Son Eklenenler:
- HUKUK AÇISINDAN LOZAN
- CUMHURİYET KİTAP DERGİ, SÖYLEŞİ
- TÜRKİYE’NİN ULUSAL GÜCÜ, BOĞAZİÇİ AYDINLAR DERNEĞİ-HAZİRAN 2021
- 23 NİSAN, ÇYDD DERGİSİ-23 NİSAN 2021
- AFGANİSTAN’IN DRAMI, AĞUSTOS 2021
- YUNANİSTAN TARİHTEN DERS ALMIYOR
- ATATÜRK’ÜN DIŞ POLİTİKA İLKELERİ VE TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI
- ULUSAL ÇIKARLARIN KORUNMASINDA GÖRÜŞ BİRLİĞİNİN ÖNEMİ
- ONUR ÖYMEN’İN CUMHURİYET GAZETESİ, TUNCAY MOLLAVEİSOĞLU’NA VERDİĞİ MÜLAKAT – 17 HAZİRAN 2019
- ONUR ÖYMEN’İN YENİÇAĞ GAZETESİNE VERDİĞİ MÜLAKAT “TÜRKİYE, ÖNCELİKLE ÇIKARLARINI KORUMALI” – 15 NİSAN 2019
Onur Öymen’in Lozan Konusunda Türk Hukuk Kurumunda Yaptığı Konuşma – 24 Temmuz 2012
Lozan’ı biz her yıl gururla kutluyoruz. Dünyada hangi ülke Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan antlaşmaları kutluyor? Hiçbiri. Çünkü bu antlaşmalardan hiçbiri Lozan kadar şerefli değil. Bunlar savaşın mağduru olan devletlere diz çöktüren, onları teslim alan, onları boyunduruk altına alan antlaşmalardı. Bir tek Lozan Antlaşması I. Dünya Savaşını kaybeden bir devletin, savaşın galipleri ile eşit şartlarda masaya oturup tam bağımsızlık, egemenlik ve eşitlik esasına dayalı olarak gerçekleştirmeyi başardığı bir antlaşmadır. Lozan’ı bir tarih olayı gibi düşünmek de kabil, Lozan’a giden yolu hatırlatmak da kabil ama en önemlisi bugünden Lozan’a bakarak Lozan’da biz ne sağlamıştık, bugün neredeyiz sorusunu sorarak bir değerlendirme yapmaktır.
Lozan’dan sadece 3-4 yıl önce İstanbul basınında yer alan bir yazıyı size okumak istiyorum. Alemdar gazetesinde Refii Cevat Ulunay diyor ki, “Osmanlı İmparatorluğu İngiltere’ye yanaştıkça daima kazanmış, uzaklaştıkça kaybetmiştir. Bizim için yol, İngiltere’nin açacağı yoldur.
Bu sözler size bugünkü bazı yazarları hatırlatıyor olabilir. Refii Cevat, başka bir yazısında diyor ki, “Biz Anadolu’daki Kuvayi Gayrımilliyecilerin işgal kuvvetleriyle baş edebileceklerini sanmıyoruz. Salah ve mevcudiyetimiz için bunların temsilcilerini yok etmemiz lazım.”
Atatürk ve arkadaşları için bunları söylüyor. “Millet Anadolu’yu soyup, kasıp kavuran Kuvayi Gayrımilliye’ye karşı, halifesinin ve tahtının etrafında birleşecektir.”
İşte değerli arkadaşlarım, teslimiyetçilik budur. Bugün pek çok insanı yazdığı yazılar ve yaptıkları konuşmalar dolayısıyla teslimiyetçilikle suçluyoruz. Biliniz ki, onların ahfadı da bunları yazmışlardı. Keşke o devirde yazılanların hepsini bugünkü dile çevirerek gençlere okutabilsek.
Peki bugün bu zihniyetin başka örnekleri de görünüyor mu? Evet. Mesela diyorlar ki bazıları, “Biz bu Kürt meselesini halledemezsek, başkaları gelir bizim adımıza hallederler.” Düşünebiliyor musunuz? Biz şu an bizden istenen tavizleri vermezsek yabancılar gelir bize daha ağır koşullarda çözüm getirirler, demek isteniyor.
O zamanki teslimiyetçilere karşı Atatürk ne diyor? “Güçsüz ve korkak insanlar herhangi bir felaket karşısında milletin de uyuşukluğa düşmesine ve çekingen duruma gelmesine yol açarlar. Derler ki biz adam değiliz ve olamayız. Kendi kendimize adam olma şansımız yoktur. Kayıtsız ve şartsız olarak biz varlığımızı bir yabancıya teslim edelim.” Atatürk’ün tepki gösterdiği zihniyet budur. İngiliz cemiyetleri kurulmuş o zaman. Bunlar Türkiye’yi İngiltere’nin himayesi altına sokmak istiyorlardı. Bir de Wilson cemiyeti var İstanbul’da, onlar da ABD’ye bağlanmak istiyorlar. Telgraf çekiyorlar ABD başkanı Wilson’a, bizi himayeniz altına alın diyorlar. Türkiye Lozan’dan 3 yıl önce o koşullarda yaşıyordu. Lozan’ın değerini anlamak için Lozan’da 3-4 yıl önceki koşulları hatırlamakta yarar var.
Peki yabancılar ne diyorlardı? Lozan sırasında ve sonrasında Türkiye’ye övgüler düzen yabancılar acaba Lozan’dan 3-4 yıl önce ne diyorlardı? 17 Haziran 1919. Osmanlı İmparatorluğu’nun Başbakanı Damat Ferit Paşa Paris’te, müttefik kuvvetlerin liderleri ile konuşuyor, ABD Başkanı Wİlson, İngiliz Başbakanı Lloyd George, Fransa Başbakanı Clemenceau, bakın ne diyorlar, o kadar ağır sözler söylüyorlar ki, yenilir yutulur gibi değil. Bunları gençlere okutmak lazım ki, Lozan’ın kıymetinin anlasınlar. Clemenceau diyor ki, “Avrupa’da, Asya’da ya da Afrika’da hiçbir yer yoktur ki orada Türklerin hakimiyeti, refahı azaltmamış ve kültür düzeyini düşürmemiş olsun. Türklerin çekildiği hiçbir ülke yoktur ki refahı gelişmemiş, kültürü yükselmemiş olsun. Yani ister Hıristiyan Avrupa’sında, ister Müslümanların bulunduğu yerlerde Türkler daima kötülük getirmişlerdir.” Llyod George diyor ki, “Türkler Bir insanlık kanseri türüdür, yönettikleri toprakların içine işlemiş bir yaradır.” Bunları hatırlayınız. Birkaç dakika sonra size aynı Llyod Geroge’un söylediği başka sözleri anlatacağım. Farkı göreceksiniz ve nereden nereye geldiğimizi anlayacaksınız. O kadar baskı altındaydı ki Türkiye, 1920 yılının Ocak ayında Osmanlı İmparatorluğu’na bir Nota veriyor müttefik ülkeler, diyorlar ki, Milli Savunma Bakanınızı ve Genel Kurmay Başkanınızı 48 saat içinde görevden alacaksınız. İçişlerine müdahalenin bundan daha açık bir örneği olabilir mi? Atatürk’ün itirazlarına rağmen Osmanlı Hükümeti bunları değiştiriyor.
Bu gelişmeleri gördükten sonra bir de Sevr’i hatırlayalım. Sevr öyle bir antlaşmaydı ki, Türkiye’yi parçalıyordu, bölüyordu, Türklere küçük bir toprak bırakıyordu. Bunları biliyoruz. Ama Sevr’in bir hükmü var azınlıklarla ilgili onu hatırlayan azdır. Sevr’in 151. maddesi önemlidir. Diyor ki, azınlıklar konusunda müttefik ülkelerin bundan sonra alacakları tüm kararları Osmanlı İmparatorluğu kabul etmeyi önceden taahhüt eder. Daha ne olduğunu bilmediğiniz bir kararı peşinen kabul ediyorsunuz. Bundan daha açık bir teslimiyetçilik olamaz. Bilmediğiniz bir metni kabul etmek zorundasınız. Sevr’de bunu yazıyor. İşte biz bu Sevr’i yırtarak Lozan’ı yaptık ve bunu yapabilmek için de çok kanlı bir milli mücadele vermek zorunda kaldık.
Bunları yaptıktan sonra Lozan’a ulaştığımızda Türkiye orada Atatürk’ün talimatı ile, eşit, egemen ve bağımsız bir devlet olma kararı ile masaya oturdu. Bu talimat 14 maddedir. Burada diyor ki, Ermeni yurdu veya kapitülasyonları önerdikleri zaman derhal masadan kalkacaksınız. Size şunu hatırlatırım, o gün bunu diyorduk, bugün ne diyoruz? Kıbrıs’ta masadan kalkan taraf biz olmayalım. Yani sizin hiç kabul etmeyeceğiniz koşullar gelecek ve siz masada oturacaksınız. İç politikadan örnek vermek istemiyorum, bu güzide topluluk önünde. Bu sözleri iç politikada da kullanıyoruz. Masadan kalkan taraf olmayı göze alacaksınız. Bakın biz Kıbrıs harekatından sonra II. Cenevre Konferansına gittik. Turan Güneş Dışişleri Bakanımızdı . Bizi topladı resmi toplantıdan önce. Dedi ki arkadaşlar siz bu işleri bilirsiniz mesleğinizdir, masadan nasıl kalkılır? Biz dedik ki uyuşmazlık olur, anlaşmazlık olur o zaman kalkılır. Hayır onu sormuyorum, masadan nasıl kalkılır dedi. Sonunda dedik ki biz, siz neyi kastediyorsunuz? Şunu kastediyorum, ben masaya yumruk mu vuracağım, kağıtları mı çarpacağım, hiçbir şey söylemeden mi kalkıp gideceğim? Türkiye karşı taraf makul bir çözüme yanaşmayınca terk etti masayı. İşte yapılması gereken buydu, devlet adamlığı buydu. Türk heyeti basın toplantısı yaptı, niçin karşı taraf makul bir çözüme yanaşmıyor onu anlattık ve masayı terk etmekten başka hiçbir seçeneğimiz olmadığını açıkça ve gururla söyledik. Şimdi öyle bir döneme geldik ki masadan kalkmak bile ayıp, utanılacak durum haline geldi. Masadan kalkarsak çok yanlış bir iş yapacağız sanki. Adamlar haksız taleplerde bulunacaklar, biz oturmaya devam edeceğiz. Niye? Ayıp olur kalkarsak. Lozan’ı düşünürken bunları mutlaka hatırlamamız lazım.
“Üzerimizde çok baskı var, mecburuz bazı konularda taviz vermeye” diyorlar. Değerli arkadaşlarım, bugün ve bundan önceki dönemlerde Türkiye’ye yapılan baskıların hiçbiri Lozan’da İsmet Paşa’ya yapılan baskılarla mukayese edilebilecek cinsten değil. O kadar ağır baskı yapmışlardı ki bunu anlatmak son derece zordur. Bunu en iyi Lozan’daki ABD gözlemcisi, Mc Grew anlatıyor. Diyor ki, “Bir gün aldılar İsmet Paşa’yı odaya müttefik ülkelerin liderleri, 7 saat öyle bir baskı yaptılar, bağırıp çağırdılar, masaya yumruklarını vurdular ki, New York’un zenci mahallelerinde yapılan bir sorgulama bunun yanında kibar bir akşam yemeği sohbeti gibi kalır.” Düşünün ne kadar ağır baskılara İsmet Paşa göğüs germiş.
Gerçekten İsmet Paşa’nın en önemli özelliklerinden biri de baskılara göğüs germekti. Lozan’da yaptığını II. Dünya Savaşı’na Türkiye’yi sokmak isteyenlere de yapmıştır. Orada da Churchill ve Roosevelt’e karşı büyük bir direnç göstermiştir. Çünkü O bir devlet adamıdır. Devlet adamları baskıya direnmesini bilen insanlardır. Dış baskılara boyun eğmeyen, ülkesinin menfaati için en zor şartlarda bile en büyük devletlere karşı direnmesini bilen insanlardır. İsmet Paşa’ya çok baskı yapıyorlar ve 1923 yılının Ocak ayının sonunda Şubat ayının başında bir gün Lord Curzon diyor ki size verilecek en son metin budur,. Bu metni akşam sekize kadar kabul ettiniz, yoksa bu iş burada biter ben Londra’ya giderim. Saat sekiz oluyor tüm gazeteciler merakla bekliyorlar. Türk tarafı herhalde kabul edecek diye bekliyorlar. İsmet Paşa çıkıyor odasından elinde melon şapkası, gayet güler yüzle iniyor merdivenlerden, gazetecileri selamlıyor, çekiyor gidiyor. Panik içinde soruyorlar, nereye gidiyorsunuz Paşam diye. Ankara’ya gidiyorum diyor. Gazeteciler soruyorlar paşam ne oldu diye. “Hiç, sadece esir olmayı kabul etmedim” diyor. Konferansı bitirmeyi göze alıyor. Bu savaş demek. O sırada Fevzi Çakmak’a talimat veriyorlar seferberlik yapın diye. Yeni bir savaşa hazırlıklı olun diye. Sonra yabancılar geri adım atıyorlar. Eğer haklıysanız davanızda baskılara direnerek sonuç alabilirsiniz. Ama bunu yapacak cesaretiniz olacak. Diplomasi cesaret demektir. Atatürk ve İsmet Paşa’nın bir diğer özellikleri de cesaretli olmalarıydı. Cesurdular, gerçekçiydiler, hayal kurmuyorlardı ama ülkelerinin haklarını ve menfaatlerini korumak için Türkiye’yi eşit bir devlet haline getirmek için her şeyi yapmaya hazırdılar.
Biraz önce belirttim. Sevr’in 151. Maddesini., Bizim ileride alacağımız kararları peşinen kabul edip uygulayacaksınız, diyordu. Lozan’da ne olmuş bu? Lozan’da 37. ve 44. maddeler var, İstanbul’daki Rumlara tanınan azınlık hakları. Ama bir de 45. madde var: aynı haklar Batı Trakya’da yaşayan Müslümanlara da tanınacaktır, diyor. Bu yok Sevr’de, Lozan’da var. Lozan’ın farkı Türkiye’nin bu eşitliği kabul ettirebilmiş olmasıdır.
Teslimiyetçilikten bahsettim, bunun bir örneğini daha vereyim size. İngiliz muhipleri cemiyeti başkanı bir rahip, Rahip Fray. Bir numaralı üyesi Vahdettin. Üyelerinden biri İçişleri Bakanı Ali Kemal. Sait Molla da üye, Rahip Fray’e bir mektup yazıyor. Diyor ki “Ali Kemal İçişleri Bakanlığından istifa etti ama Padişaha çok yakındır ve sözünü geçirir. Bu zatı elde bulundurmak gerekir. Bu fırsatı kaçırmayalım bir hediye takdimi için en uygun zamandır. Ali Kemal Bey talimatınıza harfi harfine uyacaktır.” İşte böyle bir ortamdan şimdi konuştuğumuz Lozan’ın koşullarına geldik.
Lozan için yabancılar ne diyor? İngiliz tarihçi Toynbee bile bakın Lozan konusunda diyor ki, “Türk delegasyonu Misak-ı Milli ile belirlenmiş olan toprak konuları, kapitülasyonlar, borçlar ve diğer milli çıkarlar konularında bir adım bile geriye atmamıştır. Hemen her konudaki milliyetçi istekleri Lozan’da müttefikler tarafından kabul edilmiştir. Dünya tarihinde bir eşi olmayan bir olayla karşılaşılmış, yenilmiş, parçalanmış bir ulusun, bu harabe içinden ayağa kalkması ve dünyanın en iyi ulusları ile eşit şartlar içinde karşı karşıya gelmesi ve bu büyük savaşın galiplerini dize getirerek istediklerini kabul ettirmesi şaşılacak bir şeydir. Neticede Lozan’da Türkiye büyük bir zafer kazanmıştır, yeni bir devletin ötesinde bir millet oluşturmuştur.”
Atatürk diyor ki,1922 yılının sonlarına doğru, biz 2,5 yıl öncesine kadar -1919’u kastediyor-, millet değildik. Şimdi millet olduk diyor. Türk milletinin ne olduğunu, kimliğini, her vesile ile açıkça vurguluyor. Cumhuriyetin temel taşının Türk milleti olduğunu da her vesile ile söylüyor. Peki, neymiş Türk milleti? 1924 anayasasının 88.maddesinde yazıyor, diyor ki, Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızız vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk sayılır. Bugün Türkiye’de siyaset yapanlar da dahil olmak üzere, herkes acaba çıkıp “hangi kökenden, mezhepten gelirsek gelelim biz Türk’üz” diyebiliyor mu? Türk milleti lafını son zamanlarda kaç kere duydunuz? Televizyonlardan hepimiz izliyoruz. Bu millet şunu yapar, millet bunu kabul edemez, bu millet şöyledir, böyledir, diyorlar. Peki bu milletin adı yok mudur? Türk milleti değil midir? Kendimize Türk milleti diyemiyor muyuz? Maalesef biz Lozan’da yarattığımız o anlayışı, milli gücü, şu anda aynı kararlılıkla savunabilecek durumda değiliz. Gayet tabi Atatürk’ün ilkelerini benimseyen Türkiye’de on milyonlarca insan var. Ama bu ülkeyi yönetenler içinde kaç kişi bunu söyleyebiliyor? Açın bilgisayarlarınızı girin google’a politikacıların ismini yazın, virgül koyun ve Türk milleti deyin. bakın bakalım kaç kere bahsetmiş veya hiç bahsetmiş mi?
Llyod George’dan bahsettim, Türkler insanlık kanseridir falan diyordu, bunu söyledikten 4 sene sonra ne diyor? Kurtuluş Savaşı bitmiş, Türkiye başarı sağlamış, Llyod George, Avam Kamarasında kürsüye çıkıyor ve “İnsanlık tarihinde dâhiler pek ender görülür. Fakat kötü talih, Tanrı bir dâhiyi Türkiye’de dünyaya getirdi. Biz onunla çarpışmak zorunda kaldık. Mustafa Kemal gibi bir dahiyi yenmemiz imkansızdı” diyor ve kürsüden iniyor, istifa ediyor. Biz Kurtuluş Savaşı’nı biliriz, Lozan’ı biliriz ama pek azımız Atatürk’ün bu direnciyle, İsmet Paşa’nın çabalarıyla o devirde dünyanın en büyük devletinin başbakanını istifa etmek zorunda bıraktığımızı bilmez. Aynı şey Fransa meclisinde de oluyor. Diyorlar ki “haydutlarla antlaşma yaptınız.” Fransız Başbakanı Aristide Briand diyor ki, “dağ başında haydutlar diye isimlendirdiğiniz kahraman Mustafa Kemal ve onun tüm askerleri burada olsalardı teker teker hepsinin heykellerini dikerdik .Böylesine kahramanla bir antlaşma imzalamaktan gurur duydum.” İşte o zamanki Türkiye budur.
Türk Hukuk Kurumu düzenlediği için hukuktan bahsetmezsek haksızlık olur. Bu kadar değerli hukukçunun karşısında hukuktan da bahsetmek çok zor ama Atatürk’ün Ankara Hukuk Fakültesi’nin açılışında yaptığı bir konuşma var, müsaadenizle ona değineyim. Son derece ilginçtir. Atatürk, o konuşmasında, bütün kanunların ancak dünyasal gereksinimlerden esinlenerek yapılması gerektiğini söylüyor. Yani ulema bilir falan demiyor. Gereksinimlerin değişmesiyle yenilikler olur ve bunun da hukuku olur. Yani gelişime kapalı değil. Bazıları, Atatürkçüler tutucudur, statükocudur, bilhassa geleneksel Atatürkçüleri biz sevmeyiz falan diyorlar. Fakat şunu bilesiniz ki Atatürkçülüğün hiçbir unsuru statükoculukla izah edilecek bir kavram değildir. Tam tersine Atatürk tutucularla mücadele ediyor, o yaptığı konuşmada da diyor ki “yeni ortaya çıkardığımız devrimin bir de hukuk yapısı olacaktır ve devrimin hukukçularını yetiştireceksiniz. Tarihimizde bazı eski kafalı hukukçular yenilikleri engellemişlerdir. 1453’te büyük bir zafer kazandı Türkler, İstanbul’u aldı. Ama o zamanki hukukçular matbaanın memlekete girmesine engel oldular. Ben egemenlik kayıtsız şartsız milletindir kavramını yasalaştırmak için çalışırken mecliste bazı hukukçular çıktılar karşıma, ‘Bu Osmanlı Anayasasına aykırıdır’ diye engel olmaya çalıştılar. Ne zaman bir gelişme, devrim ortaya çıkmışsa onu engellemeye çalışan hukukçular olur. O yüzden bu geri zihniyetli hukukçularla mücadele etmek gerekir ve çağdaş zihniyetli hukukçular yetiştirmek lazımdır.”
Bazıları Atatürk Batı medeniyetlerinden bahsetmemiştir diyorlar. İşte bu konuşmada bahsetmiştir. “Biz Batı medeniyetinin hukuk düzenini kabul edeceğiz” diyor. Son derece ilginçtir. Ondan sonra 9 ekim 1925’te cumhuriyet savcılarına hitap ediyor ve diyor ki “Bu mücadelemizin asıl amaçlarından biri zayıf olanları zorbaların baskısından ve entrikacıların aleti olmaktan kurtarmak ve Batı uygarlığını kayıtsız şartsız kabul etmektir”.
Sonra savcılardan beklediklerini anlatıyor ve diyor ki “kamu hukuku adına ortaya koyduğu bir iddianın desteklenmesini sağlayamamanın bir cumhuriyet savcısı için övünülecek bir konu olmadığını hatırlatmak isterim.”
Atatürk tutukluları da düşünüyor. “Cezaevlerinin haftada bir mutlaka denetlenerek, yargılama olmaksızın, tutuklu kalanların kısaca nedenleri ile birlikte derhal en yakın müfettişliğe ve Adalet Bakanlığı’na bildirilmesi gerekir”, diyor.
Bir gazeteci var evi basılmış, bir takım yanlış işler yapmış, evinde bazı belgeler bulunmuş, mahkemeye verilmiş ve tutuklanmış. Bu gazeteci Lütfü Fikri Bey. Atatürk’ün hayatına karşı olan sözler içeren de belgeler bulunmuş. Atatürk bir mektup yazıyor Ankara İstiklal Mahkemesi başkanına. “Gazeteden izledim davayı, bizden farklı düşünceleri olduğunu anlıyorum. Benim şahsımla ilgili bazı olumsuz düşünceleri de varmış fakat benim onun hakkında hiçbir şikayetim yoktur, eğer aleyhinde başka önemli bir konu yoksa lütfen kendisine hoşgörü gösterin”, diyor. Mahkeme beraat ettiriyor. Bazılarının diktatör dedikleri Atatürk işte bu. Uygarlık, hukuk anlayışı bu.
Demokrasi anlayışı için de bir örnek verip bitirmek istiyorum. 1931 yılında ikinci seçmenlere mektup yazıyor diyor ki, Cumhuriyet Halk Fırkası olarak bütün milletvekilleri adaylıkları için aday göstermeyeceğiz. Bazı adaylıkları boş bırakacağız, sizden rica ediyorum hiçbir etki altında kalmadan kişisel görüşümüzü dikkate almadan bağımsız insanları Meclise sokun. Onları seçin ki mecliste muhalefet olsun diyor. Bugün muhalefetten çekinenler var, rahatsız olanlar var. Ama şunu bilesiniz ki, bazılarının diktatör dedikleri Atatürk muhalefete bu kadar önem veriyor. Bizim anayasamızda başka partilerin kurulmasını engelleyen hiçbir hüküm yoktur diyor. 1930 yılında Paris Büyükelçisini Fethi Okyar’ı davet ederek Serbest Fırka’yı kurduruyor. Kendi kız kardeşini Serbest Fırka’ya üye yaptırıyor. Muhaliflerin bağımsız milletvekili sıfatıyla meclise girmelerini sağlıyor. Daha sonra partide müstakil grup kuruluyor. Partide bir yanlış gördüğünüz zaman asla müsamaha göstermeyeceksiniz, bir yanlışı örtbas etmek Partiye en büyük kötülüktür, diyor. Bazılarının diktatör, otoriter dediği Atatürk bu.
Atatürk ve İsmet Paşa öyle bir devlet kurmuşlardır ki, bu devletin hedefi yalnız kalkınmada, yolların, barajların, limanların yapılmasında değil, düşüncede, hukukta da çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmaktır. Türkiye’nin o zamanki zihniyetle bugünkünü kıyasladığımız zaman gerisinde midir, ilerisinde midir? Siz karar verin. Bugün Türkiye maalesef dünyadaki demokratik ülkeler arasında tam 88. sırada. Kadın erkek eşitliğinde 132. sıradayız. Basın özgürlüğünde 148. sırada, yargı bağımsızlığında en arkalarda. AİHM kararlarında bütün Avrupa Konseyi üyeleri arasında hem son 50 yıllık rakamlarda hem de son 2011 yılı rakamlarında Türkiye en sonuncu veya en sondan 3 ülke arasındadır. Lozan’dan çıktığımız yolda vardığımız yer burasıdır. Bence bu gibi toplantıların faydası hem Lozan’ı yapanların, cumhuriyeti kuranların düşüncelerini aramızda konuşmak hem de bugün nerede olduğumuzu tespit etmektir. Ben inanıyorum ki Türkiye yine Lozan’daki hedefimize dönecektir. Halkımız Atatürk’ün devrimlerini içtenlikle benimsemiştir. İsmet Paşa’nın demokrasi anlayışını benimsemiştir.
Atatürk ve arkadaşları iç ve dış düşmanlarla sonuna kadar mücadele etmiştir. Atatürk diyor ki ben savaşa karşıyım, ülkenin savunması için yapılmadıkça savaş cinayettir. Ama benim topraklarımda gözü olanların sonuna kadar düşmanıyım da diyor. Bu zihniyet ile Türkiye Lozan’dan sonra Montrö’ye gitti. O, Boğazlar konusunda Lozan’dan da ileri bir antlaşmadır. Sonra yine Atatürk’ün başlattığı hareket ile Hatay bağımsızlığa kavuşturuldu. Kıbrıs harekatı da aynı temel anlayışla yapılmıştır. Kıbrıs harekatının hukuki dayanağı Lozan’ın 16. maddesidir. Menderes ve Zorlu Londra ve Zürih antlaşmalarını yaparken, Lozan antlaşmasının 16. Maddesine dayanmışlardır. O maddedeki herhangi bir antlaşma ile Yunanistan’a verilmemiş adaların kaderi ilgili ülkeler tarafından kararlaştırılır, hükmünden yararlanılmıştır. Kardak aynı şekilde Lozan’ın 16. maddesinden yararlanılarak Yunanistan’ın emrivakisinden kurtarılmıştır. Bizim geçmişimizde bunlar var. geleceğimizde neler olacak ona milletimiz karar verecek. Bu kararı verirken geçmişimizi çok iyi bilmemiz lazım, çocuklarımıza bunu çok iyi anlatmamız lazım. Biz bu memleketi sokakta bulmadık. Bu memleket için bütün gücümüzle çalışmak bize bu devleti kuranların verdiği bir görevdir. Sıfatımız ne olursa olsun hepimiz bu görevi mutlaka yerine getirmeliyiz. Ben inanıyorum ki sonunda kazanan Türkiye olacaktır, Türk milleti olacaktır.
Bu belge Konferanslar, Konuşmalar arşivinde bulunmaktadır.