anlatıyor:

“Gazetelerin çoğu yabancı parası alıyor ve bunun karşılığı olarak memlekette fitne ve karışıklık çıkarıyor, onların emellerine bilerek veya bilmeyerek alet oluyorlardı. O sırada bir ecnebi hükümetten, bir ecnebi şirket ve bankadan para almak, bir gazetenin tıpkı satış gibi, ilan gibi normal gelir kaynaklarından biri sayılıyordu. Bütün gazeteler yabancı parası alır mıydı? Bu elbette iddia edilemez…Fakat her gün takın takım yazılarla ortalığı bulandıran meşru gelirlerle yaşamalarına ihtimal olmayan büyük bir kısım gazetelerin ecnebi parası aldıklarına şüphem yoktur.”

Örneğin 1911 yılında kurulan Osmanlı Telgraf Ajansını perde arkasından Reuters ve Havas ajanslarının yönettiği anlaşılmaktadır. Nitekim bu ajans, İngiliz ve Fransız Hükümetlerinin propagandasını yaptığı gerekçesiyle 1914 yılında kapatılmıştır.

Başka bir ajans da Osmanlı Milli Telgraf Ajansı. 1914 yılında, yani 1. Dünya Savaşının başlamasıyla birlikte kurulan bu ajansın adında milli sözcüğü geçiyor ama kendisi milli sayılmaz. Çünkü işi Alman haber alma servislerinden gelen haberleri yayınlamak. Savaş Almanların yenilgisiyle sonuçlanınca bu ajansın da işi bitiyor ve kapanıyor.

Üçüncü bir Ajans 1920 yılının Nisan ayında kurulan Türkiye Havas-Reuters Ajansı. Bu ajans da yabancıların görüşlerini yaymakla görevlendiriliyor. Kurtuluş Savaşı başarıyla sonuçlanınca bu ajansa yapılacak iş kalmıyor ve 1923 yılında kapatılıyor.

Sait Molla, İngiliz Muhipleri Derneğinin Başkanı Rahip Frew’e yazdığı bir mektupta bir ara İçişleri Bakanlığına getirildikten sonra istifa etmesine rağmen Padişaha bağlılığı devam eden Ali Kemal’den söz ederken “Bu zatı elde bulundurmak gerekir. Bu fırsatı kaçırmayalım. Bir hediye takdimi için en uygun zamandır…Ali Kemal Bey talimatınıza harfi harfine uyacak” diyordu. Sait Molla’nın Frew’e yazdığı 12 mektubun metinleri Atatürk’ün Nutkunda yer alıyor.

20 Nisan 1920 tarihinde Ali Kemal Peyam-ı Sabah gazetesinde, şunları yazıyordu: “Kuyucu Murat Paşa Celalilere nasıl davranmışsa Kuvayı-ı Milliye de öyle davranmak gerekir. Son güne kadar mütareke basını yabancıları destekleyen yazılarına devam edecekti.

Refi Cevat sadece İngiliz hayranlığını dile getirmekle kalmıyordu. Onun yabancıların telkinleriyle Nemrut Mustafa’nın Başkanlığını yaptığı Örfi İdare mahkemesinde yargılanıp haksız yere idam edilen Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey için yazdıkları da utanç vericidir. İşte onun 12 Nisan 1919 tarihli yazısından birkaç satır: “Kemal Bey bir koldu. Şeriatın kuvvetli satırı insanlık için zararlı olan bir kolu kopardı. Sıra onu düşünen dimağlardadır. Bu kafalar taşın altında ezilmelidir.” İşte ülkesi için dürüstçe ve fedakarca çalışan bir devlet görevlisi için söylenen bu kin ve öfke dolu sözler o zaman İstanbul basınının bir kesimindeki zihniyeti yansıtmaktadır. Refi Cevat Kurtuluş Savaşını yapanlar için de farklı şeyler düşünmüyordu: “Anadolu harekatını tutan zehirli mahlukların kafaları ezilmelidir.” (13 Nisan 1920)

Nemrut Mustafa ve onun mahkemesinin üç üyesi yaptıkları hukuksuzluklar dolayısıyla yargılandılar ve hapis cezasına çarptırıldılar.

Atatürk Anadolu’ya çıktığından beri aklında olan projesi gerçekleştirmiştir. Bu projesini 7-8 Temmuz gecesi Erzurum’da yakın çalışma arkadaşlarından Mazhar Müfit Kansu’ya yazdırmıştı. O projede şunlar vardı:

-Zaferden sonra şekli hükümet Cumhuriyet olacaktır,
-Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır.
-Tesettür kalkacaktır.
Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir,
-Latin harfleri kabul edilecektir.

Hitler 1933 yılında “seçimle” iktidara geldikten hemen sonra bir Basın Odası kuruyor. Bu Oda aracılığıyla Partiyi destekleyen bir basın ordusu oluşturuluyor. Başlangıçta Nazi’leri destekleyen gazetelerin sayısı 59, bunların toplam baskı sayısı ise 782,121. Aynı yılı sonunda yandaş gazete sayısı 86’ya toplam baskı da üç milyona yükseliyor. 1935-1936 yıllarında 500’den fazla gazete kapatılıyor. Yahudi ve Sosyal Demokrat gazeteciler işten atılıyor.

Faşist ülkeler böyle. Peki demokrat sayılan ülkelerde basın nasıl? Stanley Baldwin 1931 yılında yazdığı bir yazıda İngiliz basının “güç sahibi olan ama sorumluluk sahibi olmayan baronların elinde olduğunu” söylüyor.

Sertel özetle şöyle diyor: “Atatürk’ün cenaze törenini izlerken vicdanımla bir hesaplaşma gereğini duydum. Sağlığında biz bu adama karşı demokrasi ve özgürlük savaşı yapmıştık. Onu demokrasi ve hürriyet getirmediği için adeta suçlu sayıyorduk. Çünkü o vakit ağaçların içindeydik, ormanı göremiyorduk. Şimdi geçenleri daha aydın görebiliyorum. Atatürk memleketin sosyal, siyasal ve ekonomik hayatında büyük devrimler yapmıştı. Halifeliği ve Padişahlığı yıkmış yerine bir cumhuriyet rejimi getirmişti. Halkın sosyal hayatında ve geleneklerinde birçok esaslı değişiklik yapmıştı. Bu devrimler bazılarında hoşnutsuzluk yaratmıştı. Halife ve Padişahtan yana olanlar ona cephe almışlardı. İttihatçılar ona karşı suikast tertiplemişlerdi. Emperyalistler de memleket içinde isyanlar çıkartmışlardı. İstanbul’da bütün Halifeci, Padişahçı ve gerici basın Atatürk’e karşı yaylım ateşi açmıştı. Bütün bu koşullar içinde hürriyet ve demokrasi gelişebilir miydi? Tersine devrim düşmanlarına karşı az çok sert davranmak gerekir. Atatürk de iç ve dış düşmanlara karşı ihtiyatlı ve tedbirli bulunmak ihtiyacındaydı. Böyle olmakla beraber Hitler ve Mussolini biçiminde bir diktatörlüğe gitmedi. Kişi egemenliğinden çok Meclis egemenliğine, yani halk egemenliğine önem verdi. …yumuşak, sevimli ve akıllı bir otorite kurdu. Bu otorite diktatörlükte olduğu gibi korkuya değil, sevgiye dayanıyordu. Onun için bizim istediğimiz kadar değilse de gene de günün koşullarının elverdiği ölçüde hür bir rejim kurdu. Biz eleştirilerimizi özgürce yapabildik. Nazım Hikmet en devrimci şiirlerini onun döneminde yazdı. Nazım’ın en son ve uzun mahkûmiyeti de Atatürk’ün hastalık yıllarına rastlar. Bugün memlekette ilerici kuvvetler Atatürk ilkelerine dayanarak savaşabiliyorlar. Onun için Atatürk dün de büyüktü, bugün de büyüktü, yarın da büyük kalacaktır. Biz uğrunda savaştığımız özgürlük ve demokrasiye ancak onun açtığı yoldan ulaşabiliriz.”

Yıllar boyunca propaganda deyince akla dini amaçlı etkileme çalışmaları geliyor. Zaman içinde propaganda sözü siyasal bir içerik kazanıyor.

Halkı savaşa girme fikrine alıştırmak görevini üstlenen Ulusal Vatanseverler Birliği adında bir sivil toplum örgütü. Bu örgüt savaşın başlamasından sonraki bir yıl içinde 250,000 broşür bastırıp dağıtıyor. Yapılan propagandalar o kadar etkili oluyor ki, 1915 yılının Eylül ayına kadar 2, 250,000 gönüllü orduya katılıyor.

Theodore Roosevelt’in Türkler hakkındaki düşünceleri çok katı ve olumsuzdu. New York Times gazetesi Roosevelt’in şu sözlerini naklediyordu: “Bir saat bile gecikmeden Türklere savaş ilan etmeliydik. …Türkler Avrupa’da bırakıldıkça ve kendilerine tabi olan halklar üzerinde bir tiran gibi davranmalarına müsaade edildikçe dünya demokrasi için tümüyle güvensiz bir yer olacaktır.”
Göbbels 1927 yılında Partisinin Genel Kurulunda yaptığı konuşmada “İdeolojik bir hareketin itici gücü, halkın söylenenleri anlaması değil, onlara inançla bağlanmasıdır” diyor
1934 yılında Nürnberg’de düzenleyen mitinge yüzbinlerce kişi katılır. Hitler’i coşkuyla selamlayan kitlelerin ağızında tek bir slogan vardır: “Parti Hitler’dir, Hitler Almanya’dır, Almanya’da Hitler’dir, yaşasın zafer
Kimin sayesinde ve ne zamandan beri insanların düşüncelerini serbestçe açıklama hakkı vardır? Biz gazetecileri siyasi partilere ve ekonomik gruplara aşağılatıcı şekilde bağımlı olmaktan kurtardık ve onları devletin sadık destekçileri haline getirdik.
Birçok gazete bu koşullarda yayınlarına son verir veya devletin yayın kuruluşu Eher Verlag’a teslim olur. 1936 yılında kapatılan gazete sayısı 500-600 civarındadır. Almanya’da 1933 yılında yayınlanan 3,000 gazete varken bu sayı 1944’te 975’e düşmüştür
Halkı etkilemek için çevrilen belgesel propaganda filmleri de vardır. Bunların en ünlüsü, dönemin tanınmış film yapımcılarından Leni Riefensthal tarafından çekilen “İradenin zaferi” isimli filmdir.

Savaş yıllarında Hitlerin izlediği propaganda stratejisi şu esaslara dayanıyordu:
-Halkı sürekli olarak propagandalarla meşgul etmek, propaganda kampanyasının soğumasına imkân vermemek,
-Hiç bir zaman hata yaptığını kabul etmemek,
-Hasmınızın her hangi bir konuda, en önemsiz meselelerde bile haklı olabileceğini söylememek,
-Yaptıklarınızdan başka seçenekler de olabileceğini hiçbir zaman kabul etmemek,
-Size yönelik suçlamaları, içeriği ne olursa olsun derhal reddetmek,
-Her defasında tek bir düşmanı karşınıza almak ve bütün kötülükleri ona yüklemek,
-Halkın her zaman büyük bir yalana küçük bir yalandan daha kolay inanabileceğini unutmamak,
-Yalanı sürekli olarak tekrarlarsanız halkın sonunda bu yalanı doğru gibi kabul edeceğini hatırdan çıkartmamak..

George Orwell’in 1984 isimli kitabında da “büyük yalan” teorisinin örneklerine rastlanır. Ona göre düşmandan söz ederken siyahın beyaz, beyazın siyah olduğu söylenmelidir.

Hitler gazetecilere bir şey daha söyledi: “Şartların gereği olarak yıllardan beri barıştan söz ettiniz. Ama bu söylemin sakıncaları da var. İnsanlar bizim bedeli ne olursa olsun barıştan yana olduğumuza inanabilirler. Bu nedenle halka bazı şeylerin ancak şiddet kullanılarak kabul ettirilebileceğini anlatmak lazımdır” yazar ve insan hakları savunucusu Ward Churchill’in dediği gibi “Amerikan halkı kendisine söylenenleri aynen yapma özgürlüğüne sahipti!”

Vichy’deki Hükümetin Başbakanı Pierre Laval aynen şöyle demektedir: “Parlamenter demokrasi savaşı kaybetmiştir. Bu rejim ortadan kaldırılmalı ve onun yerine otoriter, hiyerarşik bir devlet kurulmalıdır”.

Ribbentrop 9 Mart 1941 tarihine Von Papen’e gönderdiği bir telgrafta “Türkiye’nin tarafsızlığını sağlayabilmek için Türk basın ve radyo çalışanlarına verilmek üzere birkaç milyon marklık dövizin rezerve edildiğini” bildiriyordu
1947 yılında, kurulan Hutchins Komisyonu basının sorumluluğunu araştırmış ve yazdığı raporda, şunları belirtmişti: “Basın haberle yorum arasında bir ayırım yapmalıdır. Bir olayı olduğu gibi yansıtmak yeterli değildir. Basın, o olayla ilgili gerçekleri de araştırıp yayınlamalıdır.”

McCarthy’nin basın mensuplarına karşı davranışı da bazen çok sert olabiliyordu. 1950 yılında Washington’daki bir kulüp binasında kendisi hakkında olumsuz yazılar yazan bir gazeteciyi yumrukladığı biliniyor.

McCarthy Başkan Truman’ı ve Demokrat Partiyi komünizme karşı çok yumuşak davranmakla suçluyor ve onların”20 yıldan beri ihanet içinde” olduklarını söylüyordu.

Murrow programın sonunda McCarthy için şunları söyledi: “En büyük başarısı Komünizmin dış tehdidi ile yurt içindeki tehdidi konusunda toplumun kafasını karıştırmak oldu. Fikir ayrılığı ille ülkeye sadakatsizliği birbirinden ayırmak lazım. Bir insanı suçlamak onun suçluluğu için kanıt niteliği taşımaz. Somut deliller ve adil bir yargılama olmadan insanlar mahkum edilemez. Birbirimizden korkarak yol alamayız. Unutmayalım ki, biz bu ülkede korkak insanların mirasçıları değiliz. McCarthy’nin sözleri müttefiklerimizi rahatsız etti. Düşmanlarımızı rahatlattı. Bütün kabahat McCarthy’nin mi? Hayır, McCarthy toplumdaki korku duygusunu başarıyla istismar etti.”

Çekoslovakya İstihbarat Servisi Yanıltıcı Propaganda Bölümü Başkan yardımcısı Ladislav Bittmann, 1980 yılında Batıya iltica ettikten sonra, Amerikan Kongresinin İstihbarat Komitesine bilgi verirken şunları söyledi: “Sovyet Blokunun istihbarat dosyalarını açmak imkânınız olsa, Batı ülkelerindeki istihbarat ajanlarının çoğunun gazeteciler olduğunu görürsünüz. Batıdaki gazetelere sızan çok sayıda ajan vardır.
Kennedy’nin basın hakkındaki düşünceleri nelerdi? Kennedy,1961 yılında Reklamcılar derneğinin New York’taki Waldorf Astoria otelinde düzenlediği yemekte yaptığı bir konuşmada şunları söylüyordu:
“1851 yılında New York Herald Tribune gazetesinin Londra temsilciliğinde pek de göze çarpmayan bir gazeteci çalışıyordu. Bu gazetecinin adı Karl Marx’tı. Marx’ın çok düşük olan ücretini arttırmak için yaptığı girişimler gazetesi tarafından reddedilince o da Herald Tribune’den ayrıldı bütün zamanını ve enerjisini kendi ideolojisini geliştirmeye ve yaymaya harcadı. İşte daha sonra Leninizm’e, Bolşevik devrimine, Stalinizme ve soğuk savaşa yol açan gelişmelerin başında böyle bir gazetecilik hikâyesi yer alıyor.”

Savaş bittikten hemen sonra iktidardaki CHP’nin önde gelen politikacılarından Nihat Erim Ulus Gazetesine yazdığı bir yazıda şöyle diyordu: “Sosyal bünyede derin rahatsızlıklar müşahede edildiğinde bunu gidermenin yolu, bir müddet için hürriyet ilahının üzerine bir şal örtmek ve yukarıdan aşağıya bir otorite tesis etmektir.”

1954 seçimleri yaklaşırken hükümet basın özgürlüğünü kısıtlayıcı hükümler içeren “Neşir yoluyla veya radyo yayınlarıyla işlenecek cürümleri cezalandırmayı” öngören bir yasa tasarısını Meclise getiriyor.

Namus, şeref ve haysiyete tecavüz yasaklandığı gibi itibar kıracak, şöhrete ve servete zarar verebilecek yazılar da yazılamayacaktır. Bir siyasi lideri eleştirirken onun itibarının zedelenmemesi nasıl sağlanacaktır? Bu yeni yasada ispat hakkına da yer yoktu. Bir şahsı veya kurumu suçlayan bir gazeteci iddialarını ispat etme hakkından da yoksun kalacaktır. İşin tuhaf tarafı bazı gazetecilerin basın özgürlüğünü kısıtlayıcı bu yasayı desteklemeleriydi. Örneğin Ahmet Emin Yalman 1954 yılının Kasım ayında Uluslararası Basın Enstitüsünün dergisine yazdığı bir yazıda muhalefet partilerini ve komünistleri suçluyor ve “Biz hürriyetimiz için bu değişiklikleri kabul ettik” diyordu.
Times gazetesi, 6 Şubat 1961 tarihli sayısında şöyle diyor: “Türkiye 27 Mayıs 1960’ta tamamen Batılı anlamda bir demokratik rejim kurmak amacıyla bir ihtilal yaptı. Bu nedenle ordunun bir askeri cunta aracılığıyla Türkiye’yi idare etmeyi istemesi söz konusu bile değildir”. İhtilalden sonra siyasal faaliyetlere konulan sınırlamaların kaldırıldığını, düşünce özgürlüğünün sağlandığını yazan Times, Türk ordusunun Atatürk’ün Türkiye’yi demokratik ve modern bir Avrupa ordusu yapma hedefiyle aynı doğrultuda hareket ettiğini söylüyor.

Siyasetçiler Çanakkale’deki Zincirbozan askeri tesisine götürüldüler. Ecevit o sırada verdiği bir demeçte şunları söylüyordu: “Belli bir oyunun tezgâhlanmakta olduğuna dair uyarılarda bulunmuştum. Hedef demokrasiydi, CHP’yi, bendim. Bütün demokratik mekanizmalar tıkandı. Terör alabildiğine kışkırtıldı ve ordu müdahalesi kaçınılmaz hale getirildi. ..Gerek dünya konjonktürü dolayısıyla, gerek bu modeli desteklediği için Batı bu gelişmeden tedirgin olmayacaktır.”

1 Eylül 1983 günü bir Sovyet savaş uçağı Kora Hava Yolları KAL’a ait bir yolcu uçağını düşürdü ve uçaktaki 269 yolcunun ölümüne sebep oldu. Ondan birkaç yıl sonra da 3 Temmuz 1988 tarihinde bu defa Basra Körfezinde ABD’ye ait Vincennes savaş gemisinden fırlatılan bir füze İran Hava Yolları İranair’e ait bir uçağın 290 yolcusuyla birlikte sulara gömülmesine sebep oldu.

Bu iki vahim olayın arasında büyük benzerlik vardı. Ancak iki olayın Amerikan medyalarında yansıtılma biçimi soğuk savaş döneminde basının tarafsızlık kurallarından ne ölçüde uzaklaşabildiğinin ve Hükümetin politikalarının arkasında nasıl saf tuttuğunun ilginç bir göstergesi oldu.

Wiesenthal Enstitüsünün Temsilcileri bana bu raporun bir örneğini verdi. Raporda son derece dikkat çekici bilgiler vardı. Nazi döneminde sorumluluk üstlenmiş bazı kimselerin çocuklarının veya torunlarının Neo-Nazilerle temas halinde olduğu, hatta bunları yönlendirdiği anlaşılıyordu.

Türkiye’nin Dış Politika Sorunları ve Yabancı Basın
‘Kıbrıs’la İlgili Kötümser Rapor’ başlıklı yazı: “Türkiye bilmelidir ki, Kıbrıs’la ilgili olarak izlediği tutum, silah satışı ve üslerle ilgili bir milyar dolarlık anlaşmanın Kongrede onaylanmasını tehlikeye düşürüyor.” New York Times, 9 Haziran 1976
‘ABD Senatosunun Türkiye’ye Yardımı Ertelemesi Önerildi’ başlıklı yazı: “ABD Senatosu Dışişleri Komisyonu Raporu, Kıbrıs’ta ilerleme kaydedilmesinin tek yolunun ABD’nin Kıbrıs konusunda Ankara üzerinde daha güçlü baskı yapması olduğunu ileri sürüyor.”

Bugün dünyada dört milyar radyo, 1,4 milyar televizyon alıcısı bulunmaktadır. Başlıca televizyon ve radyo yayınları internetten de verilmektedir. 7 Milyarlık dünya nüfusunun %35’i, yani, 2,4 milyar kişinin internet bağlantısı bulunmaktadır. Sadece Amerika’nın etkili yayın kuruluşu CNN’in twitter hesabına abone olanların sayısı 11,7 milyon kişidir.

Haberler Nasıl Seçiliyor?
Pek çok konu ve olay arasında seçilecek veya ön plana çıkartılacak olan konular gazetecileri etkilemek isteyenlerin tercihlerine uygun konular olmalıydı. Buna “haberi çerçevelemek” de diyorlar.
adamlarından Noam Chomsky bu şekilde görev yapan gazeteciler için şöyle diyor: “Onurlu hiçbir gazeteci kendini ‘iliştirilmiş’ olarak nitelendirmek istemez. ‘Ben iliştirilmiş gazeteciyim’ demek ‘Ben hükümetin propaganda ajanıyım’ demek anlamına gelir.”
Churchill şöyle diyordu: “Gerçekler o kadar değerlidir ki, onları yalanlardan oluşan bir orduyla korumak gerekir.”
Kennedy şöyle diyordu: “Yalanın ne kadar büyük olduğu önemli değildir onu yeterli sayıda tekrarlayın, halk bunu bir gerçek gibi görecektir.” Kennedy’nin sözlerinin bir benzerini zamanında Hitler de söylemiş ve şöyle demişti: “Propagandada en temel ilke göz ardı edilirse en başarılı propagandacının sonuç alması mümkün olmaz. O ilke de şudur: Bir kaç noktayı belirleyeceksiniz ve onu sürekli olarak tekrarlayacaksınız.”
Amerika’nın 1945-1967 yılları arasında Vietnam’da izlediği politikaların gerçek yüzünü belgeleyen ve Amerikan Savunma Bakanlığı Pentagon tarafından hazırlanan çok gizli belgelerin gazeteci Daniel Ellsberg tarafından elde edilerek basına verilmesi olayıdır. “Pentagon Belgeleri” denilen bu belgelerin bir bölümünü yayınlayan New York Times gazetesi belgelerden Başkan Johnson’un halka ve Kongre’ye sistemli olarak gerçek dışı bilgiler verdiğinin anlaşıldığını yazdı.
Gazeteci Ellsberg de belgelerin Başkanların Anayasayı ve içtikleri andı ihlal ettiklerini gösterdiğini belirtti. Hükümet yargı yoluna başvurarak New York Times’daki yayınları bir süre için engelledi. Ellsberg aleyhinde de casusluk suçlamasıyla dava açıldı. Buna karşılık New York Times da Yüksek Mahkemede Amerikan Hükümeti aleyhine dava açtı.

18 Haziran 1971’de Washington Post da Pentagon belgelerini yayınlamaya başladı. Savcının bu yayınları durdurma talebi mahkeme tarafından reddedildi. 15 gazete daha belgeleri yayınlamaya başladı. Federal Mahkeme belgelerin yayınlanmasının engellenemeyeceği yolunda karar aldı.
1988 yılında Danimarka’ya Büyükelçi olarak atandıktan birkaç gün sonra o ülkenin en itibarlı gazetelerinden Politiken’de bir başlık gördüm: Uluslararası Af Örgütüne atfen, isimleri de verilerek, Türk Hükümetinin hapishanelerdeki 10 kişiyi öldürttüğü iddia ediliyordu. Bu altından kolay kalkılamayacak bir iddiaydı. Derhal ilgili makamlarımızı arayarak bu bilginin doğru olup olmadığını araştırdım. Gelen cevap şaşırtıcıydı. Adı geçen insanların hepsi hayattaydı, bazıları hiç hapse bile girmemişti.
Amerika’da da medyalar 1940’ların sonundan itibaren büyük şirketlerin eline geçmişti. New Yorker Magazine yazarlarından A.J. Liebling “Basın özgürlüğü onu mücadele ederek kazananlar içindir” diyordu. . Liebling, 1961 yılında Columbia Journalism Review’de yazdığı bir yazıda, “Amerikan basını a rtık tekelci, tek yönlü ve tek sesli hale geldi” diyerek şikâyette bulunuyordu.
Maddi Çıkar Sağlayarak Medyaları Etkilemek Mümkün mü?
Otto von Bismark, gazetelerin genel yayın müdürlerini rüşvet vererek elde etmek için bir fon kurmuştu. Bu sayede 1860’lı yıllarda Alman basınının büyük çoğunluğu Bismark’ı destekliyordu.
Ana Muhalefet Partrisi Syriza’nın lideri Alexis Tsipras şöyle diyordu: “Yunanistan’da gerçek güç banka sahiplerinin, yolsuzluklara bulaşmış siyasi sistemin ve gene yolsuzluklara bulaşmış medyanın elindedir”. Muhafazakâr eğilimli ‘Bağımsız Yunanlılar Partisinin lideri Panos Kammenos da “Yunan basını devlete menfaat bağıyla bağlı olan kişilerin elindedir. Medyalar devleti kontrol eder devlet de medyaları kontrol eder. Bu bir karşılıklı şantaj durumudur” diyordu.
Avrupa Birliği’nin 2011 yılında yayınladığı basın özgürlüğü raporunda da benzeri görüşler tekrarlanıyor ve “Yunanistan’da medya politikası iktidarda olan hükümet partisinin elinde ileri ölçüde merkezileştirilmiştir. Medyalar pek de şeffaf olmayan ve dolaylı yollardan güç ve kar peşinde olan ekonomik menfaat sahiplerince etkilenmektedir.” Deniliyor

Oklahoma Üniversitesi Gaylord Gazetecilik Okulundan Yardımcı Profesör Katerina Tsetura 2007 yılında 35 ülkedeki 93 gazeteciyle ve 56 ülkedeki 310 kamuoyu şirketi çalışanıyla kapsamlı bir anket yapmıştı. Anketi sonuçları özetle şöyle:
-Paralı bir reklam karşılığında haber değeri olmayan hususların haber gibi yayınlanıp yayınlanmadığı sorusuna verilen cevaplar şöyle : Sık sık veya her zaman diye cevap verenler % 26. Bunlardan %21’i televizyonlarda da bunun yapıldığını söylemiş.
-Haber kaynaklarının medyaların haberleri değerlendirmesini etkileyecek mali baskı yapıp yapmadıkları sorusuna cevap verenlerden %28’i sık sık veya her zaman diyor. Bazen diye cevap verenlerle birlikte bu oran %54’e ulaşıyor. Aynı soru ulusal televizyonlar için sorulduğunda da cevaplar çok farklı değil. % 60’ın cevabı ‘evet’
Bazı Afrika ülkelerinde hükümetin veya menfaat gruplarının düzenledikleri basın toplantılarına davet edilen gazetecilere çoğunlukla kahverengi, içini göstermeyen birer zarf gönderiliyor. Bu zarfın içinde bir cep harçlığı var. Bunu kabul eden gazeteciler basın toplantısı hakkında haber yaparken tarafsız kalabilirler mi? Düşük gelirli Afrika ülkelerinde bu zarfların içinde yer alan bazen 20 dolar gibi oldukça düşük bir paradan ibaret. Ama aylığı 40 dolar olan bir gazeteci için bu para maaşının yarısı demek. Daha gelişmiş bazı ülkelerde bu para 125’le 2,000 dolar arasında değişiyor.
International Research & Exchange Board (IREX) adlı araştırma şirketi Bir Lübnan Radyosunun yöneticisinin “Bazı politikacıların rüşvet vermek için özel bütçeleri var. Çalıştığınız medyanın önemine ve sizin o medyadaki görevinizin niteliğine göre bu hediye bir araba veya dizüstü bilgisayar olabiliyor” diyor.
Amerika’daki Sonoma Devlet Üniversitesi, her yıl gazeteci, araştırmacı ve uzmanlarla birlikte bir kitap yayınlıyor. Bu kitapta çeşitli nedenlerle o yıl sansürlenen önemli haberlere yer veriyor. 25 en önemli haber seçiliyor.
Siyaset ve Basın
İtalya’da toplam 9 yıl Başbakanlık yapan Silvio Berlusconi’nin basınla ilişkileri dünyada belki de hiç örneği olmayan bir özellik taşıyor.
Özetle, basınla siyaset birçok ülkede iç içe girmiş durumda. Louisiana Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyelerinden Timothy Cook “Günümüzde Amerikan medyası hem siyasetin hem de hükümetin parçası oldu” diyor.
16 Şubat 2005 tarihinde WallStreet Journal’da Robert Pollock imzasıyla yayınlanan “Yeniden Avrupa’nın Hasta Adamı” başlıklı yazıda “Türkiye’de kabaran Amerikan karşıtlığı Nazizme benziyor. Türkiye bu gidişle dar görüşlü, paranoyak ve marjinal ikinci sınıf bir ülke olacak, Amerika’nın dostluğunu kaybedecek ve Avrupa’dan da dışlanacaktır” deniliyordu
İsveç Dışişleri Bakanı Ann Lindt, Sosyal Demokrat Parti üyesi olmasına rağmen, Başbakan Erdoğan’a, “Eğer Türkiye’de yaşasaydım size oy verirdim” diyordu
Freedom House 2009 yılında Türkiye’yi 107 sırada gösterirken 2011 yılında 112. sıraya indirdi. 2012. yılında sıramız 117, bir yıl sonra, 2013’te de 120. sıraya düştü. 2002 yılında Türkiye’nin gerisinde olan 13 ülke önümüze geçti. Örneğin Bangladeş 122. sıradan 112. sıraya, Lübnan 142’den 117’ye Tunus 141’den 109’a çıktı. Bu Türkiye açısından övünülecek bir tablo değildi.
Sınır Tanımayan Gazeteciler listesinde durum daha da kötüydü. Bu örgütün listesinde Türkiye 2002 yılında, yani AKP’nin iktidara geçtiği yıl 100. sıradayken 2003’te 116., 2009 yılında 123., 2010 yılında 138., 2011 yılında 148 ve 2013 yılında 154. sıraya indi. Yani Türkiye’nin gerisinde olan 54 ülke bizim önümüze geçti. Türkiye’de demokrasi de basın özgürlüğü de irtifa kaybediyordu.
Uluslararası Af Örgütü’nün raporlarında da Türkiye’de insan hakları ve demokrasi alanında bir geriye gidişin gözlendiği anlaşılmaktaydı.
Economist dergisi 16 Eylül 2004 tarihinde yayınladığı bir yazıda Türkiye’nin AB’ye üyeliğini kuvvetle destekledikten sonra şöyle diyordu: “Türkiye’nin demokratik görünümüne gelince, geçmişte bu görünüm gölgelenmiş olmakla birlikte Türkiye şimdi, son zamanlarda AB’ye giren bazı ülkelerden daha güçlü görünüyor. Basın özgürdür ve canlıdır; parlamentoda gürültülü ve açık tartışmalar yapılıyor: Erdoğan’ın partisi 2002 yılında açık bir farkla seçimi kazandı ve iki yıl sonra yeniden kazanması bekleniyor.”
Aynı Economist dergisi Gezi olaylarından sonra, 8 Haziran 2013 tarihli sayısında ise, Erdoğan’ın evvelce ekonomik alanda başarılar kazandığını ve bazı reformlar yaptığını belirttikten sonra şöyle diyor: “ O bir zamanlar demokrasiyi durağa gelince inilecek bir trene benzetiyordu. …Şimdi birçok kişi onun partisinin İslami kökenlerinin Atatürk’ün gururla laikleştirdiği devleti İslamlaştıracağından kaygı duyuyor. … Erdoğan medyaları korkutarak kendi kendini sansür etmeye zorladı, protestocular göz yaşartıcı bombalara maruz kalırken televizyon kanalları yemek programları ve penguen filmleri gösteriyordu.”
New York Times’ın 27 Ocak 2014 tarihli başyazısı daha da dikkat çekici.
‘Türkiye’nin saptığı yanlış yol’ başlıklı yazıda özetle şunlar belirtiliyor:
“Erdoğan ilişkileri düzeltmek için Brüksel’e gitti ama öncelikle kendi içindeki sorunlara çözüm bulmalı. Bir zamanlar Müslüman demokrasiye model olarak takdir edilen Erdoğan, şimdi Türkiye’yi, yalnız kendisi için değil, NATO ve ABD için de tehlike yaratacak biçimde otoriter bir devlet haline getiriyor…
Abdullah Gül’ün şu sözleri dikkat çekicidir: “Dışarısı kötü göstermek istiyor, kampanya yapıyor diye düşünmek doğru değil, dışarıda bir zamanlar bizim için ‘Türkiye’nin reformcu hükümeti’ diye manşet atan gazetelerdir bunlar. O bakımdan objektif olmamız gerekir. Hepsini toptancı bir şekilde Türkiye’nin düşmanı gibi görmemek gerekir.” *Cumhuriyet, 31 Ocak 2014

Atatürk’ün “basın özgürlüğünden kaynaklanan sorunların gene basın özgürlüğü içinde çözümlenebileceği” yolundaki görüşleri doğrultusunda Türkiye bu zor ve sıkıntılı dönemden ancak demokrasiyi ve özgürlükleri güçlendirerek çıkabilecektir. Bunun için Meclise, siyasi partilere, sivil toplum örgütlerine ve medyalara büyük görev düşmektedir. Geçmişinde çok daha büyük sıkıntıları aşmış olan Türkiye bugünkü sıkıntıları da aşmasını bilecektir.


Bu belge Belgeler arşivinde bulunmaktadır.