Türk Metal İş’te Türkiye-AB İlişkileri Konferansı

Değerli Konuklar,
Avrupa Birliği meselesinde son zamanlarda yapılan tartışmalar içerisinde bizim dikkatimizi çeken çok önemli bir husus var. Bazı önemli bilgiler kamuoyuna yeterince yansıtılmıyor ya da yanlış yansıtılıyor. Onun için halkın sağlıklı bir değerlendirme yapması mümkün olamıyor. İşte bu gibi toplantılar halkın bu konularda doğru bilgi sahibi olmasını sağlıyor.

Bir kere şuradan yola çıkalım. Türkiye’nin AB üyeliği konusu bugün tartışmaya açılabilir mi? Bazı ülkelerde bazı politikacılar, parti liderleri diyorlar ki, “Türkiye AB’ne hiç bir zaman tam üye olamaz, çünkü Türkiye Avrupa’da değildir. Türkiye’nin büyük bir kısmı ve başkenti Asya’dadır.” Bunlara çok esaslı bir cevap lazım. Türkiye’nin tam üyelik hedefine sahip olduğu 1963 yılında yapılan Türkiye-AT Ortaklık Antlaşması ile kararlaştırılmıştır. Bunun altında da örneğin bugün tam üyeliğimize karşı çıkan Alman Hıristiyan Demokratların o zamanki lideri Başbakan Konrad Adenauer’in imzası vardır. Ben partinin bugünkü lideri Angela Merkel’e dedim ki, “ Siz kurucunuzun imzasını ret mi ediyorsunuz?” 1963 yılında yapılan antlaşmanın 28. maddesi ‘bu antlaşmanın hedefi Türkiye’nin tam üyeliğidir’ diyor. O zamanki Avrupa liderleri Türkiye’nin coğrafyasını bilmiyorlar mıydı? Biz bugünkü topraklarımıza daha sonra mı taşındık. Biz bunları söyledik, bize cevap veremediler. O bakımdan bir kere bunu tartışmaya bile açmamak lazım. Türkiye’nin tam üyelik hedefi daha 1963 yılında kabul edilmiştir.

İkincisi 1999 yılında Helsinki’de yapılan AB Zirvesi’nde Türkiye resmen tam üyeliğe aday yapılmıştır. Özel statü gibi düzenlemeler söz konusu bile değildir. Türkiye ile AB arasında bugüne kadar yapılan herhangi bir anlaşmada, AB’nin Türkiye ile ilgili aldığı herhangi bir kararda özel statü kavramı geçmemektedir. O bakımdan özel statüden bahsetmek AB hukukuna aykırıdır çünkü Türkiye ile AB arasında imzalanan anlaşmaların hepsi AB hukukunun bir parçasıdır.

Üçüncüsü bir ülkenin tam üyeliğine üye olmanın gerektirdiği bazı koşulları taşımadığı gerekçesiyle karşı çıkabilirsiniz. Tam üyelik için gereken şartlar nelerdir. Kopenhag Kriterleri ve Maastricht Kriterleridir. Bu konularda Türkiye’nin herhangi bir eksiği varsa gideririz. Ama derseniz ki “Türkiye ne yaparsa yapsın biz Türkiye’nin üyeliğine karşıyız”, bunun bir tek tarifi vardır. Bu ırkçılıktır. Türkiye’yi Türk olduğu için AB’ne sokmamak demek düpedüz ırkçılıktır. Hiç kimse hayal kurmasın, bunun başka hiçbir izahı yoktur. Bize Alman Hıristiyan demokratları veya Fransız UMP partisi şunu demiyor: “Şu koşullarda eksikliğiniz var. Bunu gerçekleştirirseniz biz de sizi destekleriz.” Bunu demiyor. Koşulsuz olarak reddediyor.

Bizim devlet adamlarımızın eksikliği ne? Cesaretle çıkıp bunu Avrupalıların yüzüne söyleyemiyorlar. Türkiye’nin şu sıralar en büyük sıkıntısı ne diye sorarsanız ben size bir kelimeyle cevap veririm: cesaretsizliktir. Avrupalı ülkelerle konuşurken Avrupalı gibi davranacaksınız. Korkmayacaksınız. “Ben şunu dersem oda bana şu kötülüğü yapar, iyisi mi suyuna gideyim, anlamazlıktan geleyim” Böyle şey olmaz. Kapalı kapılar arkasında diplomasi bir savaş alanı gibidir. Orada tüm meseleler açıklıkla halledilir. Yani siz bir ülkenin Başbakanı iseniz, Dışişleri Bakanı iseniz, karşınızdaki de “sen Türk olduğun için seni AB’ne almıyorum” diyorsa onun gözünün içine baka baka “Arkadaş, bu ırkçılıktır” diyeceksin. Bunu dersen hizaya gelir. Gelmezse çıkacaksınız, basın toplantısında söyleyeceksiniz. Bu durumu bütün Avrupa kamuoyuna ilan edeceksiniz. Bakın bakalım o zaman onun tabanı peşinden gidiyor mu, gitmiyor mu? Kaç kişi ırkçı bir partinin başkanına destek sağlıyor? Avusturya’da ırkçı bir partinin lideri Başbakan oldu, üç gün dayanamadı.

Bir de son gelişmeleri değerlendirmek için işin şu boyutuna bakalım. Elimizde dört tane önemli belge var. Birincisi 6 Ekim 2004 tarihli AB Komisyonu’nun yayınladığı İlerleme Raporu’dur. İkincisi 17 Aralık 2004 tarihli Brüksel Zirvesi kararlarıdır. Üçüncü belge 25 Nisan tarihinde Türkiye-AB Ortaklık Konseyine sunulan Ortak Tutum Belgesidir ki, bu belgeden Türk kamuoyu yeterince haberdar edilmemiştir. Dördüncü belge de AB Komisyonu’nun son olarak hazırladığı Müzakere Çerçeve Belgesidir. Bu dört temel belgeyi incelediğiniz zaman ortaya çıkan tablo şudur.

Madde bir: 1999’da bize bir söz verdiler. Dediler ki, “Türkiye’yi resmen aday yapıyoruz ve Türkiye’nin üyeliğini diğer aday ülkelerle eşit statüde değerlendiriyoruz.” Sözünü ettiğim dört belgede ise bundan cayıyorlar. Hükümet özellikle zirve kararlarını halka bir masal gibi, bir zafer gibi anlattı, Kızılay’da gündüz vakti havai fişekler attılar. Fakat işin gerçeği şu ki, bu belgeler Türkiye’nin daha önceki Hükümetler zamanında elde ettiği kazanımların çok gerisindedir. Bunu çok iyi bilmemiz lazım.

Bir kere Zirve kararlarında diyorlar ki, “Biz Türkiye ile müzakerelere başlayacağız ama bu müzakerelerin ucu açık olacak. Bu müzakerelerin tam üyelikle sonuçlanması kesin değildir. Sonuçlanmazsa biz Türkiye’yi sıkı bağlarla AB kurumlarına bağlayacağız”. Ucu açık müzakere lafını siz bizden önce herhangi bir aday ülkeye söylediniz mi? Söylemediniz. İlk defa Türkiye’ye diyorsunuz.

İkincisi Türkiye ile ilgili olarak bazı sürekli kısıtlamalara gidilebileceği söyleniyor. Bu demektir ki, biz bazı hakları Türkiye’ye hiç vermeyeceğiz. Nedir onlar? Türk vatandaşlarının serbest dolaşımı sürekli olarak kısıtlanabilir. Bu ne demektir? Bu tam üye olamayacaksınız demektir. Çünkü tam üyeliğin dört temel koşulu var: malların, insanların, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımı. Bunlardan bir tanesi yoksa tam üyelik yoktur. Çünkü bunlar AB’nin kuran Roma Antlaşmasının özüdür. Bu şartlardan biri Türkiye için yok farz edilmiştir. İkincisi tarım sübvansiyonlarında Türkiye’ye sürekli kısıtlamalar getirilebileceği söyleniyor. AB’nin bütçesinin yaklaşık yarısı tarım sübvansiyonları için harcanmaktadır. Türkiye bugünkü koşullarda tam üye olsa AB bütçesinden 8,5 milyar euro tarım sübvansiyonu alacak. Bunu sürekli olarak kısıtlayabileceklerini söylüyorlar. Üçüncüsü sosyal politikaları sürekli olarak kısıtlayabileceklerini söylüyorlar. Bunlar bölgeler arasındaki farklılıkların giderilmesi için AB’nin yaptığı ödemelerdir. Geriye ne kaldı? Sonuç olarak size böyle kısıtlamalar getiren bir metni zafer olarak nitelendiriyorsunuz.

Başka hususlar da var. Bizim devletimizin temel direği Lozan Antlaşmasıdır. Lozan’ı çıkarırsanız Türkiye’nin devlet sistemi çöker. Yabancı baskılara karşı büyük bir mücadele ile Lozan’da laik, demokratik, çağdaş, özgür ve eşit devletimizin temelini oluşturduk. Peki bu belgelerde Lozan’dan bahsediliyor mu? Ediliyor. İki yerde açıkça bahsediliyor. İkisinde de Lozan sistemi eleştiriliyor. İkisi de azınlık hakları ile ilgili. Niçin Süryaniler orada zikredilmemiş, niçin Hıristiyan olmayan etnik gruplar azınlık sayılmamış, bunları anlatıyor. Ayrıca Patriğin Ekümenik sıfatının tanınmaması eleştiriliyor. Kürtlerden ve Alevilerden azınlık olarak bahsediliyor. Dicle ve Fırat havzasındaki barajlar ve sulama sistemleri uluslararası yönetime verilebilir diyor.

Değerli arkadaşlar, Avrupa hukukunda böyle bir şey var mı? Yok. Bütün bunlar Türkiye için söyleniyor. Başka adaylar için benzer şeyler söyleniyor mu? Hayır, söylenmiyor. Demek ki bu metinlerin özü Türkiye’nin tam üyeliğini tehlikeye düşürecek ve Lozan’a aykırı hükümler taşıyacak. Bütün bunlar olabilir. Karşınıza böyle metinler çıkartırlar siz de mücadele eder düzeltirsiniz. Biz bunları çok gördük. Lozan’da da benzeri hükümlerle karşılaşılmış ancak mücadele edilerek devletin ağırlığı hissettirilerek bütün bu olumsuzluklarla mücadele edilmişti.

Peki şimdi ne yapıyoruz? Sayın Başbakan İlerleme Raporu açıklandıktan 2 saat sonra bir basın açıklaması yaparak raporun olumlu ve dengeli olduğunu söyledi. Yani devletimizin yapısına aykırı olan, diğer adaylardan çok farklı olan ve tam üyeliğimizi kısıtlayıcı hükümler içeren bu rapora Başbakan olumlu ve dengeli bir rapordur diyebiliyor. Bunu bir daha iyileştirmek mümkün olamaz. Üç gün sonra hatalarını anladılar. AB’ne bir mektup yazarak raporun bazı hükümlerinin düzeltilmesi gerektiğini yazdılar. Düzelttiler mi? Hayır bir tek satırını dahi düzeltmediler. Daha sonraki belgelerde de en küçük bir geri adım atmadılar. Bunu da bayram yaparak halka anlattılar. İşin hazin tarafı budur.

Zirve toplantısında bir de Türkiye’den AB ile imzaladığı Ortaklık Antlaşmasının yeni üyelere uyarlanmasını istediler. Başbakan biraz itiraz edecek gibi oldu, ama hemen baskılar karşısında boyun eğdi ve bu konuda Devlet Bakanı Beşir Atalay imzasıyla yazılı bir taahhüt verdiler. Türkiye’nin Uyum Protokolünü bütün yeni üyelerle 3 Ekim’den önce imzalayacağını söylediler.

Bu yeni şartı bize AB hukuku gerektirdiği için mi bastırıyorlar? Hayır, AB hukukunda böyle bir hüküm yok. Bizim on sene önce üye olmuş Avusturya, İsveç, Finlandiya gibi ülkelerle imzalanmış protokolümüz yok. 20 yıl önce üye olan Yunanistan ile, 15 yıl önce üye olan İspanya ve Portekiz ile imzalamışız, onaylamamışız, kimse de bize bu konuları dayatmamış. Bu protokolü hemen imzalayın diye dayatmalarının bir tek sebebi var, çünkü Rumlar öyle istiyor. Kıbrıs Rum Kesimi’ni Kıbrıs’ı kuran antlaşmalara aykırı olarak AB üyesi yaptılar ve şimdi Rumlar da bu protokolün imzalanması için dayatıyorlar.

Peki bunu imzalarsanız ne olur? Diyorlar ki, bu zaten Gümrük Birliği’nin icabıdır, hiç bir şey olmaz. Oysa bu protokolü imzaladığınız zaman imzaladığınız tarafların tamamına eşit muamele yapmak zorundasınız. Yani hem imzalayıp hem de Kıbrıslı Rumlara farklı muamele yapamazsınız. Yaparsanız ne olur? Ankara Antlaşmasına göre bu durumda uyuşmazlık önce Türkiye-AB Ortaklık Konseyine, orada da çözülemezse Avrupa Adalet Divanına götürülebilir. Böyle bir metni bize imzalattılar. Uluslararası hukuka göre siz Güney Kıbrıs’ı fiilen tanımış ve meşrulaştırmış olursunuz. Hükümet açıklama yapıyor, bu tanıma değildir diyor. Bu bir kelime oyunudur.


Bu belge Konferanslar, Konuşmalar arşivinde bulunmaktadır.