Onur Öymen’in Zonguldak ADD Konuşması – 25 Ekim 2013

Değerli arkadaşlar, öncelikle ADD Zonguldak Şubesine bu nazik daveti ve görüşlerimi sizinle paylaşma fırsatını bana verdiği için içtenlikle teşekkür ediyorum. Cumhuriyetimizin ilanının 90.yılına yaklaştığımız bu günlerde geçmişimizi ve içinde yaşadığımız gelişmeleri kısaca değerlendirmeye çalışacağım.

Ülkemizde genellikle her konu kendi boyutu içinde konuşulup irdeleniyor. Oysa bu konuların birbiriyle ve hatta geçmişle çok yakın bir bağlantısı var. Özü itibariyle otoriter bir din devleti olan Osmanlı İmparatorluğunun yıkılıp yerine modern bir cumhuriyetin kurulması yurtiçinde ve yurtdışında büyük etkiler yapmıştır. Atatürk’ün öncülüğünde gerçekleştirilen ve dünya tarihinde bir benzeri görülmemiş olan büyük bir reform süreci ülkemizin yapısını, toplumumuzun dokusunu, çağdaş ve uygar bir devletin niteliklerine kavuşturmayı amaçlayan olağanüstü bir hamleydi. Cumhuriyet kurulduğunda halkımızın sadece %10’u kadınlarımızın sadece %4.8’i okuma yazma biliyordu. Ülkemizin alt yapısı, ekonomisi perişandı. Savaştan yeni çıkmış bir ülkenin insan gücü ve kaynakları büyük ölçüde erimişti. Öyle bir ortamda şaşılacak olan bu kadar büyük reformların yapılması değil, aynı zamanda halkımızın bu reformları içtenlikle benimsemesi ve yeni hayat tarzını bir yaşam biçimi olarak kabul etmesiydi. Çünkü halk Atatürk’e inanmıştı, ancak onun gösterdiği yoldan giderse ülkemizin barışa, huzura, kalkınmaya ve selamete ulaşacağını biliyorduk. Acaba diğer devletler de böyle mi düşünüyorlardı? Geçmiş belgeleri inceleyecek olursanız o dönemde neredeyse bütün devlet adamlarının Atatürk hakkında çok övücü sözler söylediklerini görürsünüz. Bunun sebebi sadece Atatürk’ün askeri yeteneklerine ve gerçekleştirdiği reformlara duyulan hayranlıktan ibaret değil. Atatürk’ün izlediği barış politikası yeni bir dünya savaşına doğru sürüklenmekte olan Avrupa ülkeleri ve ABD için büyük önem taşıyordu. Artık anlaşılmıştı ki Atatürk, ülkesinin topraklarına içerden veya dışardan bir saldırı olmadıkça silaha dayanan bir politika izlemeyecekti. “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözünün yalnız Türkiye için değil, dünya için de önemli bir anlamı vardı. Peki yeni cumhuriyetin temel taşını oluşturan Lozan Zaferini de aynı şekilde olumlu mu karşılıyorlardı? Pek öyle değil. Bakın Churchill Lozan için ne diyor? “Türklerin yeniden Avrupa’ya girmeleri Müttefikler için en kötü aşağılanmadır…Müttefiklerin zaferi hiçbir yerde Türkiye’deki kadar tam olmamıştı. Şimdi galibin gücü hiçbir yerde Türkiye’deki kadar gösterişli bir şekilde aşağılanmamıştır. Ve sonunda başarılı bir savaşın bütün meyveleri, uğrunda binlerce askerin hayatını verdiği Gelibolu, Filistin, Mezopotamya…başarıları, bunların hepsi bir utanç içinde sona ermiştir.”

Peki İngilizler ve diğer büyük devletler Lozan’da varılan anlaşmayı hayatın bir gerçeği olarak kabul edip içlerine sindirmişler midir? Türkiye ile ilişkilerini ileride gerçekten Lozan’da inşa edilen temeller üzerine mi kuracaklardı? Bu sorunun cevabını, Lozan’daki İngiltere başdelegesi, Dışişleri Bakanı Lord Curzon veriyor. Lord Curzon bir gün İsmet Paşa’ya şöyle diyordu: “Memnun değiliz Lozan müzakeresinden hiç bir dediğimizi yaptıramadık. Reddettiklerinizin hepsini cebimize atıyoruz. Harap bir memleket alıyorsunuz, bunu kalkındırmak için mutlaka paraya ihtiyacınız var. Bu parayı almak için gelip diz çökeceksiniz. Cebime attıklarımın hepsini çıkaracağım siz vereceğim.”

Peki İngilizler ve diğer yabancı ülkeler Lord Curzon’un bu dediklerini yapabildiler mi? Yapamadılar. Çünkü İsmet Paşa’nın daha sonra söylediği gibi bu tecrübeden yararlanan Türkyie Cumhuriyeti, yabancı ülkelere borçlanmadan, ekonomik bağımlılık içine girmeden, kalkınmasını öz kaynaklarıyla gerçekleştirmeye özen gösterdi. İkincisi de savaş bulutları görülmeye başlamıştı, o ortamda Türkiye’yi karşılarına almak işlerine gelmedi. Üçüncüsü ve en önemlisi karşılarında Atatürk gibi bir devlet adamı vardı. Onunla mücadeleyi göze alamadılar. Milli mücadelenin sonlarında Yunan orduları İzmir’de denize döküldükten sonra İngiliz Başbakanı Lloyd George Türklerle yeniden savaşmayı düşünür, ancak buna destek bulamayınca Avam Kamarasında kürsüye çıkmış ve şunları söylemişti: “Tarih dâhileri dünyada nadiren yaratır. Bizim kötü talihimiz bu defa bir dâhiyi Türkiye’de karşımıza çıkarttı. Onunla savaşamazdık ve savaşamadık. İstifa ediyorum.” Bunları söyledikten sonra Avam Kamarası kürsüsünden iniyor ve istifa ediyor.

Savaştan sonra soğuk harp döneminde NATO ve Varşova Paktı’nın karşılıklı güç dengelerine dayanan dünyada da Türkiye’yi hedef alacak yaklaşımlardan büyük ölçüde kaçınıldı. Ancak Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra yeni bir dünya ortaya çıktı. Tek kutuplu denilen bu dünyada ABD, yegane süper güç gibi ortaya çıktı. Bu dönemde ülkelerin Türkiye’ye bakış açılarında da değişiklikler oldu.

Türkiye, Atatürk’ün en temel ilkelerinden biri olan tam bağımsızlık ilkesine bağlı bir ülkeydi. Kendi kararlarını kendisi veriyordu. Başbakan Ecevit baskılara ve engelleme çabalarına rağmen Kıbrıs Harekatını kararlışlıkla gerçekleştirmiş, gene yabancıların itirazına rağmen halkımızın önemli bir geçim kaynağı olan haşhaş ekimine iin vermişlti. Tükriye kendi doğru bildiğini yapan bir ülke görünümü sergiliyordu. Bu ciddi bir rahatsızlık yarattı. İkinci Cenevre konferansında Türkiye’nin baskılara boyun eğmeyeceği anlaşılınca İngiltere dışişleri bakanı Callagan, “Şu anda Kıbrıs Türk ordusunun esiridir, yarın Türk ordusu Kıbrıs’ın esiri olacaktır.”demişti. Türk diplomatları bu sözleri unutmadılar.

Daha yakın tarihteki bazı gelişmeler de yabancılar açısından kaygı verici oldu. Örneğin Türkiye ve ABD arasında 2003 yılında Dubai’de bir antlaşma imzalanmıştı. Buna göre ABD Türkiye’ye 1 milyar dolar hibe veya 8.5 milyar dolar kredi verecek, buna karşılık Türkiye de askerlerini PKK ile mücadele için Kuzey Irak’a göndermemeyi taahhüt edecekti. Muhalefetin ve basının sert tepkisi üzerine hükümet antlaşmayı onay için meclise getiremedi ve antlaşma kadük oldu. Daha sonra 1 Mart tezkeresi gündeme geldi. Gene ana muhalefet partisinin kuvvetli tepkisi sonucunda bu tezkere de meclisten geçmedi hükümet ABD’ye verdiği taahhütü yerine getiremedim. Arkadan AB kapsamında hükümet Kıbrıs’la ilgili yazılı antlaşma yaptı. Eğer uygulansaydı Türkiye sonunda GKRY’nun Kıbrıs devletinin temsilcisi gibi tanımak zorunda kalacaktı. Muhalefet buna da tepki gösterdi ve aradan 8 yıl geçmesine rağmen bu antlaşma da onay için meclise sunulamadı. Ondan sonra Ermenistan ile yürütülen gizli görüşmeler sonucunda iki protokol imzalandı. Türkiye’nin temel çıkarlarına aykırı olan protokollere muhalefet itiraz etti ve onlar da meclise getirilip onaylatılamadı. Onun arkasından Habur skandalı ortaya çıktı. Orada da hükümet Kuzey Irak’tan gelen bazı PKK’lıları ayaküstü yargılatıp serbest bıraktı. Belli ki yabancıların da desteği ile PKK’ya daha büyük tavizler de verilmesini öngörüyordu. Muhalefet buna da şiddetle itiraz etti. Elinden silahı bırakmayan, silah zoruyla siyasi çözüm dayatmaya çalışan bir terör örgütü ile müzakere edilmez, mücadele edilir dedi ve hükümetin Habur girişlimi de fiyasko ile sonuçlandı.

Özetle mecliste sayıca azınlıkta olmazına rağmen, muhalefet partisi, 1 Mart tezkeresinden olduğu gibi bazen çok sayıda iktidar partisi milletvekilini de ikna ederek, hükümetin yabancılara verdiği sözlerin yerine getirilmesini engelledi. Bu nasıl oldu? Çünkü halkın, büyük çoğunluğu Atatürk’ün milli bağımsızlık düşüncesini benimsemişti, Atatürk’ü kurduğu CHP, bu ilkenin sözcülüğünü yapıyordu. Diğer partileri ve basının büyücek bir kısmını da ikna ediyordu.

İşte bütün bunlar yabancıları çok rahatsız etti. Türkiye’nin stratejik konumunda bir ülke yabancıların telkinleriyle değil de kendi çıkarları doğrultusunda hareket ederse bu, başka ülkelerin menfaatlerine zarar verebilirdi. O zaman Türkiye’nin köklü bir değişime uğratılmasından başka çare yoktu. Türkiye’deki bütün kuruluşlar bu anlayışla yeniden düzenlenmeliydi. Örneğin basın ve televizyonlar Türkiye’nin ulusal çıkarlarını ön plana çıkaran yayınlar yapmamalı, hükümeti rahatsız edici görüşlere yer vermemeliydi. Aksi yönde tutum sergileyen gazeteciler cezalandırılmalıydı. Medya patronlarına ağır ceza verilmeliydi. Böylece basın hizaya getirilmeliydi. Aynı yöntemlerle üniversiteler susturulmalıydı. Aksi görüşleri savunan akademisyenlerin televizyonlarda görüşlerini açıklamalarına izin verilmemeliydi. Silahlı kuvvetler, Türkiye’nin güvenlik çıkarlarını ilgilendiren konularda bile konuşamaz hale getirilmeliydi. Nitekim ABD Savunma Bakanı yardımcısı Wolfowitz 1 Mart tezkeresinin mecliste reddedilmesinden askerlerin sorumlu olduğunu söylemişti. Ona göre askerler meclise liderlik yapamamıştı. Hani siz askerlerin siyasete karışmasını istemiyordunuz? Siyasi sonuçlar verebilecek konularda konuşmalarına karşıydınız. Öyle anlaşılıyor ki sizin askerlerden beklentileriniz, onların konuşmaması değil, sizin istediğiniz gibi konuşmalarıydı. 2004 yılında CSS isimli bir Hollanda kuruluşu eski Hollanda Savunma Bakanının başkanlığında Türkiye ile ilgili bir proje başlattı. AB’nin de desteklediği bu projenin amacı TSK’nın AB ülkelerinin silahlı kuvvetleri durumuna getirmekti. Yani askeri konular da dahil olmak üzere hiçbir konuda konuşmayacaklar, Genel Kurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanlığına bağlanacak ve askerlerin hesapları didik didik incelenecekti. O kuruluşun 2006 yılında yayınladığı 140 sayfalık raporda bu öneriler yer almakta ve bir bölümü şimdi hapiste olan bazı komutanların çeşitli vesilelerle yaptıkları konuşmalardan alıntılar verilmekte ve askerlerin bu gibi beyanlarla işine karıştığı izlenimi uyandırılmaktaydı. Tesadüfen bu raporun yayınlanmasını izleyen yıllarda TSK mensupları hakkında dünyada örneği hatırlanmayan kitlesel davalar açıldı ve ağır hapis cezaları verildi.

Atatürk’ün bağımsızlık düşüncesini savunan muhalefet partilerinin de yapısal bir değişikliğe uğratılması gerekiyordu. Ana muhalefet partisi liderine yönelik komplo aslında partinin cumhuriyetin temel değerlerine sahip çıkan ve ülkemizin yabancıların baskısıyla hareket eden bir devlet haline getirilmesine izin vermeyen kadroları tasfiye edilmeliydi. Demokratik ülkelerde örneği sık sık görülen gençlik hareketlerine, protesto eylemlerine, şiddetle karşılık verilmeli ve toplumdaki muhalefet duygusu sindirilmeliydi.

Bütün bunlar Türkiye’nin yörünge değiştirmesi, Türk toplumunun dokusunun değiştirilmesi, Türkiye’nin laik, demokratik cumhuriyet niteliğinin aşındırılması için gerekliydi ama yeterli değildi. Bir taraftan da yandaş medyalar, televizyonlar, oralarda her gece boy gösteren konuşmacılar, hükümetin beklentilerini emir telakki eden medya patronları aracılığıyla, halk kendisine dayatılmak istenen yapısal değişikliklerin aslında kendi menfaati olduğuna inandırılmalı, bunların yanlışlığını ortaya koyacak farklı düşünceler dile getirmemeliydi. Bunun için Türkiye’de görev yapmış bazı yabancılara ikinci Türkiye Cumhuriyeti gibi başlıklarla kitaplar yazdırıldı. Bu kitaplarda özü itibariyle Atatürk cumhuriyeti döneminin sona erdiği, yeni bir cumhuriyet kurulması gerektiği anlatılmakta ve iktidarın bu yöndeki çabaları övülmekteydi. Bazı ülkelerin resmi sözcüleri AB gibi kuruluşlar aracılığıyla hükümetin bir terör örgütü ile müzakere etmesi desteklenmekte, terör örgütünün beklentileri doğrultusunda, anayasal, yasal ve idari değişiklikler yapılması alkışlanmaktaydı. Özetle Türkiye Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin özelliklerini kaybederek yeni ve başka devletlerin beklediği doğrultuda bir yapıya kavuşturulmalıydı. Lord Curzon’un Lozan’da hedeflediği Türkiye de bundan başka bir şey değildi.

Bu kadar köklü değişiklikler sadece yabancılar istediği için olabilir miydi? Bütün bu yapısal değişikliklerin sorumlusunun sadece yabancılar olduğunu söylemek doğru, insaflı bir yaklaşım olmazdı. Yurtiçinde de öyle bir köklü değişikliği savunacak siyasi güçler olmalıydı. Aslında son yıllarda böyle bir yapılaşma ortay çıkmıştı. Onlar da her vesile ile Atatürk dönemini, İsmet İnönü’nün yaptıklarını, tek parti rejimini suçluyor ve geçmişi kötüleyerek bugün izledikleri politikalara haklılık kazandırmaya çalışıyorlardı.

Onların Atatürk’ün yaptığı büyük reformlar içinde en çok rahatsız oldukları laiklik reformuydu. Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması onların kabul edeceği bir şey değildi. Türkiye aynen Osmanlı İmparatorluğunda olduğu gibi din esasına yönetilen bir devlet olmalıydı. Devletin kurumları buna göre şekillenmeliydi. Cumhuriyet döneminde benimsenen söylemler değiştirilmeliydi. Böylece hem terör örgütünün beklentileri yerine getirilmiş olacak hem de Türkiye milli devlet özelliğini adım adım kaybedecekti. Yeni bir anayasa ile bu yeni devlet yapısının hukuki esasları belirlenecek artık Atatürk cumhuriyeti milli devlet anlayışıyla, laiklik ve çağdaşlık hedefiyle birlikte tarihin tozlu raflarına kaldırılacaktı.

Peki Atatürk böyle gelişmelerin olabileceğini hiç görmemiş miydi? Görmüştü. Büyük nutkun sonunda yer alan gençliğe hitabesi Türkiye’nin en tehlikeli ve sakıncalı durumlara bile düşebileceğini ama Türk gençliğinin azmiyle ve Türk milletinin iradesiyle bu sorunların aşılabileceğini söylüyordu.

Churchill Çanakkale Savaşından sonra demişti ki, “Bu savaşı bizim kazanmamış lazımdı. Her şeyi hesap etmiştik, silah gücünü, ikmal imkanlarını, lojistik kabiliyetlerini. Bir tek şeyi düşünememiştik o da karşımızda Mustafa Kemal’in bulunacağını.”

İşte şimdi Türkiye’yi yeniden yapılandırmak isteyenler Türk milletinin dokusunu, Atatürk devrimlerinin özünü değiştirip, ılımlı bir İslam devleti haline getirmek isteyenler bir tek şeyi hesap edemediler, o da Atatürk’ün ilkelerine ve gönülden bağlı olan Türk gençliğinin ve milletinin azmi ve iradesi. Ben inanıyorum ki yaşanan bu sıkıntılardan sonra bu azim ve irade galip gelecek ve Türkiye Atatürk’ün bu ışıklı yolunda ilerlemeye devam edecektir.


Bu belge Belgeler arşivinde bulunmaktadır.