Onur Öymen’in Bremen ADD’de Yaptığı Konuşma – 21 Nisan 2012


Atatürkçü Düşünce Derneği’nin çok değerli üyeleri, çok değerli Bremenli arkadaşlarım, sevgili dostlarım, hepinizi saygı ile selamlıyorum,  bu nazik davetiniz için hepinize içtenlikle teşekkür ediyorum. Bana yeniden Bremen’e gelmek, sizlerle görüşlerimi paylaşma fırsatı vermek lütfunda bulundunuz. Bu benim ve eşim için büyük bir mutluluk vesilesidir. Daha önce defalarca gelmiştik Bremen’e. Burada üniversitede ve başka yerlerde görüşlerimizi paylaşmıştık. o zaman konularımız daha çok Türk Alman ilişkileri, buradaki vatandaşlarımızın sorunları ile ilgiliydi. Şimdi başka bir konuda görüşlerimi paylaşmamı arzu etmiş arkadaşlar. Onları da söyleyeceğim ama sözlerime başlamadan önce şunu ifade edeyim, her geldiğimde buradaki vatandaşlarımızın eskisinden daha ileri bir duruma geldiklerini memnuniyetle görüyorum. Türkler artık Almanya’nın esas unsuru haline gelmişlerdir. Eğitimleriyle, bilgileriyle, birikimleriyle, çalışmalarıyla. Gerçekten hepimize övünç veren bir konumdadır Almanya’daki Türkler. Türkiye’ye giderek de daha büyük katkıları olacaktır. Sadece ekonomik olarak değil, bilim, düşünce, siyasi konular hakkında katkılarınızın artarak süreceğinden eminim.

Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı vesilesiyle düzenlediğiniz bu toplantıda gerçekten bazı düşüncelerimizi paylaşırken, önce şunu söylememiz gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin özünde milli irade var. Milli iradeyi çıkarırsanız Türkiye Cumhuriyeti’nin değerini anlayamayız. Milli iradeyi biz önce Kurtuluş Savaşı ile ortaya koyduk. Unutmayınız ki biz Almanya ile birlikte I. Dünya Savaşı’na katıldık. Bu savaş bizim için çok zahmetli, kanlı oldu. Çok büyük topraklar kaybettik, çok fazla şehit verdik, sivil halktan çok sayıda insanlarımızı kaybettik. Savaştan  sonra antlaşmalar yapıldı. Almanya ile Versay Antlaşması, Nöyyi, Trianon vs. Biz de Lozan antlaşmasını imzaladık. Savaşaı kaybeden ülkeler arasında milli egemenliğini ve bağımsızlığını koruyan ve diğer devletler ile eşitliğini tescil eden tek antlaşmayı yapan ülke Türkiye’dir. Lozan hiçbir açıdan diğer antlaşmalarla kıyaslanamaz. Biz Lozan antlaşmasını nasıl yaptık, milli irademizi nasıl kabul ettirdik, bunu anlamadan Türkiye’nin bugünkü durumunu değerlendirmek çok zordur. Geçmişi unutmak isteyenler, hatırlamak istemeyenler olabilir. Ama bunu hatırlatmak bizim görevimiz. Lozan’da Türkiye’nin gerçek anlamda egemen, bağımsız ve eşit bir ülke olmasını tescil ettirmek istedik. Bunu kabul etmediler. Lozan’ın bu kadar uzun ve zahmetli olmasının özünde bu yatıyordu. Türkiye’yi kapitülasyonlarla yaşayan, baskılara boyun eğen, büyük devletlerin talimatıyla hareket eden bir ülke olarak tutmak istiyorlardı. Buna razı olmadık. Lozan’da bir gün Lord Curzon İsmet Paşa’yı davet ediyor. Diyor ki Paşa senden bıktık artık. Sen hep aynı sözü tekrarlıyorsun, milli egemenlik, milli egemenlik…Hiç dediklerimizi kabul etmiyorsun, artık senden bıktık, usandık. İsmet Paşa diyor ki ben sürekli milli egemenlikten bahsediyorsam, beni söylemek zorunda bıraktığınız için bahsediyorum, diyor. Bize diğer devletlerle eşit haklar vermek istemediğiniz için söylüyorum diyor. Şimdi siz fakirsiniz, bugün her talebimizi reddediyorsunuz ama sizden istediğimiz tavizleri siz reddedince biz onları cebimize koyuyoruz. Ülkeniz fakir, yarın bizden para isteyeceksiniz, para bizde var, diyor. Yanında ABD’li oturuyor bir de bunda var diyor. Gelip bizden borç isteyeceksiniz o zaman da o tavizleri teker teker çıkarıp önünüze koyacağız, önümüzde diz çökeceksiniz diyor. İsmet Paşa da diyor ki gelip de diz çökersem çıkarırsınız cebinizdekileri, diz çökemeyeceğiz biz diyor. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Türkiye’nin sıkıntılı durumuna rağmen, Osmanlı borçlarını ödemek zorunda kalmasına rağmen dış borç almamaya özen gösteriyor ve böylelikle yabancıların da o zamanlar söyledikleri tavizleri istemeleri ortadan kalkıyor.

Egemenlik hakkı, kendi kararlarınızı kendinizin vermesi demek. Başka ülkelerin tavsiyesiyle, baskısıyla hareket etmeyeceksiniz. kararınız neyse o olacak. Milli egemenlik bu. Yoksa eğer ikinci sınıf devlet oluyorsunuz. TBMM’nin kuruluşu ve Lozan’dan itibaren Türkiye kendi kararını kendisi veren devletlerin safına geçmiştir. Kimse Türkiye’ye dayatarak bir şey yaptırmamıştır. İsteyen olmamış mıdır? Atatürk döneminde bir iki teşebbüs oldu. ABD’liler demişler ki sizin ile ticaret antlaşması yapalım, bize imtiyaz tanıyın. Veremeyiz demişler. ABD geri adım atıyor ve ticaret antlaşmasını aynen diğer ülkelerle yaptığımız gibi yapıyoruz. İşte Osmanlılar zamanında yabancıların, misyonerlerin, dini kuruluşların yönetiminde 400 tane okul var. Biz cumhuriyetin ile yıllarında hemen hemen bunların tamamını kapatıyoruz. 5-6 tane okul kalıyor. Robert Koleji, Tarsus, Bursa gibi. Bize diyorlar ki bu okulların bir kısmını yeniden açın. Biz geri kalanını da kapatıyoruz. Baskı mı yapıyorsun sen? Karşılığı bu olur. 2-3 tanesi kalıyor. Biri Robert Kolej, Tarsus ve Talas. Anlıyorlar ki bu Türklere baskı ile iş yaptırmak mümkün değil. Bizimle eşit haklara sahip bir ülkedir ve ona göre muamele yapmak lazım. Bizim cumhuriyet tarihimiz, özellikle kuruluş, Atatürk ve İsmet Paşa dönemlerini inceleyecek olursanız orada can alıcı unsurun milli irade olduğunu görürsünüz.

Peki bu milli iradeyi komşularıyla ilişkilerimiz açısından nasıl anlamak gerek? Şimdi biz 1876’da il anayasamızı yapmışız. Mithat Paşa’nın gayretleri ile. Abdülhamit’i zor bela ikna etmek, şehzadeliği zamanında ki iktidara gelirse anayasa yapacak. O şartla destek olmuşlar. Abdülhamit de Mithat Paşa’nın gücünden son derece rahatsız. Biz anayasamızı ilan ediyoruz, yabancılar da bundan son derece rahatsızlar. Bu anayasayı ilan ettiğimiz gün İstanbul’da bir uluslararası konferans var. O konferansta bize baskı yapmaya kalkıyorlar yabancılar, biz de diyoruz ki anayasayı ilan ettik, toplar atılıyor bile…Çok rahatsız oluyorlar. Türkiye’nin artık baskılara maruz kalmak istemeyen bir ülke haline gelmesi bunları çok rahatsız ediyor. Diyorlar ki sayfayı çevirelim başka konulara geçelim. İyi yaptınız, ne kadar memnun olduk diyen yok. Ondan sonra meclis toplanıyor. Meclis toplandığında anayasanın kurucusu Mithat Paşa yok, tavsiye etmişler. Padişah daha fazla tahammül edemediği için Mithat Paşa’yı önce sürgüne gönderiyor, ondan sonra başka yerlere tayin ediyor, sonra Yıldız Sarayı’nda yargılıyor. Padişah ne derse mahkeme öyle karar verecek ve öyle oluyor. O zamanlar yargı şimdiki gibi bağımsız değilmiş, padişah ne derse o olurmuş. Padişah da mahkeme de Yıldız Sarayı’nda. Savcılar gider gelirmiş ne yapalım, nasıl karar verelim diye. Mithat Paşa’yı idama mahkum ediyorlar. Sözde Abdülaziz’in öldürülmesinden Mithat Paşa sorumluymuş gibi. Hiç alakası yok. Abdülaziz’in intihar ettiği artık tarihçilerin büyük çoğunluğu tarafından kabul ediliyor ama sen öldürdün diye suçlanıyor. O zamanki mahkemeler hızlı çalışırmış. Bugünkü mahkemeler gibi 3-4 sene insanları tutuklu tutup suçlu mu suçsuz mu diye bakmazlarmış, 1,5 günde kararını veriyor, diyor ki idama mahkum edilmiştir Mithat paşa. Sonra Padişah alicenaplık gösteriyor  yok idam olmaz diyor, affediyor ama sürgüne göndereceğiz diyor Taif’e. Orada zindanda boğduruluyor. Türkiye’de milli iradeye dayalı ilk girişimin ilk şehidi Mithat Paşa’dır. Bugün Mithat Paşa’nın yolları var, okulları var, adı verilmiş ama Mithat Paşa’nın kim olduğunu ne yaptığını genç nesil pek fazla hatırlamıyor olabilir. Peki ilk kurduğumuz milli iradeye dayalı bu meclis ne kadar yaşamış dersiniz? 1 yıl. 1 yıl sonra milletvekilleri bazı bakanların usulsüzlükleri ve yolsuzlukları hakkında böyle önergeler vermeye başlayınca Padişah kapatıveriyor hemen. Bir daha 1877‘den 1908’e kadar milli irade falan yok istibdat var. Şimdi burada ilginç nokta şu, bu tarihler arasında 1908’e kadar başka milli iradeye dayalı bir ülke, rejim hiç olmamış mı bizim ülkemizde? Bizde öyle bir inanç vardır ki bu işi biz ilk yaptık, bizden başka yapan yok, demokrasinin ilk ve tek öncüsü Türkiye’dir. Aslında bu doğru değil. 1908‘den önce bizim II.Meşrutiyet’i ilan etmemizden önce İran’da milli iradeye dayalı bir rejim kuruluyor. Bunu okullarda, üniversitede falan pek okutmazlar. Kaçar Hanedanı var ve bunun başında da Muzaffer Eldin diye bir Şah var. Halkta müthiş bir demokrasi ve özgürlük arzusu var. Baskı yapıyorlar. Şah kabul ediyor bu girişimleri ve sonunda İran’da bir anayasa yapıyorlar, partiler kuruluyor, seçim yapıyorlar, meclis toplanıyor, baya bir demokrasi işlemeye başlıyor 1906 yıllarında falan. Ama 1907’de İngilizler ve Ruslar İran’ı nüfuz bölgelerine ayırmak için bir antlaşma yapıyorlar. Bu antlaşmanın sonucunda İran’ın bir demokrasi olarak yaşamasına izin verilmiyor. İngilizlerin desteği ile Ruslar gidiyorlar Tahran’da İran parlamentosunu bombardıman ediyorlar. Meclis binasını. Birçok milletvekili ölüyor, bir kısmı yaralanıyor, meclis kapanıyor. Neticede bu ilk demokrasi tecrübesi İran’da bu şekilde sona eriyor. Sonra 1908 II.Meşrutiyet var. Ondan sonraki gelişmeleri biliyorsunuz. Son 200 yılda Türkiye’nin 1800’lü yılların başından itibaren Türkiye’de ne zaman bir reform hareketi olmuşsa, ne zaman bir demokrasi girişimi olmuşsa derhal ona karşı aşırı mutaassıp, o reformu tahrip etmeyi amaçlayan bir hareket olmuştur. İlk reform hareketinin öncüsü III.Selim biliyorsunuz. III.Selim böyle büyük bir reform hareketine girişince hemen tahtan indiriyorlar. Ondan sonra Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa geliyor, onu tekrar tahta geçirecek ve reformları sürdürecek. Sonra ne oluyor? Alemdar Paşa’nın geldiğini görünce derhal III.Selim’i öldürüyorlar. Fakat Alemdar başbakan oluyor, II.Mahmut’u getiriyor, gene reform süreci başlatacak. Bir hafta sonra Alemdar’ı da öldürüyorlar. Yani bunun çok örneği var. Ama şunu bileceksiniz ki Türkiye tarihinde ne zaman bir reform hareketi olursa mutlaka bunu engelleyici güçler, çoğu zaman aşırı dinci güçler ön plana çıkmış ve bunu yapmışlar. 31 Mart Vakası falan. Şimdilerde 31 Mart Vakasını başka türlü anlatmaya çalışanlar var ama işin gerçeği belli. O da reformcu, ilerleyici harekete karşı engelleme, silaha dayalı bir engelleme faaliyeti. Şimdi Türkiye’yi bir an için bir tarafa bakalım yine bölgeye dönelim.

Türkiye’de 1920 tarihinde milli iradeye dayalı bir rejim kuruyorlar. İşin esası bu. 1923’te Lozan’da, demin anlattığımız gibi milli irademizi, uluslararası alanda tescil eden bir antlaşma yapıyoruz. Bu tarihte örneği az görülen bir antlaşmadır. Biz bunu büyük bir başarı olarak görüyoruz, buna deriz ki Lozan zaferidir. Bir anlamda diplomatik savaşını kazanmışızdır Lozan’ın. Ama başka ülkeler diyor ki, mesela Churchill diyor ki, Lozan İngiliz tarihinde yaşadığımız en büyük aşağılanmadır. Katlettiğimiz bütün başarılar, bütün cephelerde, bu antlaşma ile silinip atılmıştır diyor. İngilizler için Lozan antlaşması bir utanç meselesidir diyor. Ondan sonra Lord George var başbakan, bir türlü içine sindiremiyor, Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’nı kazanmasını, o noktaya gelmesini. Yeni bir savaş yapmak için hazırlık yapıyor, Fransızlardan, basından destek istiyor, destek alamayınca beceremeyeceğini anlıyor. O zaman İngiltere dünyanın en büyük devleti, bugün ABD neyse o zaman İngiltere o. O devletin başbakanı gidiyor Avam Kamarasına kürsüye çıkıyor, diyor ki arkadaşlar Tanrı dünyaya dâhileri çok nadiren getirir, bizim kötü tarihimiz öyle bir dâhiyi Türkiye’de karşımıza çıkarmış olması. Biz onunla mücadele edemezdik, onun için edemedik, başarısızlığımızı kabul ediyoruz, istifa ediyoruz diyor ve kürsüden iniyor. Atatürk’ün yaptıklarını biz hep konuşuruz da Atatürk’ün dünyanın en büyük devletinin başbakanını istifa etmek zorunda bıraktığını pek hatırlamayız. Bütün bunların özünde Atatürk’ün milli iradeye dayalı kurduğu rejim, sistem yatıyor. Atatürk isteseydi otoriter bir rejim sürdüremez miydi? Netice itibariyle büyük bir komutan, büyük bir kurtuluş savaşını kazanmış. Diyebilirdi ki nasıl benden öncekiler otoriter bir rejim sürdürdülerse ben de bir süre böyle yapabilirim. Bunu yapmadı. Milli iradeye dayalı sistemi devletin esasına yerleştiriyor. 1924 anayasasını okursanız hayretler içinde kalacaksınız. İnsan hakları ile ilgili bölümü aynen 1792 Fransız İhtilal anayasasının İnsan Hakları bölümüyle neredeyse kelime kelime aynıdır. Şimdi çok tartışılıyor başkanlık rejimine geçelim diye. Atatürk bilmiyor muydu dünyada bir başkanlık rejimi olduğunu? ABD’deki başkanlık rejimini bilmiyor muydu? Niye milli iradeyi yansıtan parlamenter rejimi seçiyor? Diyor ki başkanlık rejimi başkanlık diktatörlüğüne  götürür. Bazıları diyor ki Atatürk’ün kafasında acaba Amerikanvari bir model mi var? Diyor ki onlara karşı ben Türk milletine Amerikanvari bir modeli önerecek adam mıyım diyor. Aklımdan bile geçmez diyor. Şimdi bazılarının aklından geçiyor başkanlık sistemi, o zamanlar geçmiyormuş ama. Şimdi bunun dış politikaya yansıması nasıl oluyor? O tarihlerde İran şahı Rıza Şah Türkiye’ye geliyor. 1930’lu yıllarda. Atatürk ona çok özel ilgi gösteriyor, onun için bir opera besteletiyor. Ondan sonra onu Anadolu’da 9 günlük bir geziye çıkartıyor, İzmir’e götürüyor, Anadolu’nun çeşitli yerlerine götürüyor falan. En sonunda Şah diyor ki ben sizin yaptıklarınızdan çok etkilendim, ben de aynısını İran’da yapmak istiyorum diyor. Nereden başlayım diyor. İlk adımım ne olsun diyor. Atatürk de diyor ki ilk atacağınız adım milli irade olacak. Ulusal Egemenlik olacak. Milli iradeye dayalı bir rejim kurarsanız benim yaptıklarımı siz de İran’da kurarsınız. Yapacağım bunu diyor. Bir süre sonra Atatürk’e haber yolluyor, size verdiğim sözü unuttum zannetmeyin diyor. Ama burada din adamları o kadar kuvvetli ki onların direncini aşıp yapamadım diyor. Ümit ederim ki benim oğlum bunu yapar. Oğlumu yollayacağım, batılı ülkelerde eğitimini sağlayacağım, umarım ki o yapar. Oğlunun ne yaptığını da biliyorsunuz. Şimdi bu tecrübe bizim açımızdan son derece önemlidir. Aynı şekilde Afgan Kralı Türkiye’ye geldiğinde etkileniyor. Atatürk’ten yardım istiyor. Atatürk de oraya öğretmenler, subaylar gönderiyor. Kabil’de batı tipi bir konservatuar açıyor Türkiye o tarihte. 1930’lu yıllarda, bugün tasavvur bile edilemeyecek şeyi yapıyor Atatürk. Bir İngiliz diplomat var, Mountain diye. Bir kitap yazmış, o sırada Afganistan’da görev yapıyor, hatıralarını yazıyor. Diyor ki Afganistan’daki bütün yabancılar arasında batı tipi kılığı ile kıyafetiyle temsil eden tek çift Türk büyükelçisi ve eşidir diyor. Yani Türkiye böyle bir başlangıç yapıyor.

Şimdi bölgede milli iradeye dayalı böyle gelişmeler olmuyor mu? Bizim yaptığımız belli de, Lozan, Cumhuriyet falan. Başka ülkeler ne yapıyor? İkinci örnek gene İran’da. 1950 yılında İran parlamentosu toplanıyor, Şah’ın mutlak rejimi var ama bir de parlamento var. Parlamentoda Musaddık milletvekili. Diyor ki arkadaşlar beni başbakan yaparsanız İran petrollerini millileştireceğim. O sırada Anglo-Iranian diye bir şirket İngilizlerin denetiminde. Bu şirket İran petrollerini işletiyor. Bu petrollerden İran’a  düşen pay sadece %16. %84‘ünü İngilizler alıyor. Başbakan yapıyorlar Musaddık’ı gerçekten millileştiriyor petrolleri falan. İngilizler paniğe kapılıyor. Bütün teknisyenlerini çekiyorlar falan. Bunlar nasıl olsa işletemez diye. İranlılar bir yolunu bulup işletiyorlar. İngiliz hükümeti ABD’ye, başkan Truman’a gidiyor. Bu insanlar petrollerimizi millileştirdiler, bizi çok önemli bir kaynaktan mahrum ettiler, bu hükümeti devirmek lazım. Musaddık hükümetini. Truman yapamayız, ben demokrasi sözü verdim millete diyor. II. Dünya savaşından sonra demokrasi sözü verdim, bununla bağdaşmayan bir işi yapamam diyor. Truman’ın görev süresi bitiyor, yerine Eisenhower geliyor, İngilizler bu sefer ondan yardım bekliyorlar. Diyorlar ki Musaddık Komünist, İran’ı da komünist bir ülke yapacak. Yafta yapıştırmak o devirde de varmış. İnsanlara çeşitli sıfatlar yapıştırıyorlar, o devirde de komünist yaftası makbul. ABD’de McCarty cereyanları var. Herkese komünist diyor falan. Herkes duyarlı bunu, Eisenhower da deviririz  o zaman diyor. CIA yetkilisi bölgeden sorumlu, eski başkan Roosevlt’in torunu, onu görevlendiriyorlar. Adam Kıbrıs’a geliyor, Türkiye üzerinden İran’ a geçiyor, bol para ve tahrik, sokak ayaklanmaları, yürüyüşler. İlk etapta bu iş o kadar kolay değil, yapamayacağız diyorlar, sonra Roosevelt diyor ki ben sizi öldürürüm bu işi yapmazsanız diyor. Sonunda Musaddık’ın evini basıp hapse atıyorlar. Yerine Zahidi geliyor. Şah geri dönüyor ve neticede İran’da petroller yine İngilizlere veriliyor fakat  bu işi yapan ABD’liler olduğu için petrollerden önemli pay da ABD’ye veriliyor. Milli iradeye dayalı demokrasi girişimlerinin macerası ve geçmişi böyle. Sonrasında uzun yıllar Soğuk Savaş durumları oluyor, bölgedeki enerji kaynaklarına ulaşımı kendi stratejik menfaatleri için elinde tutmak isteyen büyük devletler, otoriter ama kendilerine bağlı rejimlerin bölgede iktidarda olması için büyük bir çaba sarf ediyorlar. Neticede Soğuk Savaş bitene kadar demokrasinin adı bile anılmıyor Orta Doğu’da. Soğuk Savaş bitince siz burada yakından gördünüz, bütün doğu Avrupa ülkeleri, orta Avrupa ülkeleri, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya, Baltık Ülkeleri, Romanya vs., sırayla demokrasiye geçiyorlar. Arkadan bütün Latin ABD ülkeleri demokrasiye geçiyorlar. Arkadan Uzak Doğu ülkeleri, bazı Afrika ülkeleri. O kadar ki Afrika Birliği Örgütü bir karar alıyor, undan sonra herhangi bir yerde darbe olursa biz o ülkeyi üyelikten çıkaracağız. Geçenlerde Mali’de mesela bir darbe oldu, atarız üyelikten sizi dediler. Bütün dünyada bir tek yerde demokratik gelişmeler olmuyor, Orta Doğu. Acaba neden? Yani oranın halkı demokrasi istemediği içi mi, laik olmadığı için mi? Samuel Huntington diyor ki halkı Müslüman olan bir ülkede demokrasi olmaz, demokrasi Hristiyanlığın ürünüdür. O bakımdan halkı Müslüman olmayan ülkelerde demokrasiyi düşünmemeniz lazım. Türkiye nasıl olmuştur? O bir istisna diyor. Orta Doğu ülkelerinin Müslüman oldukları için demokrasiye layık olmadıklarını söylüyorlar. Son derece enteresan. Ben birçok uluslararası toplantıya katıldım, açık açık yüzümüze bu tezi savunan insanlara rastladım. Yani halkı Müslümansa demokrasi falan oraya gelmez diyorlar. Neticede ne oldu? Geçen yılki gelişmeleri biliyorsunuz, artık bu bölgenin milletleri bu baskıcı rejimlere dayanamaz hale geldiler. Kendini yakmaya başladı insanlar. Efendim bu batılıların bir oyunu mudur? batılıların oyunu ile yapılacak iş var yapılmayacak iş var. Yapılmayacak işlerden biri kendini yakması. Birisi istiyor diye kendinizi yakar mısınız? O bakımdan bu ayaklanmalar gerçekten bu baskılara bir tepki olarak başladı. Önce Tunus’ta, sonra Mısır’da, Libya’da, Suriye’de, Bahreyn’de, Yemen’de özgürlükçü ayaklanmalar oldu. İşte bu noktada işin can alıcı gelişmesi ortaya çıktı. Mısır’da Tahrir Meydanı’nda ilk dört gün çağdaş, laik batılı, demokrasi ve özgürlük yanlısı insanlar meydana hakimdi. Sonra ise Müslüman Kardeşler hakim oldu. Müslüman Kardeşler bütün bölgede aşırı otoriter, kökten dinci, radikal bir rejim kurmak isteyen bir grup. 1926 yılında Mısır’da kurulmuşlar. 1955 yılında da yasaklanmış. O devirde 1990 yıllarının ortasında Türkiye’ye geldi Mübarek, cumhurbaşkanı köşkünde kalıyor. Ben de dışişleri bakanlığı müsteşarıyım. Erbakan başbakan olarak geldi kendisini ziyaret etti. Ben de oradayım. Erbakan dedi ki Müslüman kardeşlerin bir kısmını hapse atmışsınız, affetseniz de toplumla kaynaştırsanız. Mübarek dedi ki siz ne diyorsunuz, bunlar düpedüz terörist dedi. Bunlar beni öldürmek istiyorlar, rejimi ele geçirmek istiyorlar, bana bunu nasıl önerirsiniz? Mübarek devrilene kadar yasaklı olarak kaldılar. En son seçimde bireysel olarak Müslüman Kardeşler örgütüne mensup 86 kişi seçilmişti parlamentoya. Daha evvel Dışişleri komisyonuyla gittiğimiz zaman Mısır’a bizi parlamentoda takdim ettiler, bu iki arkadaş Müslüman kardeşlerden seçildiler. Ne yaparlar dedik? Bunlar şimdilik sessiz oturuyorlar dedi. Ama Mübarek devrildikten sonra iktidarı ele geçiren askerlerin ilk işi yasaklanan Müslüman Kardeşleri serbest bırakmak oldu. Aynı şekilde selefiler. Selefiler Müslüman Kardeşlerden daha radikal, daha kökten dinci bir parti. Mısır halkının %10’u Hristiyan, Kıpti diyorlar. Bunları öldüreceğiz diyorlar. Seçimlerde 1.parti Müslüman kardeşler, %44, 2.parti Selefiler %26. Toplam %70. Oyların %70‘ini kökten dinci ve daha da radikal partiler kazandı. Şimdi bu Mısır’daki ayaklanma özgürlük ve demokrasi için başlangıçtı. Müslüman kardeşler demokrasiyi yürütecek bir parti midir? kısa zamanda bu seçimlerden sonra askerlerle Müslüman Kardeşler arasında çekişmeler başladı son olarak da askerler bundan 3-4 gün önce cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılacak, oraya aday gösterilenlerin yarısının adaylığını iptal ettiler. Mısır bu. O sırada bizim başbakanımız Mısır’a gitti, dedi ki bizim de beklemediğimiz bir şekilde, daha sonra Libya ve Tunus’ta da aynı şeyi söyledi, dedi ki size laikliği tavsiye ediyorum. Laiklik dinsizlik değildir, laik bir devlet rejimi kurun. Başbakandan beklenen bir laf değil. Neden söylüyor? Biliyor ki bu iş artık kontrol edilemeyecek bir tarafa gidiyor. Bu Müslüman kardeşler öyle bir rejim kurabilir ki bu bölgede bizim de yetkimiz asgariye inebilir.

Fas’ta da böyle ayaklanmalar olmadı ama kral akıllılık etti, reformlar yaptı, seçim yaptı. Kim kazandı seçimi Fas’ta Müslüman kardeşler. Tunus’ta da seçim yapıldı. Kim kazandı? Müslüman Kardeşler. Libya’da geçici yönetimin başkanı demeç verdi, biz yeni rejimde şeriat düzenine geçeceğiz dedi. Filistin’de Hamas. Hamas ne? 1988 tarihli tüzüğünde diyor ki biz Mısır’daki Müslüman kardeşler örgütünün bir uzantısıyız, burada bir din devleti kuracağız, İsrail ile müzakereleri reddediyoruz, İsrail’i cihat yoluyla haritadan sileceğiz, FKÖ ile aramızdaki fark da şudur, onlar laikliği benimsiyor biz ise Filistin’de bir din devleti kurmaya çalışıyoruz. Hamas da oldu mu size bir Müslüman Kardeşler örgütü? Seçimlerde başarı kazandıktan sonra Gazze bölgesini kontrol altına aldı Hamas.

Suriye’ye geldik. Müslüman Kardeşler burada da en örgütlü güçtür. Orada da 1963 yılında yasaklandılar ama el altından sürekli faaliyet gösterdiler rejimi ele geçirmek için. Halk ayaklanması tertiplediler 1982 yılında Hama şehrinde. Hafız Esad Hama’yı topa tuttu. Asgari rakamlara göre 10.000 kişi öldürüldü ve ondan sonra otoriter bir rejim sürdürdü, Müslüman Kardeşler yurtdışına kaçtı. Yani orada en güçlü siyasi parti veya örgüt Müslüman Kardeşler. Şimdi ne diyor bu Müslüman Kardeşler? Esad mutlaka bertaraf olmalıdır, gitmelidir. Nasıl? Silah zoruyla. Kim yapsın bunu açıkça demeçte var, Türkiye yapsın. Türkiye silahlı müdahale yapsın, bu Esad rejimi devrilsin, biz iktidar olalım. Amerikan kongresine sunulan bir rapor var geçenlerde, orada diyor ki Türkiye Suriye’de Müslüman kardeşleri iktidar yapmaya çalışıyor. Ben bir açıklama yaptım televizyonlarda aman dedim derhal tekzip edin. Başka ülkelerdeki oluşumlar bizim işimiz değil ki, biz demokrasiden yanayız, insan haklarından yanayız, orada uygulanan şiddeti kınıyoruz, her türlü şiddet hareketine karşıyız. İlke olarak yalnız halkın ayaklandığı ülkelerde değil bütün Orta Doğu ülkelerinde demokrasinin gelişmesini isteriz. Buna katkıda bulunmaya da hazırız ama oradaki çatışmalara taraf olamayız. Suriye’de silahlı mücadele verenlerin yanında yer alamayız. Suriye’de halkın iradesine saygı gösterilesin, seçim yapılsın, demokrasi gelsin, bunları bütün Orta Doğu ülkeleri için de söyleyin ama silahlı çatışmalara taraf olmayın. Oysa dünya basınına bakacak olursanız orada Türkiye’nin Suriye yönetimini dolaylı yollardan bile olsa askeri yöntemlerle tasfiye etmeye çalıştığına dair yorumlar çıktı. Bunları tekzip edin diyoruz, etmiyorlar. Şimdi orada Türkiye’ye kaçan generaller var, albaylar var. Bunlar Hatay’a geldiler. Sığınma kamplarında bulunuyorlar. fakat bazı haberlere göre oradan Suriye’deki çatışmaları yönetiyorlar. Yani siz düşünebiliyor musunuz? Komşu bir ülkeden askeri müdahale dolaylı yollardan da olsa. Bunların bir kurtuluş ordusu var, onlar İstanbul’da toplandı, Suriye ulusal konseyi diye bir muhalefet grubu oluşturuldu. 7 katılımcı grubu var, bunlar Suriye Ulusal Konseyine katılıyor, bunlardan bir tanesi Müslüman Kardeşler. Öyle bir karara almışlar ki 7’si birden mutabık değillerse hiçbir karar alınamaz. Yani özet, Müslüman Kardeşlerin hayır diyeceği hiçbir karar çıkamaz. Bu ulusal konsey, askeri bir büro kurdu ve bu büronun da Türkiye’ye yerleşmesini istiyorlar. Yani Türkiye’yi çeke çeke oradaki çatışmaların içine sürükleyecekler. Onun için Türkiye’nin buna çok özen göstermesi lazım. Bazıları ABD’de de müdahale yanlısı. McCain var senatör, açıkça diyor ki Suriyeli muhalifleri silahlandıralım. Onlara her türlü askeri destek verelim ve bu şekilde silah zoruyla devirelim Esad’ı. BM kararı var mı yok mu? Biz meşruiyet falan aramadan silah zoruyla bunu devirelim. Şimdi bunlar tabi çok tehlikeli gelişmeler. Yani Türkiye’yi çatışmalara sürükleme riski taşıyan gelişmelerdir. Onun için buna karşı bizim çok duyarlı olmamız lazım, bunlara sıcak bakacak halimiz yok. İlke düzeyinde kalacağız. Siz bu hassasiyeti Suriye’ye gösteriyorsunuz, Bahreyn’e de gösteriyor musunuz? Orada da halk ayaklanıyor. Suriye’de halkın çoğu Sünni, yönetim Alevi. Bahreyn’de de halkın çoğu Şii, yönetim Sünni. Evvelce Saddam Hüseyin zamanında Irak’ta halkın çoğu Şii idi, yönetim Sünni idi. Yani mezhep çatışmasına dönüşebilir bütün bu bölgedeki gelişmeler. Yemen’de karışık bir ortam var. Peki Türkiye Yemen, Bahreyn hakkında bir şey söylüyor mu? Onun için biz dedik ki yabancı ülkelerin çifte standardından şikayet ediyoruz, bari biz yapmayalım. Her yerde demokrasi, insan hakları, seçim, milli irade istiyoruz. Bunu dediğiniz zaman kimse bir şey diyemez. Efendim, başkalarının iç işleri sayılmaz mı bunlar, niye karışalım? Bugünkü dünya koşullarında BM’nin kabul ettiği ilkelere ve uluslararası ceza mahkemesinin kararlarına göre bir ülke kendi halkına sahip değildir, bunu iç mesele sayamaz. Yani ben 10.000 tane kadını çocuğu öldüreceğim, iç mesele diyeceğim. O bakımdan efendim Suriye’nin iç işleridir biz karışmayız demek de yanlış. Ama ben bölgenin Jandarmasıyım, bu rejimi devirmek de benim görevimdir, doğrudan doğruya çeşitli yöntemlerle ben bunu silah zoruyla deviririm ve devirmek isteyenlere  yardımcı olurum, bu yanlış. Siz 15-20 sene önce Türkiye’de hiç mermi atılmamışken, askerler fiili müdahale yapmamışken, dolaylı yoldan da olsa siyasete müdahale edilmesini suç sayıyorsunuz. Bugün siz ne yapıyorsunuz? Komşu ülkede silah zoruyla hükümetin devrilmesine katkıda bulunuyorsunuz. Burada bir çelişki yok mu? Bir meşruiyet kavramı varsa herkes için var. Onlar otoriter, Suudi Arabistan da otoriter. Suudi Arabistan’da rejimin devrilmesi için bir şey yapıyor musunuz? Körfez ülkeleri de otoriter. Orada yapmıyorsun, burada yapıyorsun. Niye? Bölgede din ve mezhep esasına göre bir nüfuz dağılım süreci yaşanıyor. Şu anda İran Şii, Irak’ta iktidar Şii, Suriye’de iktidar Alevi, Lübnan’da Hizbullah Şii. İran ne yapmak istiyor? Afganistan sınırından Akdeniz’e kadar bir Şii kuşağı. İran’ın kendi alanının içine girecek bir Şii kuşak yaratmak istiyor. Müslüman kardeşler de Mısır’da Atlas Okyanusuna kadar bir radikal Sünni kuşak oluşturmak istiyor. Suriye Şiilerin yönetiminde kalırsa İran’ın Akdeniz’e kadar uzanma politikası geçerli olacak. Müslüman kardeşlerin yönetimine girerse Suriye’den Atlantik’e kadar oluşan kuşak bir Sünni radikal kuşak olacak. Yani din esasına dayalı. Bu arada İran nükleer silah üretirse ne olacak? Dokunulmazlığı olacak, kimse saldıramayacak. O zaman İran nükleer silah geliştirmeye çalışırsa bunu engellemek lazım .ABD’nin düşüncesi bu, en çok da İsrail’in. İsrail diyor ki biz İran’ın nükleer tesislerine askeri müdahalede bulunacağız. Bu yıl içinde bunu yapabileceğini söylüyor. İsrail bunu yaptı daha önce. 1982 yılında Irak’ta bir Osirah denen bölgede nükleer santral inşaatı vardı Iraklıların, İsrail orayı bombardıman ederek tahrip etti. Sonra Suriye’de yaptı. Orada da nükleer silah inşaatına başlanmıştı gidip onu da havadan tahrip etti. Arafat’ın Tunus’taki karargahını da havadan tahrip etti. Böyle bir geçmişi var. İran’da bunu yaparsa ne olur? İran’da nükleer silah tam gelişmiş değil ama ellerinde saldırı füzeleri var. İran’ın elindeki füzeler Şahap-III füzeleri. Bunların 2500 km menzili var. Bu 2500 km menzilin içine İsrail giriyor. İsrail İran’a saldırır ve oradaki tesisleri tahrip ederse muhtemelen İran da İsrail’e saldıracak Şahap III füzeleri ile. İsrail’i bundan nasıl koruyacaksınız? Füze kalkanı ile .En muhtemel senaryo bu. Füze kalkanının İsrail ile ilgili yok biz bunu NATO için yapıyoruz diyorlar. Aslında tam öyle değil. Çünkü İran’ın elindeki füzelerin menzili Türkiye hariç hiçbir Avrupa ülkesine ulaşmıyor. Yunanistan’ın, Bulgaristan’ın doğu sahillerine ulaşabiliyor da sebep yok, onları vurması için. Tek kuvvetli senaryo İsrail İran’a saldıracak, İran da füzeleri İsrail’e gönderecek, bu füzeleri havada yakalamak için füze kalkanı devreye girecek , Türkiye’deki radarlardan alınacak bilgilerle Akdeniz’deki füzeler ateşlenecek ve İran’ın füzeleri tahrip edilecek. İsrail’in de füzeleri var Arrow III diye bir sistem ama tek başına İran’da gelebilecek bütün füzeleri engelleyebilecek durumda değil.

Peki Türkiye’de niye radar sistemi kurduk biz? Efendim NATO üyesiyiz ne yapalım? NATO üyeliğinin gereği budur. Pek öyle değil. Çünkü bu sistem aslında bir Amerikan sistemi olarak kuruldu. Önce Çek cumhuriyetine ve Polonya’ya yerleştirilmeye çalışıldı. Çek Cumhuriyeti’nde radarlar Polonya’da füzeler olacaktı. Çek Cumhuriyeti ve Polonya halkı bunu büyük tepki gösterdi. Ruslar de tepki gösterince bundan vazgeçildi. Bu sefer dediler ki bunu Türkiye’ye yerleştirelim. Türkiye’nin buna itirazı var. Wikileaks belgelerini okursanız, başbakan Erdoğan bundan çok rahatsız diyor. NATO genel sekreteri geçenlerde Ankara’ya geldi, ben NATO’da görev yaptım NATO genel sekreterleri çok doğru şeyler söylerler, Türkiye istedi bu radarların Türkiye’de konuşlandırılmasını diyor. Wikileaks belgelerinde ABD savunma bakanı Robert Gates geliyor Ankara’ya 2010 yılının Şubat’ında bizim Mili savunma bakanımızı ikna etmeye çalışıyor. Bu füzeleri yerleştirin, bu sizin için iyi olur aksi halde sizin topraklarınızı korumayabiliriz, diyor. 3 şey söylüyor. 1. İran bugünkü nükleer projesini yürütürse bir savaş kaçılmaz olacaktır. 2. Türkiye bu savaşın dışında kalamaz. 3. Askeri açıdan hazırlanın. Hem Suriye’deki hem İran’da gelişmeler Türkiye’yi bir savaş ortamına sürüklüyor. tehlikeli olan budur. Bizim devletimizin kurucusu Atatürk’ün en büyük çabası Türkiye’yi savaşın dışında tutmak olmuştur daima. Demiştir ki ulusal çıkarlar zorunlu kılmadıkça ve ülkelimize de bir saldırı olmadıkça savaş bir cinayettir. Savaşın tecrübesini en acı şekilde yaşamız bir başkomutan size bunu söylüyor, savaş cinayettir! Türkiye 1922 yılından bugüne kadar gerçek anlamda bir savaşın dışında kalan tek ülkedir. Biz bu kadar sene girmedik de şimdi mi savaşa sürükleneceğiz? Yabancılar uçurum kenarı politika derler, uçurumun kenarında politika izlediğiniz zaman ha düştünüz ha düşeceksiniz büyük bir tehlike var. Biz maalesef böyle bir politika izliyoruz son yıllarda, uçurum kenarı politikası. 1 Mart tezkeresini eğer biz reddetmeseydik mecliste, 4 oy farkla reddedildi, Türkiye üzerinden Irak’a askeri harekat olacaktı. BM güvenlik konseyinin bir kararı var diyor ki kendi topraklarından komşu bir ülkeye başka ülke askerlerinin geçmesine izin veren ülkeler o savaşın parçası olurlar. Türkiye savaşın parçası olacaktı. 600.000 kişi ölmüş Irak’ta. biz bu ölülerin sorumluluğunu paylaşacaktık. Şimdi bir gelişme var, insanlar hatırlamıyor, hatırlamak istemiyorlar veya unutturuldu. Biz 1 Mart tezkeresinden 3 ay sonra Irak’ta BM merkezi vardı ve bombardıman edildi. Orada BM temsilcisi vardı Sergio de Mondo diye bizim de arkadaşımız, KKTC de görev yapmıştık, öldü o arkadaşımız. paniğe kapıldı BM, birliklerimizi geri çekelim diye. Onun üzerine Bağdat’taki ABD büyükelçisi bir tavsiyede bulunuyor Washington’a diyor ki, böyle olmaz bize takviye kuvvetler lazım. Türk ordusu gelmeli ABD ile savaşmalı Irak’a karşı. Şimdi işin kötüsü şu, bunu ABD de kabul ediyor ve Türkiye’ye diyorlar ki bir karar çıkarın meclisten ve askerlerinizi sokun Irak’a. Maalesef bizim hükümet böyle bir karar çıkarttı meclisten. Yani o karar göre Türkiye ABD öncülüğündeki koalisyon gücü ile birlikte Irak’ta savaşacaktı. Fakat bazen talih bizden yana rol oynuyor, Irak’ta Şiilerin lideri var, kesinlikle Türk ordusunu istemeyiz, gelmesinler diyor. Çok nüfuzlu biri, neticede vazgeçiyorlar. Türk hükümeti de meclisten böyle bir karar lamasına rağmen uygulamıyor. Bu da bizim şansımız. Yoksa biz şu sırada ırak harekatına boğazımıza kadar dalmış olacaktık.

İşin özeti şu, eğer bölgede milli iradeye dayalı rejimler kurulmazsa, demokrasi bölgeye yayılmazsa her an çatışmalar çıkabilir, artabilir ve Türkiye de bu çatışmanın içine şöyle veya böyle sürüklenebilir. Tehlike bu. Bölgede milli iradeye dayalı rejimlerin kurulmasının bize en büyük faydası o ülkelerde bir iç denetim sistemi olması ve Türkiye’nin çatışmalara sürüklenme riskinin azalması. Dünya tarihinde demokrasiler arasında bir savaş hiç olmamış, tarihte yok. Yani bölgeye siz demokrasi yayabildiğiniz takdirde o zaman bölgede savaş ihtimali kalkacak fiilen. Bölge hem demokrasi hem de barış bölgesi olacak. demokratik, laik bir başka ülke bulmak istiyorsunuz Türkiye’nin güneyinden giderek, bulacağınız ikinci demokratik laik ülke yine Türkiye olacaktır. Doğu’ya doğru giderseniz doğudaki demokratik komşunuz Japonya. İsterseniz biraz Hindistan’a da uğrayabilirsiniz ama unutmayın Hindistan’da Kast sistemi var. Kast sistemi olan bir ülke gerçek demokrasi sayılamaz. Ben Hakkâri’ye gittim dediler ki şu sıkıntılarımız var ama dedim ki şu gördüğünüz dağları aştığınız zaman ikinci laik ve demokratik ülke bulabilmek için Japonya’ya kadar gitmeniz lazım. Bangladeş’e giden arkadaşlarımız varsa teyit edeceklerdir, laikliği onlar da denemiş. 5 yıl dayanabilmişler, aşırı dincilerin baskısına yenik düşmüşler. Türkiye batı ile doğu arasında köprü olmasın, köprü olsun demek, kendi kimliği olmayan, iki nokta arasındaki bağlantı unsuru demektir. Halbuki Türkiye demokrasinin sıçrama tahtası olmalı. Bugün 30 milyon Türk asıllı insan yaşıyor İran’da bunu düşünen var mı? Hiç demokrasiden bahseden olmamış 1950‘den bu yana. Irak’ta malum, orada bir hükümet var 3 ordu var. Dünyada hangi demokratik ülkenin 3 ordusu var? İki ordusu var? 1 ordu olur. Federal devlet olsa, Almanya’da var mı? ABD’de var mı? Federal devlet olmak birden fazla orduya sahip olmayı gerekli göstermez. Birden fazla ordu olursa ne olur? Her biri siyasi güç olur. Devleti irade edemezsiniz, orduları dengeleyerek ülkeyi yönetmeye çalışırsınız. Lübnan’da da 2 ordu var. Lübnan ordusu ile Hizbullah ordusu. Hizbullah’ın ordusunun elinde 43.000 tane roket var. Tel Aviv ve Kudüs’ü vurabilecek roketler var. Bu da devletin iradesi dışında bağımsız bir ordudur. İşte bölgemiz böyle bir bölge. Onun için bu bölgeye demokrasiyi, insan haklarını getirmek son derece önemlidir. Türkiye bölgeye örnek olsun! çok iyi Atatürk de örnek olmak istemiş, İran’a, Afganistan’a, Sadabat Paktı’nı imzalamış, istiyor ki bölge ülkeleri de Türkiye’nin izinden gitsin. Atatürk diyor ki, eğer biz Kurtuluş Savaşı’nı yaparken sadece kendimizi düşünseydik, bu savaş bu kadar kanlı ve uzun sürmezdi. Biz bütün ezilmiş milletleri düşünerek bu savaş yaptık. Ben güneşin doğduğunu nasıl görüyorsam ezilmiş milletlerin kurtuluşunu da o şekilde gördüm. Atatürk bütün bölgenin baskılardan, büyük devletlerin nüfuzundan kurtularak gerçek anlamda bağımsız olmasını hayal ediyor ve milli iradeye dayalı demokratik sistemi tavsiye ediyor. Türkiye bugün bölgeye örnek olacak durumda değildir. Aramızda itiraf edelim. The Economist dergisi var, bu derginin The Economist Intelligence Unit diye bir birimi var, araştırma yapıyor bu birim. Bu dergi dünya devletlerini demokrasi açısından 4’e ayırmış. 1. Tam demokratik ülkeler 22 devlet, içinde Terkiye yok. 2. Arızalı demokratik devletler, demokrasi ama bazı eksiklikleri var, kusurları var. 57 tane devletten oluşuyor. Türkiye burada da yok. 3. Hibrit ülkeler, demokrasi ile totaliter arası karma rejimler. Türkiye bu kategoride yer alıyor. Zaten 4.kategori, Küba, Kore gibi tam totaliter ülkeler. Peki Türkiye kaçıncı sırada dünyada? Türkiye dünya demokrasileri arasında 88.sırada. Şimdi böyle bir surumda siz başka ülkelere örnek olabilir misiniz? Peki  demokrasinin başka özellikleri ne? demokrasinin başka özellikleri mesela basın özgürlüğü. Basın özgürlüğünde Türkiye’nin yeri giderek aşağı doğru iniyor. Amerikan Freedom House var, sınır tanımayan gazeteciler örgütü var, bunların her birinin değerlendirmeleri var. Uluslararası sınır tanımayan gazetecilerin değerlendirmelerine göre basın özgürlüğünde sürekli olarak geri giderek Türkiye şu anda en son rakama göre 148.sıradadır. Dünyada 147 ülkede basın Türkiye’den daha özgür. Kadın erkek eşitliğinde Davos Örgütü’nün araştırmalarına göre Türkiye dünyada 95.sıradaydı 115.sıraya düştü. En son rakam 132.sıradayız. Süratle geriye gidiyoruz. Türkiye maalesef demokratik açıdan, insan hakları açısından dünya ülkeleri arasında çok gerilerde yer alıyor. o bakımdan bölgeye örnek olması kolay değil. Kim olabilir örnek? Hem demokratik olacak, hem halkı Müslüman olacak, hem laik olacak, çağdaş olacak, basın özgürlüğüne saygılı olacak, yargısı bağımsız olacak, var mı? KKTC. Ben iki gün önce oradaydım, konferansa katıldım onlara da aynı şeyi söyledim. Hem övünüyoruz hem utanıyoruz. Övünüyoruz KKTC’nin bağımsızlığını sağlanmasına, ayrı bir devlet olmasına biz katkıda bulunduk. Utanıyoruz çünkü bizi geçtiniz. KKTC’de hapiste bir tane gazeteci yok. Bir tane gazeteci çok hakaret etmiş devlet başkanına, hapse atmışlar ama 24 saat içinde meclis toplanmış ve KKTC’de hapiste gazeteci olmaz diyorlar, kanun çıkarıp serbest bırakıyorlar. KKTC’de  laiklik o kadar yerleşmiş ki tartışılmıyor, gündemde böyle bir konu yok. Ben KKTC’de uzun yıllar görev yaptım diplomat olarak Denktaş’ı yakından tanıdım, çok büyük saygım var. Denktaş’ın bildiğimiz tarafı KKTC mücahidi, kurtarılması için birçok şey yapmış siyasi açıdan. Başka bir tarafı az biliniyor. O da özgürlükçü, demokrat olmasıydı. Ölümünden yaklaşık bir yıl önce, dünya basın günü nedeniyle bir toplantı yapılıyor KKTC’de Denktaş orada bir konuşma yapıyor. Diyor ki ben çok genç bir siyasetçiydim 1958 yılında,  o sırada Türkiye’de gazeteciler hapse giriyor, büyük bir baskı rejimi var. Ben haddimi aşarak belki de Menderes’e mektup yazdım. Biz burada bir sömürge iradesindeyiz ama bu ülkede kimse hapse atılmaz. Bir gazeteci hakaret etmişse, suç işlemişse en çok para cezası verili, siz Türkiye’de önünüze geleni hapse atıyorsunuz, biz burada büyük bir ıstırap duyuyoruz o gelişmeleri gördükçe. Menderes cevap vermemiş. Daha 1958 yılında KKTC’li Türkler bizi uyarıyor . Üzerinden yarım yüzyıldan fala zaman geçmiş. Bizim KKTC’deki en büyü kiki başarımız bir tanesi oradaki soydaşlığımızın egemenliğini, bağımsızlığını korumak, onları kendi topraklarında özgürce yaşar duruma getirmek. İkincisi, demokratik bir devlet kurmalarına katkıda bulunmak. KKTC’de en çok özen gösterdiğimiz buydu. Demokratik bir devlet kurulmasına büyük katkıda bulundu Türkiye.

AB’ye gelirsek, eğer Türkiye AB’ye üye olursa ne olur? Ekonomik boyutu, sosyal boyutu, çevre boyutu var hepsi tartışılır ama en önemlisi bizce demokrasi ve insan hakları boyutudur. Bizim kanaatimize göre İsmet Paşa’dan itibaren Türkiye eğer AB’ye tam üye olursa Atatürk’ün başlattığı demokrasi reformunu taçlandıracağız, sonuçlandıracağız. Çünkü AB ile çok tartışmamız var, haksızlık yapıyorlar bize, çifte standart uyguluyorlar. Hepsini biliyoruz. Hepsi ile mücadele ediyoruz. AB ile ortak değerlerimiz var. Demokrasi ,insan hakları, basın özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, kadın-erkek eşitliği, laiklik, çağdaşlık. Bunlar için AB’ye üye olmak istiyoruz. Sadece üç kuruşluk menfaat için değil. Peki bunu kim engelliyor? İki büyük güç var bir i Fransa-Sarkozy başkanlığında, diğeri de Almanya’daki Hıristiyan Demokrat Partisi. Almanya’da ne zaman sosyal demokrat ile yeşiller iktidar olmuşsa Türkiye’ye AB kapıları hiç değilse aralanmış, 1999’da Helsinki zirvesinde tam üyelik için resmen aday olarak kabul edildiğimizde Almanya’da Yeşiller ile birlikte Schröder iktidardaydı. Ama sonra Merkel geldiğinde Hıristiyan demokrat döneminde durum değişti. Hıristiyan demokrat partisinin genel kurulunda karar aldılar, dediler ki Türkiye’ye tam üyelik vermeyelim özel statü verelim. Merkel başbakan olmadan önce Ankara’ya geldi. Alman sefaretinde oturduk yemek yedik. Ben kendisine uzun uzun anlattım, Türkiye niçin AB’ye üye olmalıdır, bu her iki tarafa da ne sağlar. Sizin için de iyidir üyelik. Dedi ki bütün bu söylediklerinizde haklısınız ama ben Alman milletine Türkiye’nin üyeliğini destekliyoruz diyemem dedi. Merkel’den önce Başbakan Kohl, 16 yıl üst üste başbakanlık yaptı Almanya’da. Bir tek gün şu şartlar gerçekleşirse ben Türkiye’nin üyeliğini desteklerim dememiştir. Şimdi Sarkozy ile ilgili bir kitap çıktı geçenlerde, orada görüşleri var. Orada açık bir şekilde diyor ki Türkiye’yi AB’ye alamayız çünkü Avrupa ülkesi değil. Topraklarının büyük çoğunluğu Asya’da diyor. peki Kıbrıs’ın toprakları neredeydi? Dünyada Kıbrıs’ı Avrupa Kıtasında gösteren bir coğrafya haritası var mı? Kıbrıs devletini kuran Londra ve Zürih antlaşmalarında diyor ki Kıbrıs hiçbir zaman Türkiye ve Yunanistan’ın aynı zamanda üye olmadığı bir uluslararası kuruluşa katılamaz diyor. Ona rağmen aldılar. Bize yapılan haksızlıkların haddi hesabı yoktur. Bunun mücadelesini vermek lazım. hiçbir ülkeye Türkiye kadar zorluk çıkarılmamıştır. İngiltere’yi 2 defa veto etti Fransa ama 1-2 yıl içinde hallettiler. Neticede hiçbir ülkeye Türkiye’ye yapılan muamele yapılmamıştır. Ucu açık müzakereler, tarım sübvansiyonlarında kısıtlamalar, sosyal harcamalarda kısıtlama, her türlü engelleme var. Şimdi üye olmak için AB’ye 35 başlığı müzakere etmek lazım. Biz Hırvatistan ile aynı gün başladık müzakerelere. 3 Ekim 2005. Hırvatistan bütün başlıkları bitirdi hepsini müzakere etti, kapattı. Şimdi üyelik süreci başlıyor muhtemelen bu yıl içinde üye olacak. Türkiye aynı gün başladı, 35 başlıktan 13 tanesini açabildik, 1 tanesini kapatabildik. AB engel oldu Kıbrıs nedeniyle 8 başlık için, Fransa tek başına 5 başlığı veto etti. 700.000 kişilik Kıbrıs Rum Yönetimi tek başına 6 başlığı veto etti. Görüşeceğimiz konu kalmadı. 2 yıldan beri bir tek başlığı açamadık. Türkiye’ye bu kadar haksızlık yapılırken bizim de söyleyecek sözümüzün olması lazım. Tepki göstermemiz lazım. Biz bunu mecliste defalarca dile getirdik. Yakında benim yeni kitabım yayınlanacak bu konuda mecliste neler söyledik, bu haksızlıkları nasıl teker teker anlattık, sonunda hükümetin ne yapması gerektiği hakkındaki düşüncelerimizi de söyledik. Türkiye maalesef AB ilgisini büyük ölçüde kaybetmiş gözüküyor. Dikkat ederseniz dışişleri bakanımızın söylemleri daha çok Suriye, İran, Orta Doğu. Son zamanlarda hükümetin AB üyelik sürecinden bahseden herhangi bir demeci yok. Çünkü belli engellemeler var. Başbakan ne zaman Avrupa’ya gelse ona şikayetler, eleştiriler var. Ne zaman Orta Doğu ülkesine gitse alkışlarla karşılaşıyor, siz bizim liderimizsiniz diye. Bırakın iktidar partisinin ideolojisini insan olarak bundan etkilenmemek kabil değil. bir taraftan insanlar size kucak açıyor, diğer taraftan sizden bucak bucak kaçıyorlar. AB’yi gündemden çıkartmamamız lazım. AB üyeliği iyi midir kötü müdür bunu ayrıca kendi içimizde tartışırız. Halkımızın %72’si üyeliği destekliyordu, bugün %38’i destekliyor. İşte bu olumsuz davranışlar yüzünden. Biz üyelik hakkını elde ederi<, siz sonra referanduma girersiniz kendiniz karar verirsiniz. Norveç mesela bütün muameleleri bitirdi halk oyunda halk reddetti Norveç üye olmadı. Kendi iradesi. Başkalarının iteklemesi, dışlaması sonucunda değil.

Almanya en çok Türk’ün yaşadığı ülke dünyada. 2 milyon Türk vatandaşı var ve siz bu insanların anavatanı ile ilgili bu kadar dışlayıcı bir tavır sergiliyorsunuz. Ben burada büyükelçi olarak görev yaptığım sırada, Almanya’daki Türklerin sorunları, potansiyelleri, eğitim durumu, çalışma hayatları, Türkiye’ye katkıları, bunları konuşurduk. Hala aynı şeyi konuşuyoruz. Ama değişen bazı iyileştirmeler var. Şimdi buradaki Türklerin anavatanlarının uğradığı muameleyi konuşmak lazım. Bu konuda Türklerin söyleyecek sözleri olmalıdır. Milletvekillerinizle görüşüyorsunuz, gazeteciler var aydınlar var, interneti olan pek çok Trük var. ülkemize yapılan bu haksızlıklardan memnun olmadığınızı belirtmek 5 dakikanızı almaz. Biz de sizin gibi vergi veriyoruz, katkıda bulunuyoruz, bu ulaştığınız yerde bizim de payımız var ama hiçbir ülkeye yapmadığınız muameleyi bizim vatanımıza yapıyorsunuz. Buna hakkınız yok. Kibarca kimseye hakaret etmeden bu konudaki tepkimizi dile getirmek lazım. 400.000 Ermeni seçmen Fransa’yı sallıyor. Ermenilerin istemediği hiçbir kararı alamıyorlar. Onları tatmin etmek için 2006 yılında o meşhur karar çıkacaktı, biz heyet olarak  Paris’e gittik. Fransız vekillerle konuşuyoruz bu kararın yanlışlığını anlatmak için. Bizim ilk cümlemizde lafı ağzımıza tıkadılar, biz size hak veriyoruz, bu son derece yanlış ama bizim seçim bölgemizde Ermeniler var, ben sizin istediğiniz gibi ret  oyu verirsem bir daha seçilemem, kusura bakmayın diyor .Açık farkla bizim aleyhimize karar çıktı. Senato’da engelleyebildik biraz. Bu defa Senato’dan da çıktı anayasa mahkemesi biraz engelleyebildi. Fakat hem Sarkozy hem Francois Hollande, sosyalist parti cumhurbaşkanı adayı, seçimlerden sonra bunu tekrar gündeme getireceğiz, bu yasayı mutlaka çıkaracağız diyor. Bunlara bir tepkimiz olası gerekmiyor mu? Demokrasi demek konuşan halk, milleti topluluk demek. Biz her şeyi izleyeceğiz film seyircisi gibi sonra bazen üzüleceğiz, bazen sevineceğiz, o değil. Demokrasi konuşan insanların rejimdir. Farklı görüşler olur, hepsine saygı gösteririz ama bir toplum olarak ülkemize haksızlık yapıldığını gördüğümüz zaman da ses çıkaracağız. Almanya’da 1994 yılında bir karar alındı mecliste, başka çevrelerin etkisiyle, Türkiye’ye ambargo uygulayacağız. Türkiye’ye bir daha silah vermeyeceğiz. Niye? Çünkü Doğu Almanya’dan aldıkları bazı silahları, bazı zırhlı personel taşıyıcıları Güneydoğu bölgesinde doktorları, savcıları güvenli şekilde bir  yerden bir yere götürmek için kullandınız. Siz Alman malzemesini terör ile mücadele sahasında nasıl kullanırsınız, size ambargo uygulayacağız. Ne oldu? Almanya’daki Türkler öyle tepki gösterdiler ki Köln’de 30.000 Türk yürüyüş yaptı. 3 hafta sonra kaldırıldılar ambargoyu. Almanya’da Ermeni Lobisi nasıl etkili, Yahudiler nasıl etkili? Biz niye olamayalım? Benim bir eski arkadaşınız olarak sizden ricam Türkiye’ye yapılan haksızlıklara karşı sessiz kalmayın. Bir şekilde ses çıkarın. Bu geçecek süre içinde haberleşmemiz lazım. Onun için sayın başkana faceboook numaramı, e-mail adresimi, twitter adresimi vereceğim. Bu devir ses çıkartma devri .Denktaş Türkiye’ye geldi bir kaç sene önce, bakın ben sizden ne istesem verdiniz, haksızlıklara uğruyoruz Rumlar bastırıyor, BM bastırıyor, askerlerinizi istedim verdiniz askerleriniz şehit oldu. Para istedim verdiniz, uzman istedim verdiniz. Her şeyi verdiniz şimdi ise bir tek şey istiyorum, ses çıkarın, ses verin, bize olan baskılara karşı sessiz kalmayın, dedi. Biz de bugün bir tek şey istiyoruz, ses verin, ses çıkarınız. Biz biliyoruz ki dünyadaki milyonlarca Türk her şeye boyun eğmeye hazır değil.  Buradaki ADD’lere bir görev düşüyor, buradaki insanlar Atatürk’ün düşüncelerine sahip olan insanlardır, toplumun önderi olan insanlar olan insanlardır. Her şey için içtenlikle teşekkür ediyorum Bir kere daha söylüyorum lütfen ses verin!


Bu belge Belgeler arşivinde bulunmaktadır.