Son Eklenenler:
- HUKUK AÇISINDAN LOZAN
- CUMHURİYET KİTAP DERGİ, SÖYLEŞİ
- TÜRKİYE’NİN ULUSAL GÜCÜ, BOĞAZİÇİ AYDINLAR DERNEĞİ-HAZİRAN 2021
- 23 NİSAN, ÇYDD DERGİSİ-23 NİSAN 2021
- AFGANİSTAN’IN DRAMI, AĞUSTOS 2021
- YUNANİSTAN TARİHTEN DERS ALMIYOR
- ATATÜRK’ÜN DIŞ POLİTİKA İLKELERİ VE TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI
- ULUSAL ÇIKARLARIN KORUNMASINDA GÖRÜŞ BİRLİĞİNİN ÖNEMİ
- ONUR ÖYMEN’İN CUMHURİYET GAZETESİ, TUNCAY MOLLAVEİSOĞLU’NA VERDİĞİ MÜLAKAT – 17 HAZİRAN 2019
- ONUR ÖYMEN’İN YENİÇAĞ GAZETESİNE VERDİĞİ MÜLAKAT “TÜRKİYE, ÖNCELİKLE ÇIKARLARINI KORUMALI” – 15 NİSAN 2019
Onur Öymen’in Barış Doster’e Verdiği Mülakat
Onur Öymen: “Dış Politikadaki Eksen Kayması İtibarımızı Zedeledi”
BARIŞ DOSTER
Emekli büyükelçi ve CHP eski milletvekili Onur Öymen, Türk dış politikasındaki eksen kaymasının ülkemizin itibarına ve ciddiyetine gölge düşürdüğünü söyledi. Diplomaside yalpalayan bir ülkenin, dünyada inandırıcı olamayacağını vurgulayan Öymen’le Türk dış politikasının son yıllardaki durumunu konuştuk.
Yakın zamana dek Türk dış politikasında eksen kayması üzerine çok fazla tartışma yapıldı. Hatta bu konuda birkaç kitap da çıktı. Siz uzun yıllar Dışişleri Bakanlığı’nda çalışmış, müsteşarlığa kadar yükselmiş deneyimli bir diplomatsınız. CHP’de de genel merkez düzeyinde dış politikadan sorumlu isimdiniz. Sizce Türk dış politikasının ekseni kaydı mı?
Evet, Türk dış politikasında eksen kayması en ciddi sıkıntılardan biri olarak öne çıkıyor. Çünkü dış politikanın özelliği sürekli ve tutarlı olmasıdır. Bir ülke bu alanda zik zaklar çizer, farklı temel yaklaşımlara yönelirse, dünyada itibarı ve inandırıcılığı kalmaz. Tüm diğer ciddi ülkeler gibi bizim dış politikamızın da belli parametreleri vardır. Bunların başında da ulusal bağımsızlık ilkesi gelir. Bu ilkeyle bağdaşmayan adımlar söz konusu olursa, eksen kayması var demektir. Ulusal çıkarların ön planda olması gerekir. Her ülke için geçerlidir bu.
Daha 1856 yılında İngiltere Başbakanı Lord Palmerston, “İngiltere’nin dost ve düşmanları yoktur, değişmez çıkarları vardır” demiş. Bütün dünya ülkeleri bu doğrultuda kendi çıkarlarını korumak için çalışırlar. Bu çıkarların başında da güvenlik çıkarları gelir. Zira dış politikanın birinci hedefi ülkenin güvenliğini sağlamaktır. Bunun yolu da ülke güvenliğine yönelik tehdit ve tehlikelerin bertaraf edilmesidir. Ülkemizde tüm hükümetler, AKP iktidarına gelinceye kadar, bu doğrultuda çalışmış, tehdit unsuru olan kaynaklarla mücadele etmişlerdir. Bunların başında da PKK terör örgütü gelir.
PKK’nın merkezinin Suriye’de olduğu, Öcalan’ın Şam’da bulunduğu dönemlerde, PKK kampları Suriye’nin denetimindeki Bekaa Vadisi’ndeyken Türkiye çok kuvvetli diplomatik girişimler yaparak Öcalan’ın Suriye’den çıkarılmasını ve kampların kapatılmasını sağlamıştı. Terör örgütü PKK’nın merkezi Kuzey Irak’a geçtikten sonra da yine Türkiye’nin diplomatik girişimleriyle Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin PKK ile silahlı mücadele içinde bulunması sağlanmıştı. Ve gerektiğinde Türkiye sınır ötesi kara harekâtları yaparak PKK’yı fiilen bitirme noktasına getirmişti. Şimdi bu politikalardan bir sapma olduğu görülüyor. Ne Irak Hükümeti, ne Barzani, ne de ABD nezdinde sonuç alıcı diplomatik girişimler yapılamıyor. Sınır ötesi kara operasyonları da fiilen gerçekleştirilemiyor.
Kuzey Irak konusunda adım atabilir mi hükümet?
Türkiye’nin öncelikle Irak’ı diplomatik alanda ikna etmesi gerekir. Zira Irak anayasasının 7. maddesine ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1618 sayılı kararına göre; Irak hükümetinin topraklarında komşu ülkelere saldıran bir terör örgütünü barındırmaması gerekir. Türkiye bunu yapamamıştır.
Kıbrıs konusunda da hükümet kurumlaşmış dış politikayı uzun süre uygulamadı. İktidara geldiğinde “Herkesten bir adım önde olacağız” dedi, sonrasında Annan Planı’nı destekledi. Kamuoyu önünde KKTC kurucu cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ı eleştirdi. Şimdi ise Denktaş çizgisine döndüğü yönünde izlenim veriyor. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?
Dış politikada sapmanın açıkça görüldüğü alanlardan biridir Kıbrıs politikası. Hükümet yaklaşık 40 yıldan beri sürdürülen temel çizgiden sapmış, 30 yıl boyunca yanlış politikalar izlendiğini söylemiştir. Çözümsüzlüğün sorumluluğunu da Kıbrıs Rumlarına değil Kıbrıs Türklerinin lideri Rauf Denktaş’a yüklemeye kalkışmıştır. Kıbrıslı Türkler ve Türkiye açısından çok ciddi sakıncalar içermesine karşın Annan Planı’nı desteklemiştir. Tüm bu taviz veren yaklaşımlara rağmen Kıbrıs meselesi çözülememiştir ve hükümet sonunda esas sorunun Rumların uzlaşmaz politikası olduğunu görmeye başlamıştır. Ama bu iniş çıkışlar Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki kararlı ve istikrarlı çizgisine zarar vermiştir.
Hükümet ayrıca, Kıbrıs meselesinin çözümünün Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine bağlanması yolundaki telkinlere de başlangıçta itibar etmiştir. Ama gelinen noktada nihayet Türkiye’nin AB üyeliğinin Kıbrıs dışındaki nedenlerden kaynaklandığı görülmüştür.
Ermenistan açılımı, Azerbaycan’la aramızı açmaktan başka ne işe yaradı? Hatta Ermenistan Cumhurbaşkanı Ermeni gençlere, “Dağlık Karabağ’ı biz aldık, Ağrı’yı almak da sizin hedefiniz olmalı” dedi.
Ermenistan konusunda tek taraflı taviz vermek anlamına gelecek şekilde protokollerin imzalanması yanlıştı. Türkiye’nin Yukarı Karabağ konusundaki kararlı tutumundan vazgeçileceği yönünde bir izlenim uyandırılmış oldu. Bunun Azerbaycan ile ilişkileri zedeleyeceği görülünce de geri adım atıldı.
Patrikhanenin Lozan ile bağdaşmayan söylemleri ve adeta devlet içinde devlet olma hesapları yapmasına ne diyorsunuz?
Patrikhanenin Lozan Antlaşması ile bağdaşmayan taleplerine sıcak yaklaşılacağı izlenimi verildi. Ancak bu konuda da somut adım atılamayacağı görüldü. Sonuçta bütün bunlar Türkiye’nin dış politikasında bir eksen kayması anlamına geliyor. Sıfır sorun politikasının hiçbir anlam taşımadığı, uygulama şansı olmadığı ve ülkemizin itibarını düşürdüğü anlaşıldı.
Hükümetin Ortadoğu politikasının “Arap Baharı” ile bir ilişkisi var mı?
Önceleri Ortadoğu’nun otoriter rejimleriyle çok yakın ilişkiler kurulmuş, vize muafiyeti anlaşmaları yapılmış, çok duyarlı olunan su konusunda bile tavizler verilmişti. Fakat daha sonra Batı ülkelerinin tutumundan da etkilenen hükümet, Ortadoğu ülkeleriyle ilişkileri kopma noktasına getirdi. Ve “insan hakları” adına Suriye gibi ülkelere baskı yapmak yönünde bir yaklaşımı benimsedi. Buna karşılık, halkın özgürlük için sokağa dökülmediği bazı Ortadoğu ülkelerindeki baskıcı rejimlere karşı hiçbir tepki gösterilmedi. Bütün bunlar yalnız eksen kaymasının değil aynı zamanda bir tutarsızlığın ve istikrarsızlığın da işaretidir. Dış politika gündelik esen rüzgârlara göre siyaset oluşturulacak bir alan değildir. Türkiye gibi ciddi ülkelerin ilkeli politikalar izlemesi gerekir.
Hükümetin Libya politikasın nasıl değerlendiriyorsunuz?
Libya konusunda tutarsız bir politika izlenmiştir. Önce Birleşmiş Milletler’in Libya’da sivil halkın hükümet güçleri tarafından öldürülmesinin önlenmesini öngören kararına destek olunmuştur. Daha sonra bu kararın NATO tarafından uygulanması fikrine karşı çıkılmıştır. İngiltere ve Fransa’nın öncülüğünde operasyonlar başlayınca Türkiye devre dışı kalmıştır. Adından NATO öncülüğünde operasyon fikrine destek verilmiş, ancak bu arada Libya Lideri Kaddafi ile ilişkiler kesilmemiş ve başka ülkelerin Kaddafi ile temaslarına Türkiye aracılık etmiştir. O dönemde Bingazi’deki direnişçiler Türkiye’ye karşı hayal kırıklığı içinde protesto gösterilerinde bulunmuşlardır. Türkiye bundan sonra Libyalı muhaliflerle işbirliği yapmaya başlamıştır. Sonunda da ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamamıştır. Bu inişli çıkışlı siyaset, ne ülkemizin siyasi çıkarlarına ne de iktisadi çıkarlarına hizmet etmiştir. Türkiye bugün Libya konusunda ağırlığı olan ülkelerden biri konumunda değildir.
Libya’daki muhaliflerle Bahreyn’de temas eden dışişleri bakanı Bahreyn’deki özgürlük hareketlerinin temsilcisi olanlarla görüşmemiştir. Aynı şekilde Yemen’de özgürlük için mücadele edenlere de Türkiye’nin güçlü destek verdiği duyulmamıştır. Bütün bunlar Türkiye’nin çifte standart uyguladığı izlenimi doğurmuştur.
Suriye konusunda da Libya’da olduğu gibi keskin bir U dönüşü söz konusu olmadı mı? Ortak bakanlar kurulu topluyorken, karşılıklı vizeleri kaldırmışken, şimdi ilişkiler hayli gerildi.
Suriye ile yakın zaman öncesine kadar çok yakın ilişkiler kurulmuştu. Hatta Dicle Nehri’nin sularından Suriye’ye yılda 1 milyar 250 milyon metre küp su verecek anlaşmalar yapılmıştı, muhalefetin tüm itirazlarına rağmen. Bu anlaşmalar Suriye’de ayaklanmalar başladıktan sonra ve TBMM tatile girmeden hemen önce onaylanmıştı. Daha sonra Türkiye adeta Batı dünyasının temsilcisi gibi rol üstlendi. Batı ülkelerinden daha çok tehditkâr bir üslupla Suriye’ye baskı yapmaya çalıştı. Ancak bu baskılar da sonuç vermedi. Bu arada Türkiye’nin Suriye’ye yönelik tutumu İran’la ilişkilerimizi de zedeleyebilecek boyuta ulaştı. Çünkü İran’ın Suriye ile özellikle Lübnan ve Hizbullah örgütü bağlamında çok yakın ilişkileri vardır. Ve Türkiye’nin Suriye’deki rejimi devirme yolundaki çabaları İran’ı rahatsız etmiştir.
Türkiye – İran ilişkileri nasıl bir seyir izliyor?
İran ile başlangıçta çok yakın ilişkiler kurulmuştu. İran’ın nükleer projesi konusunda Brezilya ile birlikte arabuluculuk girişimlerine soyunulmuştu. Ancak bu çabalarımız da sonuçsuz kalmıştır. Füze kalkanının radar bölümünün Türkiye’ye yerleştirilmesi Türkiye açısından olumsuz bir durumdur. Çünkü İran bu projeyi kendi güvenliği için ciddi bir tehdit saymaktadır. Radar üssü ülkemizde konuşlandığında bunun Türk – İran ilişkileri üzerinde çok olumsuz etkiler yapması beklenebilir. İran bunu kendine yönelik bir tehdit gibi yorumlar. Olası bir çatışma halinde bu radarlar İran füzelerinin ilk hedefi olabilirler.
Türkiye, füze kalkanı konusunda nasıl bir siyaset izlemeliydi?
Bizim önerimiz öteden beri milli bir füzesavar sistemi kurulmasıydı. Başka ülkelerden gelecek tehdide karşı da Türkiye’nin kendi kontrolünde füze savunma sistemine ihtiyacı vardır. Hükümetin kabul ettiği füze savunma sisteminde ise sistem bir NATO sistemi olacak ve bu radarları, füzeleri kullanmak için NATO komutanlarına bir yetki verilecektir. Ancak, karşı taraf bir füze attıktan sonra toplanıp “Ne yapsak?” diye bir karar vermeye zamanı olmayacaktır Türkiye’nin. ABD Savunma Bakanı Robert Gates 2010 yılı Şubat ayında Türkiye’ye gelerek Türkiye’ye bu radarların konuşlandırılmasında baskı yapmıştı. Bu durum Wikileaks belgelerine de sızdı. Bu radarları Çek Cumhuriyeti’ne füzeleri de Polonya’ya koyacaklardı. O ülkelerden ve Rusya’dan tepki gelince vazgeçtiler, şimdi Türkiye’ye koyuyorlar. Bir taraftan İsrail’le ilişkileri en alt düzeye indirirken, füze kalkanı radarlarından çıkan bilgiler doğrudan veya ABD üzerinden İsrail’e ulaşacaksa, bu biraz düşünülecek bir konudur.
Türkiye – İsrail ilişkilerindeki son bunalımı ve ilişkilerin asgari düzeye indirilmesini nasıl yorumluyorsunuz?
Türkiye uzun yıllardan beri bölgedeki İslam ülkeleriyle ilişkilerini de İsrail’le ilişkilerini de dengeli biçimde yürütmüş bir devlettir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin İsrail’e yönelik kararlarına destek olarak meşru bir zeminde kalmıştır. Ancak son zamanlarda, Avrupa Birliği’nin bir terör örgütü olarak kabul ettiği Hamas ile yakın ilişkiler kurmuş, adeta Hamas’ın sözcülüğüne soyunmuştur. İsrail’in Gazze’yi bombardıman etmesine Türkiye’nin güçlü tepki göstermesi ne kadar doğru bir tutum ise uluslararası toplantılarda İsrail cumhurbaşkanına karşı hakaret edici bir dil kullanması da o kadar doğru olmayan bir tutumdur. Diplomaside çok ağır eleştirileri hakaret etmeden dile getirmek mümkündür.
Mavi Marmara gemisi baskınına gelince, İsrail’in tehditkâr söylemlerinin bilinmesine rağmen, açık denize çıkma yeteneği olmayan bir geminin üstelik de içinde kadınlar ve çocuklar olduğu halde İsrail sularına gönderilmesine izin verilmiştir. İsrail’in Mavi Marmara gemisine saldırısı hiçbir şekilde mazur görülemez, gösterilemez. Türkiye bu konudaki tepkisini ve beklentilerini TBMM’de açıklamıştır. Ancak Türkiye’nin beklentilerinin aksine İsrail özür dilemeye yanaşmamıştır. Bütün bu gelişmeler Türkiye – İsrail ilişkilerini tamiri güç bir mecraya sürüklemiştir.
Aynı dönemde Yunanistan kendi limanlarından Gazze’ye bir yardım filosunun hareketini engellemiş ve İsrail ile stratejik işbirliği kurmuştur, ortak askeri tatbikatlar yapmıştır. Bunun sonucunda bölgede Türkiye, Yunanistan ve İsrail arasındaki stratejik denge Yunanistan lehine Türkiye aleyhine bozulmuştur. Diplomaside atılan her adımın sonuçlarının önceden düşünülmesi gerekir. Hükümet etmek ileriyi görmek demektir.
Yunanistan’la ilişkilerimiz ne durumda?
Müspet yönde hiçbir gelişme yok. En basit konularda bile Atina kendi tutumundan vazgeçmiyor. Mevcut hükümet zamanında ne kıta sahanlığı, ne kara suları, ne hava sahası, ne adaların antlaşmalara aykırı olarak silahlandırılması, ne de Batı Trakya ve 12 Adalarda yaşayan soydaşlarımızın durumunda ilerleme olmadı. Atina’daki Osmanlı camisinin hizmete açılması bile sağlanamadı. Yunanistan ile ilişkiler sıfır sorun politikasının ne kadar ciddiyetten uzak olduğunun somut göstergelerinden biridir.
Somali’ye yapılan yardım konusunda neler düşünüyorsunuz?
Açlık insan yaşamını tehdit eden en büyük tehlikedir. Her yıl açlıktan 5 milyon kişi ölüyor. Açlıkla mücadele bütün ülkeler gibi Türkiye’nin de görevidir. Yalnız bu görevi yerine getirirken dini, etnik, bölgesel ayrım yapmamak gerekir. Somali kıtlığın, açlığın en kuvvetli vurduğu bölgelerden biridir. Son 3 ayda 29 bin çocuk açlıktan ölmüş. O bakımdan Türkiye’nin uluslararası toplumla birlikte Somali’ye yardım kampanyalarında aktif rol oynaması doğrudur. Ancak bunun, sadece Türkiye’nin meselesiymiş gibi bir izlenim uyandırması doğru değildir. Türkiye’nin, kendisinden çok daha zengin ülkelerden daha fazla katkıda bulunarak, ülkenin ekonomik imkânlarını zorlayarak bir siyasi tavır içine girmesi dünyada farklı biçimde yorumlanabilir. Zira Somali’de açlığın en fazla etkilediği bölge İslami terör örgütü El Şebab’ın denetimindeki güney Somali’dir. Bu bölgedeki isyancılar uluslararası yardım faaliyetlerini ve yardımın açlık çeken insanlara ulaşmasını engellemektedir. Özellikle de, Hristiyan oldukları gerekçesiyle bazı batılı yardım örgütlerinin temsilcilerine saldırmakta, bazen de onlardan rüşvet istemektedir. Somali’de açlığın önlenmesinin etkili yollarından biri orada güvenliğin ve iç istikrarın sağlanmasıdır. Bu görev de Birleşmiş Milletler ve Afrika Birliği Teşkilatı’na düşmektedir.
Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerde bir soğuma söz konusu mu?
Avrupa Birliği’yle ilişkilerde tıkanma noktasına gelindi. 2005 yılında başlayan üyelik müzakereleri bir yılı aşkın zamandan beri fiilen donmuştur. Tek bir müzakere başlığı bile açılamamaktadır. Ve bunun sadece Kıbrıs’a bağlanması yanlıştır. Çünkü örneğin Fransa, Kıbrıs ile hiç ilgisi olmayan konuları sırf Türkiye’yi tam üyeliğe götürebileceği gerekçesiyle veto etmektedir. Türkiye bugüne kadar üyelik müzakere başlıklarından sadece 13 tanesini açabilmiştir. 18 başlık şu veya bu nedenle veto edilmiştir. Oysa Türkiye ile müzakerelere aynı gün başlayan Hırvatistan bütün müzakereleri bitirmiş ve önümüzdeki yıl tam üyeliğe hazır hale gelmiştir. Almanya ve Fransa gibi ülkelerin Türkiye’nin üyeliğini engellemelerinin iki temel nedeni vardır.
Bunlardan birincisi Türkiye’nin üyeliğinin Avrupa’daki büyük devletler arasındaki dengeyi değiştirecek olmasıdır. Çünkü AB içinde oylamalar ülkelerin nüfus ağırlığına göre yapıldığından Türkiye bütün oylamalarda Almanya’dan sonra en ağırlıklı ülke olacaktır. İkinci olarak da AB’de geçerli sisteme göre; Türkiye AB üyesi olması halinde yılda 27 milyar euro katkı alacaktır. Oysa AB bütçesinde böyle bir kaynak yoktur. Bütçenin tavanının yükseltilmemesi konusunda görüş birliği vardır. Bu paranın Türkiye’ye verilebilmesi, diğer ülkelere yapılan katkıların kesilmesiyle mümkün olabilir ve hiçbir ülke kendi payından fedakârlıkta bulunmak istememektedir.
Büyük Ortadoğu Projesi hakkında neler düşünüyorsunuz?
Bu ölü doğmuş bir proje. Obama yönetimi bile buna sahip çıkmıyor. Proje gerçekçi bir zemine oturmamaktaydı. Otoriter hükümetlerin yardımıyla demokratik yönetimlerin kurulması gibi çelişkili bir hedefi vardı. Halkı Müslüman olan ülkelerde laiklik olmadan demokrasi olmayacağı anlayışını benimsemiyordu. Tek kelimeyle bile laiklikten söz etmiyordu. Daha başından itibaren başarısızlığa mahkûm olan bu projeye Türkiye’nin destek olması, hatta eş başkanlığını üstlenmesi bir hataydı.
Türkiye Avrasya’daki gelişmeleri yeterince değerlendirebiliyor mu?
Avrasya bölgesindeki ülkelerle ilişkilerde başlangıçta sağlanan ivme sürdürülemedi. Bu bölgelere siyasi açıdan, demokratikleşme açısından, kalkınma açısından öncülük etmesi beklenen Türkiye’nin etkinliği beklenen düzeye yükselemedi. Hükümet daha çok Ortadoğu ülkelerine ağırlık verdiği için Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleriyle ilişkileri ikinci plana bıraktı. Bu ülkeler arasında en yakın ilişki sürdürdüğümüz Azerbaycan ile ilişkiler bile Türkiye’nin Ermenistan konusundaki hatalı tutumu nedeniyle gölgelendi. Rusya, Gürcistan, Suriye gibi ülkelerle vize muafiyeti anlaşması imzalayan Türkiye, Azerbaycan ile böyle bir anlaşma yapamadı.
Bu belge Yazılı basın arşivinde bulunmaktadır.