Son Eklenenler:
- Kıbrıs’ta beklenmedik gelişmeler – Onur Öymen – Cumhuriyet Gazetesi – 18 Nisan 2025
- SPUTNİK AJANSININ ADANA MUTABAKATIYLA İLGİLİ SORULARINA KARŞILIK VERDİĞİM MÜLAKAT 27 OCAK 2019
- ODA TV’DEN NURZAN AMURAN’A VERİLEN MÜLAKAT 27 EKİM 2019
- 3 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramının 99. yıldönümü Hakkında 25 NİSAN 2019
- CUMHURİYETTE “ ABD’NİN AMACI DEVLETÇİKLER OLUŞTURMAK” ADLI MÜLAKAT 24 AĞUSTOS 2019
- GAZETE DURUM’DAN BAHADIR SELİM DİLEK İLE MÜLAKAT “VETO HAKKINI SONUNA KADAR KULLANMALIYIZ 23 MAYIS 2022
- Cumhuriyet gazetesi Tuncay Mollaveisoğlu imzasıyla ve “Türkiye Geri Adım Atamaz” başlığıyla yayınlanan mülakat 22 TEMMUZ 2019
- ABD BAŞKANI TRUMP’IN AMERİKA’NIN 1987 TARİHLİ ORTA MENZİLLİ NÜKLEER SİLAHLAR ANTLAŞMASINI (INF) ASKIYA ALMA KARARIYLA İLGİLİ OLARAK SPUTNİK HABER AJANSINA VE BAŞKA YAYIN ORGANLARINA VERİLEN DEMEÇ 22 ŞUBAT 2019
- Türkiye’deki Demokrasi, İnsan Hakları, Basın Özgürlüğü ve Düşünce Özgürlüğü Alanlarındaki Eleştiriler Hakkında 21 KASIM 2019
- Erdoğan ve ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence görüşmesi ardından 18 EKİM 2019

Alpaslan Işıklı’ya Armağan kitabına yazılan “Emperyalizm ve Dış Politika” Başlıklı Makale
Emperyalizm ve Dış Politika
Onur Öymen
( Çok değerli dostum, emperyalizmle mücadeleyi bir yaşam biçimi olarak benimseyen değerli bilim adamı Prof. Dr. Alpaslan Işıklı’nın aziz anısına)
Emperyalizmin amacı kısaca söylemek gerekirse şuydu: “Bir devletin etki alanını toprak kazanmak veya ekonomik ve siyasi hegemonya kurmak yoluyla başka devletlere kabul ettirmek.”
Bu amaca ulaşmak için emperyalist devletler topraklarını genişletmeye, dünyanın stratejik ve ekonomik açıdan önemli ülkelerini kendi egemenlik alanlarına katmaya çalışmışlardır. Sömürge savaşlarının amacı buydu. Sömürgeci ülkeler 15. Yüzyıldan itibaren bu yolla geniş topraklara sahip olmuşlar ve bu ülkelerin zenginliklerini kendi çıkarları için kullanmışlardır.
Başka ülkelerin topraklarını doğrudan doğruya işgal edemedikleri zaman o ülkelerin liderlerini ve yönetimlerini kendi tercihlerine göre iş başına getirme yoluna gitmişlerdir. Bu bazen darbeleri teşvik edip yönlendirmek, bazen seçimleri etkilemek bazen de ekonomik yaptırımlar yoluyla hükümetleri kendi tercihlerine uygun politikalar izlemeye zorlamak yoluyla gerçekleştirilmiştir. Emperyalizmden en büyük zararı sömürgeleştirilen, ekonomik zenginlikleri ve doğal kaynakları ellerinden alınan halklar görmüştür.
Amaçlarını gerçekleştirmek için emperyalist devletler dış politika yöntemlerini etkili biçimde kullanmışlardır. Etki altına alınan ülkelerin politikaları emperyalist devletlerin tercihlerine göre şekillendirilmiş ve evvelce kendi kendilerine yeterli biçimde yaşayan halklar dışarıdan dayatılan yaşam biçimi sonucunda varlıklarının önemli bir bölümünü kaybetmişlerdir. Örneğin Borneo ve Güney Pasifikteki yağmur ormanları, değerli ağaçların satışından büyük karlar sağlamak isteyen yabancı ülkelerin büyük firmaları tarafından yok edilmiştir.
Emperyalist emeller güden devletler tarihin çok eski dönemlerinden beri dış politikayı bu emellerini gerçekleştirmek için bir araç olarak kullanmışlardır.
Antik çağdan itibaren Mısırlıların, Babillilerin, Perslerin sömürgeleri vardı. Atinalılar ve Ispartalılar M.Ö. 6. Ve 5. yüzyıllarda Ege ve Akdeniz kıyılarında sömürgeler kurmuşlardı. Bu arada, güçlü ülkelerin kendilerinden daha aşağıda gördükleri kavimleri köleleştirme yoluna gittikleri görülüyor. Siyah derilileri köle olarak kullanmaya ilk başlayanlar Romalılardır. Daha sonra Araplar da zencileri köle olarak kullanmaya başladılar.
Fenikelilerin de Akdeniz kıyılarında sömürgeleri vardı. Örneğin Kartaca Fenikeliler tarafından kurulmuş bir sömürgeydi.
Yalnız Akdeniz bölgesinde değil Avrupa’nın Kuzeyinde de sömürgeler vardı. Vikingler İngiliz adalarında, İzlanda’da ve Grönland’da sömürgeler kurmuşlardı.
M.S. 800 ile 814 yılları arasında Kutsal Roma İmparatoru sıfatıyla Avrupa’nın büyük bir bölümüne hükmeden Charlemagne fiilen bir sömürgeci yönetim sergilemiş ve özellikle Doğu Avrupa ülkelerinde yaşayan Slav ırkından gelenleri maden ocaklarında en ağır koşullarda çalıştırarak onların emeğini İmparatorluğunun zenginleşmesi için kullanmıştı. Bu yüzden bugün İngilizce esir anlamına gelen “slave” sözcüğü Charlemagne döneminde esir gibi çalıştırılan “Slav” lardan geliyor.
Avrupa’da emperyalizmden, sömürgecilikten söz edilirken akla ilk gelen ülke İngiltere’dir .İngiltere’nin bundan 800 yıl önce sahip olduğu ilk sömürge İrlanda’dır. Bugün bile İrlanda adasının Kuzeyi hala İngiltere’nin egemenlik alanı içindedir.
Avrupa’da emperyalist ve sömürgeci devletlerin etkili biçimde ortaya çıkması 15. Yüzyılda gerçekleşti. Keşifler dönemi denilen yıllarda İspanyol ve Portekizli denizciler Amerika kıtasını, Afrika sahillerini, Orta Doğu’yu, Hindistan’ı ve Doğu Asya’yı etki alanlarına katıyor ve oralarda kendilerine bağlı sömürgeler kuruyorlar.
16. ve 17. yüzyıllarda İngiliz, Fransız ve Hollandalılar sömürgecilik alanında öne çıkan devletler oldular.
Sömürgelerin yönetimi İngiltere için o kadar önemliydi ki, Dışişleri Bakanlığının yanı sıra 1768 yılında bir Sömürgeler Bakanlığı kurdular. Önce Kuzey Amerika’daki İngiliz Sömürgelerinden sorumlu olan bu Bakanlık daha sonra İngiltere’nin bütün dünyadaki sömürgelerini yönetmekle görevlendirildi. Zaman zaman Dışişleri Bakanlığı ile Sömürgeler Bakanlığı arasında görüş ayrılıkları ve çekişmeler oldu. Sömürgeler Bakanlığı bazı dönemlerde dış politika kararlarını etkileyebilecek bir güce sahip oldu. Örneğin 1945 yılında Dışişleri Bakanlığı Kıbrıs’ın Yunanistan’a devredilmesi görüşünü savunurken Sömürgeler Bakanlığı buna karşı çıktı.
Sömürgeler Bakanlığı değişik isimlerle varlığını yakın zamanlara kadar sürdürdü. Sömürgelerin Commonwealth ismiyle bütünleştirilmesinden sonra Bakanlık bu isimle görev yapmaya başladı ve 1966’dan sonra da Dışişleri Bakanlığıyla birleştirildi.
Avrupa ülkelerinde sömürgecilik özellikle 18. ve 19. yüzyılda hızla yayıldı. Büyük devletlerin dış politikalarının amaçlarının başında mümkün olduğu kadar çok toprağa sahip olmak geliyordu. 1800 yılında Avrupa ülkeleri dünyanın toplam yüzölçümünün %35’ini kontrol ederken 1878 yılında bunu % 67’ye, 1914’de % 84’e çıkarttılar. Sömürgeci devletlerin başında gelen İngiltere’nin 1800 yılında 1,5 milyon mil kare olan toprakları 1900 yılında 11 milyon mil kareye, 1800 yılında 20 milyon olan nüfusu da 1900 yılında 390 milyona çıktı.
Emperyalist devletlerin firmaları devletin siyasi ve diplomatik gücünü kullanmasıyla büyük imtiyazlar elde ettiler. İngiltere’nin East India şirketi Hindistan’da adeta devlet içinde bir devlet haline geldi. Zamanla bu şirket silahlı güce de sahip oldu. 1757 yılında yapılan savaşta şirketin ordusu yerel güçleri mağlup etti. 1764’ten sonra Şirket Bengal bölgesinin yönetimini fiilen ele geçirdi.1850 yılından sonra şirket Hindistan’ın, bugünkü Pakistan ve Bangladeş toprakları dahil, bütün ticareti üzerinde tekel kurdu. İngiliz dış politikası Hindistan’da böl ve hükmet yaklaşımını benimsemişti. Farklı etnik veya dini grupların çatışmasından yararlanarak, hatta onların birbirine düşürerek Hindistan’daki sömürge yönetimini sürdürüyordu.
Ancak 1857 yılından itibaren İngiliz sömürge yönetimine karşı ayaklanmalar, bağımsızlık hareketleri başladı. Bunlarla baş etmekte zorlanan East India Company bütün yetki ve imtiyazlarını İngiltere hükümetine devretti.
Hindistan’ın 1947 yılında bağımsızlığını ilan edene kadar İngiliz sömürge idaresiyle çatışmalar sürdü.
Sömürgeci devletler sömürgelerde yaşayan halkların açlık, hastalık gibi felaketlere sürüklenmesine seyirci kaldılar. Örneğin Hindistan’da 1876-1878 yıllarında yaşanan büyük açlık felaketi sırasında yaklaşık 10 milyon kişi hayatını kaybetti.
19. yüzyılın ortalarında Çin’de yaşanan veba salgınında da yaklaşık 10 milyon kişi öldü.
1870 ile 1914 yılları arasındaki döneme Yeni Emperyalizm dönemi deniliyor. Sanayii devriminin getirdiği yeni koşullarda sömürgelerin kaynaklarının paylaşılması için sanayi ülkelerinin arasında büyük bir rekabet yaşandı. Bu dönemde Avrupalı ülkeler topraklarını 23.000,000 kilometre kare daha genişlettiler.
O yıllarda özellikle Afrika’nın el değmemiş doğal kaynaklarını ve madenlerini ele geçirmek sömürgeci devletlerin başlıca hedefi oldu. Bu arada Almanlar da diğer sömürgeci devletlerin arasına katıldılar ve Afrika’da bazı sömürgelerin sahibi oldular.
Bu dönemde sömürgeciliği bazı kurallara bağlama gereği duyuldu. İşte burada diplomasi devreye girdi 1884-1885 tarihlerinde yapılan Berlin Konferansında sömürgelerde hak sahibi olabilmek için sömürgeci devletlerin o ülkelerde silahlı kuvvetler kullanarak fiilen egemenlik sahibi olduğunu kanıtlamaları gerektiği kuralı getirildi.
Gene de sömürgeci devletler arasında çatışmalar bitmedi. Birinci Dünya Savaşının çıkış nedenlerinden biri de emperyalist devletlerin sömürgelerdeki rekabetidir. Özellikle Almanlar, İngilizlerin geniş sömürgelere sahip olmasının haksız ve adaletsiz bir rekabet düzeni yarattığını ve kendilerinin bundan büyük zarar gördüklerini ileri sürüyorlardı.
Alman gazeteci Ernst Hasse 1906 yılında yayınladığı “Dünya Politikası, Emperyalizm ve Sömürgecilik Siyaseti” başlıklı kitabında şöyle diyordu: “Alman İmparatorluğu bugün Doğu ve Batı’daki büyük güçler arasına sıkışmıştır. Varlığını sürdürmek için genişlemek zorundadır. Alman İmparatorluğu’nun geleceği bütün Alman asıllıların yaşadığı toprakları kapsayacak bir milli Alman devleti kurulması yoluyla şekillenebilir”.
O yıllarda sadece Rusya’da 2 milyon 416 bin Alman yaşıyordu. Bunların toprakları 13 milyon 386 bin hektara ulaşıyordu. İşte Alman düşünürlerinin ve bazı Alman politikacılarının hedefi bu toprakları ele geçirmekti. Örneğin Başbakan Frederik Ebert, 6 Şubat 1919 tarihinde Alman Parlamentosunda yaptığı bir konuşmada şunları söylüyordu: “Avusturya’daki Alman kardeşlerimiz geçen yıl Büyük Almanya’nın bir parçası olmayı kararlaştırmışlardır. Avusturya Anavatan Almanya’ya ebediyen bağlanmalıdır.” Bir sosyal demokrat olan Frederik Ebert’in yayılmacı politikaları savunması çok dikkat çekici.
Başbakan Gustav Streseman da 7 Eylül 1925 tarihinde Alman İmparatorunun veliahdına yazdığı bir mektupta İmparatorluğun topraklarının dışında yaşayan milyonlarca Alman’ın korunması için Doğu sınırlarının düzeltilmesi gerektiğini bildiriyordu.
Hitler iktidara geçince bu düşünceleri hayata geçirmeye çalıştı. 5 Kasım 1937 tarihinde en üst düzeydeki askerlerin ve diplomatların katılımıyla düzenlediği toplantıda “Alman Halkının geniş topraklara sahip olma hakkı vardır. Birinci hedef Çekoslovakya’yı ele geçirmektir. Onunla birlikte Avusturya da Alman topraklarına katılacaktır.” diyordu.
Almanya bu politikasını yürürlüğe koydu. Ne yazık ki, İngiltere Başbakanı Chamberlein ve Fransa Başbakanı Daladier 1938 yılında Münih’te Hitler’le yaptıkları görüşmede Almanya’nın Çekoslovakya’yı işgal etmesini kabul ettiler. “Yatıştırma politikası” denilen bu politikanın ne kadar yanlış bir yaklaşımın eseri olduğu kısa zamanda anlaşılacak ve Hitler Avusturya ve Çekoslovakya’yla yetinmeyip Polonya’yı da işgal etmeye başlayınca İkinci Dünya Savaşı çıkacaktı.
Emperyalizmin tarihi kadar emperyalizme karşı ayaklanmaların tarihi de eskidir Örneğin MS 869 yılında Güney Mezopotamya’da başlayan bir köle ayaklanması 883 yılına kadar sürdü. Bu ayaklanmaya bastırmak için aşırı güç kullanıldı ve 500.000 köle hayatını kaybetti.
Yakın tarihlerde sömürgeciliğe direnen ülkelerin ön safında Cezayir geliyordu. Fransa Cezayir’i 1834 yılında işgal ederek orada bir sömürge idaresi kurmuştu. Ancak Cezayirliler başından itibaren sömürge yönetiminde yaşamayı kabul etmediler ve buna büyük bir direniş gösterdiler. Bu direniş yıllarca devam etti. 1954 yılından sonra daha örgütlü ve güçlü bir direniş hareketine dönüştü. Fransa 400,000 askeri Cezayir’e göndererek direnişi batırmaya çalıştı. Çatışmalar 1962 yılına kadar devam etti. Bu olaylar artık Fransız halkı ve diplomasisi açısından savunulamaz bir hale gelmişti. 1962 yılında Fransız hükümeti meseleyi bir referandumla çözmeyi kararlaştırdı. Cezayirlilerin ezici çoğunluğu bağımsızlık için oy verdiler ve Cezayir bağımsız oldu, Yıllarca süren çatışmalarda yaklaşık 1 milyon Cezayirli öldü, 1,8 milyon Cezayirli de evsiz kaldı.
Fransa Cezayir Savaşı sırasında özellikle NATO müttefiki ülkelerin desteğini sağlamak için büyük çaba gösterdi ama bütün NATO ülkelerinin desteğini sağlayamadı. İkna edebildiği ülkeler arasında NATO’ya kısa bir süre önce girmiş olan Türkiye de vardı. Türkiye Birleşmiş Milletlerdeki oylamalarda Cezayir’den çok Fransa’nın menfaatlerine hizmet edecek şekilde oy kulandı. Bir defasında Cezayir tek bir oy farkla bağımsızlığını ilan edemedi. Türkiye o oylamada çekimser oy kullanmıştı. Bu nedenle uzun yıllar boyunda Türk-Cezayir ilişkilerine soğukluk hakim oldu.
Başlangıçta Asya’nın ve Avrupa’nın büyük imparatorluklarının uyguladığı emperyalist yöntemler daha sonra, 19. Yüzyılın sonlarından, 20. yüzyılın başlarından itibaren Amerikan dış politikasının da araçları arasına girdi. Aslında Amerikalılar kendilerinden söz ederken emperyalist bir ülke olduklarını pek söylemek istemezler. Emperyalizmi daha çok 19. Yüzyıl İngiliz emperyalizmi veya daha sonra ortaya çıkan Sovyet emperyalizmi boyutuyla ortaya koymayı tercih ederler.
Oysa 100 yılı aşkın zamandan beri Amerika’nın izlediği yayılmacı yöntemler, özellikle başka ülkelerin liderlerini, yönetimlerini kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmek için yaptığı girişimler emperyalizmin en açık örnekleri arasında yer almıştır. Bunun bazı örnekleri şunlar:
19. yy sonlarında Hawaii bağımsız bir ülkeydi. Devletin başındaki kraliçe 1893 yılında yeni bir anayasa hazırlamaya çalışıyordu. Bu anayasa, sadece Hawaiililerin oy kullanmasına olanak sağlıyor, çoğu yabancı olan büyük toprak sahiplerinin ayrıcalıklarını sona erdiriyordu. Honolulu’daki Amerikan Büyükelçisi, John Le Stewens diplomat kökenli olmamasına rağmen siyasi tercihleri sonucunda o göreve atanmış bir silah tüccarıydı. Kraliçenin bağımsız bir yaklaşım ile yeni anayasa hazırlama çabalarına tepki gösterdi ve o sırada Hawaii limanını ziyaret eden Boston isimli Amerikan savaş gemisinin karaya asker çıkartmasını talep etti. Sonuçta Kraliçe görevden ayrıldı, hükümet devrildi ve Büyükelçinin tercihi sonucunda göreve getirilen yeni yöneticiler, Hawaii’nin ABD’ye bağlanmasını istediler ve 1889 yılında Hawaii fiilen ABD’nin bir parçası oldu. 1959 yılında Amerikan Senatosu Hawaii’yi ABD’nin 50.eyaleti olarak kabul etti. Hawaii halkı da bunu onayladı ama geçen zaman içinde Hawaii yerlilerinin sayısı çok azalmıştı, ABD’nin başka yerlerinden gelenler çoğunluğu oluşturmuştu ve vatandaşların sadece %10’u Hawaii kökenliydi.
Başka bir örnek Küba’dır. Küba bir İspanyol sömürgesiydi ve Kübalılar İspanyol sömürgecilerine karşı bağımsızlık savaşı veriyorlardı. ABD cumhurbaşkanı William Mckindley bir yandan İspanya’nın Küba’dan ayrılmasını istiyor, bir yandan da Kübalıların bağımsızlıklarını ilan etmelerine karşı çıkıyordu. Amerikan iş adamlarının Küba’da büyük yatırımları vardı. Başkan, Maine isimli savaş gemisini Küba’ya yolladı. 15 Şubat 1898’de bu gemi sebebi belirlenemeyen bir infilak sonucunda sulara gömüldü. 250 Amerikalı denizci hayatını kaybetti. Bunun üzerine ABD, Küba’da egemen olan İspanyol devletiyle savaşa girdi ve bu savaşı kazandı. Küba artık bir İspanyol sömürgesi olmaktan çıktı. Amerikan basını Küba’da Amerikan askerlerinin kalması gerektiğini savundu. Sonunda başkan, “savaşı kazanan tarafın fethedilen ülkede kalma hakkını güvence altına alan yasaya göre” Amerika’nın Küba’nın yönetimini üstleneceğini açıkladı. Bu amaçla hazırlanan yasaya göre işbaşında bir Küba hükümeti olacak, ancak bu hükümet ABD’nin beklentilerine ve talimatlarına uygun hareket edecekti. Küba parlamentosu bu yasayı bir oy farkla kabul etti. Bu yönteme yasayı hazırlayan Senatör Orwell Lart’ın adını çağrıştıracak şekilde plattismo sistemi denildi. Bu yöntem, uzun yıllar Küba’nın dışındaki Karayipler’de ve Orta Amerika’nın başka ülkelerinde de uygulandı. Daha sonraki yıllarda bağımsızlık için mücadeleler yaşandı. 1902’de Küba cumhuriyet oldu. Ancak daha sonra Amerikalılar tekrar askeri müdahalede bulundular. 3 yıl sonra ABD askerleri çekilirken, başkan Thaft şöyle diyordu, ABD askerleri çekilecektir ama Kübalılar kendilerini kesinlikle bağımsız bir ülke gibi hissetmemelidirler.
Uzun yıllar çalkantı içinde yaşadıktan sonra Fidel Castro’nun yönetimine giren Küba’ya, ABD başkan Kennedy zamanında, 23 Ağustos 1960 tarihinde müdahale kararı alındı. Orada bir ayaklanma başlatılacak ve daha sonra ABD askeri bir müdahale ile adanın yönetimini ele geçirecekti. Domuzlar Körfezi Çıkartması denilen bu harekat başarısız oldu ve Küba bağımsız bir devlet olarak varlığını sürdürdü.
Porto Riko’da, Haiti’de, Nikaragua’da, Honduras’ta, 20.yüzyıl içinde buna benzer pek çok müdahale oldu, darbeler düzenlendi, plattismo yöntemine sık sık başvuruldu.
Brezilya’da da benzeri gelişmeler yaşandı, sık sık darbeler oldu. 1960’lı yılların başında cumhurbaşkanı olan Joau Gouralt, bağımsız bir dış politika izlemeye çalıştı ve sonunda o da bir darbe ile devrildi. Ondan sonra 15 yıl brezilya tam bir diktatörlükle yönetildi. Muhalefet tamamen etkisiz kılındı, cumhurbaşkanını eleştirmek yasaklandı. Halkın hükümete karşı gerçekleştirdiği protesto gösterileri aşırı şiddet kullanılarak bastırıldı. Brezilya gerçek bir demokrasiye 1989 yılında Color de Silva’nın cumhurbaşkanı seçilmesiyle geçebildi.
Şili’de yaşananlar, başlı başına ibret vericidir. 4 Ekim 1970’te yapılan Şili cumhurbaşkanlığı seçiminde, anti-emperyalist düşünceleri benimsediği bilinen Salvador Allende birinci geldi. Allende oyların %36,3’ünü almıştı. Şili anayasasına göre, cumhurbaşkanı adayı %50’den az oy almışsa parlamentonun onayı gerekiyordu. Şili’nin en zengin adamlarından ve aynı zamanda ülkenin en büyük gazetesi El Mercurio’nun sahibi olan Augustin Edwards bunu engellemek için Washington’a gitti, başkan Nixon’u ikna etti, Şili’deki büyük Amerikan şirketleri de Allende’nin seçilmesini istemiyorlardı. Sonunda Nixon, Şili parlamentosunun Allende’nin cumhurbaşkanlığını onaylamaması için her şeyin yapılması talimatını verdi. Ancak bu girişimler parlamentoyu etkilemedi ve Şili parlamentosu 24’e karşı 153 oyla Allende’nin cumhurbaşkanlığını onayladı. Allande’nin cumhurbaşkanlığını engellemenin tek yolu bir askeri darbe düzenlemekti . Bunu yapması beklenen Şili genel kurmay başkanı general Schnieder idi. Ancak Schnieder askeri darbeye karşıydı be bir gün suikasta uğradı ve öldürüldü. Allande’nin ekonomik baskı altına alınması için Amerikan Agsm bankası ve Uluslararası yardım Teşkilatı aracılığı ile her türlü baskı yapıldı. Daha sonra alt düzeydeki subayların bir ayaklanma girişimi yeni genel kurmay başkanı Fratz tarafından engellendi. Elber Curio gazetesi Fratz’a karşı büyük bir kampanya başlattı ve onu istifaya zorladı. Onun yerine getirilen general Pinnoshe ise dış destekli bir darbe yamaya razı oldu ve bu darbeyle general Allande öldürüldü. Pinoshe zamanında yabancıların telkini ile izlenen aşırı liberal politikalar sonucunda, 1982 yılında büyük bir ekonomik kriz yaşandı. Şili’nin GSMH %14 düştü, işsizlik %33’e yükseldi ve enflasyon %1000’e çıktı. Buna rağmen Pinoshe 1988 yılına kadar iktidarda kaldı. Şili demokrasiye geçtikten sonra oluşturulan bir komisyonun hazırladığı raporda 30.000 kişinin darbe döneminde işkence ile öldürüldüğünü tespit ettiler.
Emperyalist politikaların Latin Amerika’da nasıl uygulandığının örneklerinden biri de Venezüella’da görüldü. 1988 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimini sol eğilimi Hugo Chavez kazandı. Dünyanın en zengin petrol üreticilerinden olmasına rağmen Venezüella halkının %60’ı fakirlik sınırında yaşıyordu. Chavez’in dış politikada ABD’nin Afganistan politikasını eleştiren demeçler vermesi, Küba gibi ülkelerle yakın ilişki kurması, ABD’de büyük tepki yarattı. Chavez karşıtı siyasi güçlere 5 yılda 30 milyon dolar yardım yapıldı. Dış destekli sivil toplum örgütleri, özel televizyonlar, bazı işadamları dernekleri, Chavez’i devirmek için büyük çaba gösterdiler. Sahte kamuoyu yoklamaları düzenlendi ancak bütün bu çabalar sonuçsuz kaldı. Onun üzerine 2002 yılında bazı askerler, Chavez’in istifasını istediler. Katolik kilisesi de Chavez’e karşı vaziyet aldı. Bazı gazeteler Chavez’in Orta Amerika’daki terör örgütlerini desteklediğini iddia ettiler. Siyasi amaçlı grevler yapıldı. Chavez aleyhtarı gösteriler tertiplendi. Chavez bütün baskılara rağmen istifa etmeyi reddetti. Bunun üzerine askerler tarafından tutuklandı. İşadamları dernekleri başkanı, Pedro Carmona, geçişi devlet başkanı ilan edildi. ABD derhal Carmona’yı tanıdı. Carmona, parlamentoyu, yüksek mahkemeyi feshetti, anayasayı lağvetti, bazı milletvekillerini tevkif etti. Ancak bu darbeden 48 saat sonra Chavez yanlılarının yaptığı büyük gösteriye darbeciler direnemediler. Carmona tutuklandı. Chavez serbest bırakılarak cumhurbaşkanlığına getirildi.
Latin ABD’de yaşananların benzerleri başta Filipinler olmak üzere Uzak Doğu’da ve bazı Afrika ülkelerinde de yaşandı.
Emperyalist ülkelerin hedeflerinden biri de Osmanlı İmparatorluğu’nu denetim altına almaktı. Uzun yıllar boyunca azınlık haklarını bahane eden büyük devletler, padişahın ve hükümetin daima kendi beklentileri doğrultusunda hareket etmesi için her türlü baskıyı uyguladılar ve devletin ekonomik açıdan güç duruma düştüğü 1881 yılında, İkinci Abdülhamit döneminde, Duyun-u Umumiye idaresini kurarak, Osmanlı imparatorluğunu yarı sömürge haline getirdiler. 19.yy’ın sonlarına doğru yaşanan savaşlarda Osmanlılar geniş topraklarını kaybettiler. Yabancıların desteklediği iç ayaklanmalar sonucunda Girit gibi imparatorluğun önemli toprakları kaybedildi. İttihat ve Terakki’nin liderliğe el koymasından sonra da dış baskılar sürdü. Bu defa Almanya’nın nüfuzu ön plana çıktı, ticarette, yatırımlarda ve kredilerde Almanya’nın payı hızla yükseldi. O dönemde yaşananları en iyi anlatanlardan biri İçtihat gazetesi yazarlarından Celal Nuri idi. Celal Nuri şöyle diyordu “Birçok açıdan batılılaşmanın cazibesi altına girmiştir. Fakat batı, emperyalist devletlerden oluşuyordu. Ülke emperyalistlerin elinde yarı sömürge haline gelmişken ve kapitülasyonlar devam ederken batının sözcülüğünü yapmak olanaksız hale gelmişti”.
Birinci dünya savaşına giden yıllarda Türkiye, Alman emperyalizminin hem siyasi, hem askeri hem de ekonomik açıdan etki alanına girmişti. 1895 yılına kadar Türkiye’de görev yapan, Genelkurmay İkinci Başkanlığına kadar yükseltilen Alman Generali Von der Goltz şöyle diyordu: “ 300,000 kişilik redif kuvvetleri üzerinde doğrudan nüfuzumuzu kullanarak Osmanlı ordusunun idaresini evvelki durumdan daha fazla ve bir daha elimizden geri alınamayacak şekilde ele geçirebiliriz. İstanbul’daki Alman Büyükelçisi Wangenheim Alman diplomasisinin emperyalist hedeflerini şöyle açıklıyordu: “Türkiye’de orduyu kontrol eden güç biz oldukça, Almanya’ya muhalif hiçbir hükümet iktidarda kalamaz. Ben orduyu ele geçirerek Türkiye’de işbaşına gelecek bütün hükümetleri Almanya’nın denetimi altına alıp , Almanya’nın çıkarlarına hizmet eden hükümetler haline getiririm”.
Birinci dünya savaşını Almanya ile birlikte kaybeden Türkiye, bu defa İngiliz emperyalizminin ve İngiltere’nin müttefiklerinin etki alanına girdi. Yüksek Komiser Caltrow, 10 Ocak 1919’da Londra’ya gönderdiği telgrafta şunları söylüyordu, “Padişah bütün umudunu İngiltere’ye bağladı. Her istediğimizin tutuklanıp cezalandırılmasına razı. Halifelik makamında kalabilmesi için kendisine İngiliz hükümetinin yardım edip edemeyeceğini soruyor. Yüksek komiserlikten gelecek işarete göre hareket edebileceğini söylüyor.
Artık belli ki Osmanlı yönetiminin emperyalist güçlere karşı direnme gücü kalmamıştır. Atatürk bu durumu şöyle değerlendiriyor, “düşman devletler, Osmanlı devletine karşı maddi ve manevi bir saldırıya geçmişler, onu yok etmeye ve parçalamaya karar vermişler. İngiltere, Fransa ve İtalya gibi ülkeleri gücendirmemek, Osmanlı politikasının temel taşı kabul ediliyor. Padişah ve halife olan kişi hayat ve rahatını kurtarabilecek çareden başka bir şey düşünmüyor… Halifesiz ve padişahsız bir kurtuluş düşünülemiyor. Bunu düşünenlere hemen dinsiz ve hain damgası vuruluyor.”
Işte emperyalizmin Osmanlı İmparatorluğu’nu getirdiği duruma karşı Atatürk önderliğinde yapılan milli mücadele zaferle sonuçlanınca tarihimizin utanç verici belgesi olan ve Osmanlı imparatorluğunu emperyalist devletlerinin idaresine sıkı sıkıya bağlayan Sevr antlaşması tarihin çöplüğüne atılarak, Türkiye’yi bağımsız, egemen, diğer ülkelerle eşit duruma getiren Lozan Antlaşası imzalandı.
Atatürk Lozan antlaşmasını şöyle nitelendiriyordu, “Türk Ulusuna karşı yıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşmasıyla tamamlandığı sanılmış büyük bir yok etme eyleminin yıkılışını bildirir bir belgedir ve tarihte eşi benzeri görülmemiş bir siyasal zafer anıtıdır.”
Türkiye, Lozan’da kazandığı diplomatik zaferle milli mücadele ve kurtuluş savaşında emperyalizme karşı kazandığı başarıyı taçlandırmıştır. Ancak emperyalist devletler Lozan’da uğradıkları yenilgiyi hiçbir zaman hazmedememişlerdir. Churchill Lozan konferansında İngiltere’nin nasıl aşağılandığını şöyle anlatıyor: “Türklerin yeniden Avrupa’ya girmeleri Müttefikler için en kötü aşağılanmadır…Müttefiklerin zaferi hiçbir yerde Türkiye’deki kadar tam olmamıştı. Şimdi galibin gücü hiçbir yerde Türkiye’deki kadar gösterişli bir şekilde aşağılanmamıştır. Ve sonunda başarılı bir savaşın bütün meyveleri, uğrunda binlerce askerin hayatını verdiği Gelibolu, Filistin, Mezopotamya…başarıları, bunların hepsi bir utanç içinde sona ermiştir.”
İngilizler ve diğer emperyalist ülkeler Lozan’da yenilmişlerdi ama Sevr ile ulaşmak istedikleri hedeflerden tümüyle vazgeçtiklerini söylemek mümkün değildi. Nitekim Lozan’da İngiltere dışişleri bakanı Lord Curzon bir gün İsmet Paşa’ya şöyle diyordu: “Memnun değiliz Lozan müzakeresinden hiç bir dediğimizi yaptıramadık. Reddettiklerinizin hepsini cebimize atıyoruz. Harap bir memleket alıyorsunuz, bunu kalkındırmak için mutlaka paraya ihtiyacınız var. Bu parayı almak için gelip diz çökeceksiniz. Cebime attıklarımın hepsini çıkaracağım siz vereceğim.”
Atatürk ve İsmet Paşa, emperyalizmin önünde borç almak için veya başka herhangi bir nedenle diz çökmediler. Her türlü fedakarlığa katlanarak Türkiye’nin bağımsızlığını ,egemenliğini korudular.
Atatürk milli mücadelenin özü itibariyle antiemperyalist bir mücadele olduğunu biliyordu. Bu düşüncesini şu sözlerle dile getirmişti: “Efendiler, biz hakkımızı koruyup gözetmek, bağımsızlığımızı emin bulundurmak için genel kurulumuzca, milletin bütünlüğümüzce bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletin tümüyle savaşmayı caiz gören bir mesleği izleyen insanlarız.”
Dünyada emperyalizmin artık sona erdiğini söylemek zordur. Büyük devletlerin kendi stratejik, ekonomik ve ticari menfaatlerini korumak için faklı yöntemlerle de olsa diğer devletleri yönlendirmeye, baskı altına almaya, onlara dildikleri politikaları kabul ettirmeye çalıştıkları biliniyor. Kendi menfaatlerine hizmet etmeyecek iktidarların hatta muhalefet partilerinin yönetimlerini değiştirmesi için neler yaptıklarının örnekleri batı ülkelerinin kaynaklarında açıkça yazılıyor. Özellikle Ortadoğu’ya gerçek bir demokrasinin yerleşmemesi ve bölge ülkelerinin emperyalist devletlerin tercihleri doğrultusunda yönetilmesi için iç politikalara nasıl müdahale edildiğinin çok açık örnekleri var. Bunlardan biri 1907 yılında emperyalist devletlerin müdahalesiyle İran demokrasisinin nasıl ortadan kaldırıldığıdır.
Bir diğer örneği Suriye’nin seçilmiş Cumhurbaşkanı Şükrü El Kuvvetli’nin yabancı ülkelerin yönlendirdiği bir darbe sonucunda devrilmesidir. Başka bir örnek İran petrollerini millileştiren Başbakan Musaddık’ın 1953 yılında gene yabancı ülkelerin düzenlediği bir halk ayaklanması sonucunda devrilmesidir.
Emperyalist devletlerin en önemli özelliklerinden biri kendilerini diğer milletlerden üstün görmeleri ve geri kalmış halkları eğitim uygarlaştırmanın kendilerine verilmiş ilahi bir görev olduğuna inanmalarıdır. Örneğin 17. yüzyılın ortalarında yaşamış olan İngiliz yazar John Milton şöyle diyordu: “İngilizler, diğer milletlere nasıl yaşamaları gerektiğini öğretme konusunda öncü role sahip olduklarını unutmamaktadırlar.” Ünlü Rus yazarı Dostoyevski de benzi görüşleri Ruslar için savunuyordu. Dostoyevski şöyle diyordu: “Ruslar dünyayı kurtarmak için Tanrı tarafından yaratılan tek millettir” 1819-1891 yılları arasında yaşayan Amerikalı düşünür Hermann Melville daha da ileri giderek şunları söylüyordu: “Biz Amerikalılar, çağının İsraillileri gibi özel olarak seçilmiş bir milletiz ve dünyada özgürlük meşalesini biz taşıyoruz. Tanrı bizi özel olarak seçti ve bizim ırkımızdan çok şeyler bekliyor.” İşte emperyalizmin fikir babalarının bazı düşünceleri böyle. Ancak, yakın geçmişte de benzeri düşüncelerin, üstelik sorumluluk taşıyan devlet adamları tarafından da dile getirildiğini görüyoruz. Örneğin Fransa Cumhurbaşkanı de Gaulle şöyle diyordu: “Ezelden beri Fransa’nın büyüklüğüyle dünyanın özgürlüğü arasında güçlü bir bağ vardır.” De Gaulle’e göre Fransa’ya Tanrı tarafından öncü ve olağanüstü bir kader bağışlanmıştı.
Yalnız Ortadoğu’da değil Avrupa’da da emperyalist devletlerin iç politikaya örnekleri az değildir. 1948 yılındaki İtalyan seçimlerinde yabancı ülkelerin istihbarat örgütlerinin çabası sonucunda sol partilerin seçimleri kazanmasına imkan verilmemiş ve Hristiyan demokratlar başarılı kılınmıştır. Ekonomik alanda da özellikle gelişme yolundaki ülkelerin ekonomik kararlarının nasıl dışarıdan yönlendirildiğinin örnekleri bizzat bu gibi operasyonlarda görev alan bir uzmanın itiraflarıyla ortaya çıkmıştır.
Bütün bu gerçekler ortadayken emperyalist ülkelerin dış politikalarının artık eskisinden farklı bir şekilde oluşturduklarını ve başka ülkelerdeki halkın gerçek iradesine tam saygı gösterdiklerini iddia etmek mümkün değildir. Bir yandan siyasetçileri bir yandan medyaları etki altına alan yabancı ülkeler, kendi çıkarları doğrultusunda dünyaya yön verme gayreti içinde olmaya devam ediyorlar. Türkiye’de ve dünyada gerçek bağımsızlığı savunan insanların bütün bu gelişmelerin bilinci içinde hareket etmeleri ve ülkelerinin politikalarının ve temel tercihlerinin yabancı devletlerin telkinleri sonucunda oluşmaması için dikkat göstermeleri gerekiyor. Emperyalizme karşı ilk başarılı mücadeleyi veren Türkiye’nin aydınlarına bu alanda büyük görev düşüyor.
Bu belge Belgeler arşivinde bulunmaktadır.