Son Eklenenler:
- HUKUK AÇISINDAN LOZAN
- CUMHURİYET KİTAP DERGİ, SÖYLEŞİ
- TÜRKİYE’NİN ULUSAL GÜCÜ, BOĞAZİÇİ AYDINLAR DERNEĞİ-HAZİRAN 2021
- 23 NİSAN, ÇYDD DERGİSİ-23 NİSAN 2021
- AFGANİSTAN’IN DRAMI, AĞUSTOS 2021
- YUNANİSTAN TARİHTEN DERS ALMIYOR
- ATATÜRK’ÜN DIŞ POLİTİKA İLKELERİ VE TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI
- ULUSAL ÇIKARLARIN KORUNMASINDA GÖRÜŞ BİRLİĞİNİN ÖNEMİ
- ONUR ÖYMEN’İN CUMHURİYET GAZETESİ, TUNCAY MOLLAVEİSOĞLU’NA VERDİĞİ MÜLAKAT – 17 HAZİRAN 2019
- ONUR ÖYMEN’İN YENİÇAĞ GAZETESİNE VERDİĞİ MÜLAKAT “TÜRKİYE, ÖNCELİKLE ÇIKARLARINI KORUMALI” – 15 NİSAN 2019
ATATÜRK’ÜN DIŞ POLİTİKA İLKELERİ VE TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI
Dış politika görüşlerini milli mücadele yıllarından itibaren dile getirmeye başlayan Atatürk şöyle diyordu: “Türkiye halkı yüzyıllardan beri özgür ve bağımsız yaşamış ve egemenliği hayatın bir zorunluluğu saymış bir kavmin kahraman evlatlarıdır. Bu millet egemenlik olmadan yaşamamıştır, yaşayamaz ve yaşamayacaktır. Milli Mücadelenin maksat ve gayesi ülkemizin tam bağımsızlığını ve kayıtsız şartsız egemenliğini sağlamak ve sürdürmektir.”
Atatürk bu görüşleri dünyadaki bütün milletler için de savunuyordu. “Her milletin kendi mukadderatına kendisinin hakim olması hakkını biz yeryüzünde yaşayan bütün milletler için istiyoruz…Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, bütün Doğu milletlerinin de uyanışını öyle görüyorum…Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hakim olacaktır” diyordu.
Atatürk döneminde Türkiye, Lozan Konferansında büyük bir diplomatik zafer kazandı, Birinci Dünya Savaşında yenilgiye uğrayan ülkeler arasında, galiplere egemen eşitliğini ve bağımsızlığını kabul ettiren tek devlet oldu, Misakı Milli ile saptanan hedeflerine büyük ölçüde ulaştı.
Türkiye bölge ülkeleriyle karşılıklı güvenliği ve ortak çıkarları korumak amacıyla yakın bağlar kurmaya büyük önem verdi. 1928 yılında Türkiye’yi ziyaret eden Afganistan Kralı Emanullah Han ve 1934 yılında Türkiye’yi ziyaret eden İran Şahı Rıza Pehlevi Atatürk’ün eserlerinden çok etkilendiler ve bunları kendi ülkelerinde de uygulamaya çalışacaklarını söylediler.
Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya arasında 9 Şubat 1934 tarihinde imzalanan Balkan Antantı ve Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında 8 Temmuz 1937 tarihinde imzalanan Sadabad Paktı bölgemizde geniş bir güvenlik ve işbirliği kuşağı oluşturmak amacıyla gerçekleştirildi.
Atatürk’ün barış çabalarından etkilenen Yunanistan Başbakanı Venizelos, 1934 yılında Atatürk’ü Nobel Barış Ödülüne aday gösterdi. İkinci Dünya Savaşından önceki yıllarda Avrupa Birliği’nin nüvesini oluşturmak için çalışan Avusturyalı Devlet adamı Kont Couderno Kallergi, Yunanistan’ı da bu birliğe katmak için girişimde bulunduğunda, Venizelos, “Bir şartla katılırız. Türkiye bizden önce katılacak. Atatürk’le görüştüm. O bölgede barışın yerleştirilmesi için büyük çaba harcıyor. Türklerin mutlaka böyle bir birlikte yer alması lazımdır” dedi. Atatürk’ün mazlum milletlere verdiği destek o ülkelerin halkları arasında da büyük sevgi ve hayranlık uyandırdı. Ancak Atatürk’ün ölümünden sonraki yıllarda bu hayranlığın Türkiye ile bölge ülkeleri arasında sağlam işbirliğine dönüştürülmesi her zaman mümkün olamadı.
Örneğin, 23 Temmuz 1952’de Mısır Kralı Faruk’u deviren Cemal Abdülnasır ve arkadaşlarının devrimden sonra ilk ziyaret ettikleri yer Türkiye’nin Kahire Büyükelçiliği olmuştu. Büyükelçi’ye “Biz bu devrimi Atatürk’ü örnek alarak yaptık. O nedenle evimize gitmeden önce sizi ziyarete geldik,” demişlerdi. Ancak maalesef Büyükelçinin devrik kralla aile bağları nedeniyle oldukça soğuk bir şekilde karşılanmışlardı. Büyükelçi, bu soğuk tavrını bir davette de gösterince istenmeyen şahıs ilan edildi. O günden beri Mısır ile ilişkilerimiz arzu ettiğimiz yakınlığa kavuşturulamadı.
Benzeri bir durum Cezayir’de de yaşandı. Cezayir halkının Fransızlara karşı yürüttüğü bağımsızlık mücadelesine, Türkiye Fransızları gücendirmemek için Birleşmiş Milletlerde beklenen desteği gösteremedi. Cezayir Cumhurbaşkanı, Büyükelçimize “Bizim mücahitlerimiz Fransız askerleriyle çarpışırlarken göğüs ceplerinde Atatürk’ün resmini taşıyorlardı. Birleşmiş Milletlerde o sırada yapılan oylamalardan birini bir oyla kaybettik. Bu sizin çekimser oyunuzdur” demişti.
Oysa, Atatürk döneminde Türkiye’nin diğer devletler üzerinde büyük etkisi vardı. Lozan Antlaşmasının bir parçası olan Boğazlar Sözleşmesi Türkiye’nin bütün beklentilerini karşılamıyordu. Boğazlardan geçişi düzenleyen milletlerarası bir komisyondu. Boğazların iki tarafındaki topraklarda askersizleştirilmiş bir bölge vardı. Bu gibi kısıtlayıcı hükümler Türkiye’yi rahatsız ediyordu. Lozan’ın Boğazlar Sözleşmesinin değiştirilmesi, bütün imzacı ülkelerin desteğinin sağlanmasını gerektiriyordu. İşte Türkiye, bütün bu ülkeleri teker teker ikna ederek 1936 yılında imzalanan Montrö Sözleşmesi ile bu kısıtlayıcı hükümlerin Türkiye’nin beklediği gibi değiştirilmesini sağladı ve egemenliğimize ve güvenliğimize uygun bir durum yaratıldı.
Aynı şekilde, Lozan’da sağlanamayan Hatay’ın anavatana kavuşması da Atatürk’ün izlediği etkili dış politika ve yürüttüğü güçlü diplomasi mücadelesi sonucunda çözüm yoluna sokuldu.
Ege’de Türkiye’ye yakın adaların silahsızlandırılması da Lozan’da sağlanan büyük bir başarı oldu. Ayrıca Lozan’ın 16. maddesinde yer alan, herhangi bir ülkeye verilmemiş ada, adacık ve kayalıkların geleceğinin ilgili ülkeler arasında çözüleceği yolundaki hüküm uyarınca Türkiye ile o zaman 12 Adaya sahip olan İtalya arasında 1932 yılında imzalanan bir antlaşmayla Meis Adası’nın yakınlarındaki adacık ve kayalıkların Türkiye ve İtalya arasında bölüştürülmesi ve Bodrum civarındaki Kara Ada’nın Türkiye’ye verilmesi sağlandı. 1996 yılındaki Kardak krizinde Yunanistan’ın Lozan Antlaşmasına aykırı olarak yaratmak istediği fiili durum diplomatik yollar sonuç vermeyince askeri caydırıcılık kullanılarak engellendi. Maalesef daha sonraki yıllarda Yunanistan’ın aynı statüdeki başka ada ve adacıkları yine fiili durum yaratarak ele geçirme girişimlerine yeterli tepki gösterilemedi.
Yunanistan, zaman içinde, Lozan ve İkinci Dünya Savaşından sonra 1947 yılında imzalanan Paris antlaşmasıyla silahsızlandırılması kararlaştırılan adaları silahlandırdı. Buna karşı Türkiye’nin sarf ettiği çabalar sonuç vermedi.
Birleşmiş Milletler, Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü UNESCO, Atatürk’ün doğumunun 100. yılı olan 1981 yılını “Atatürk Yılı” olarak ilan etti ve bunun gerekçesini şöyle açıkladı: “Atatürk, uluslararası anlayış ve işbirliği ve barış yolunda çaba göstermiş üstün kişi, UNESCO’nun yetki alanlarında yenilikler gerçekleştirmiş bir inkılapçı, sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önderlerden biri, insan haklarına saygılı, insanları ortak anlayışa ve devletleri dünya barışına teşvik eden, bütün yaşamı boyunca insanlar arasında renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen, eşi olmayan devlet adamı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusudur.”
Atatürk’ün izlediği dış politikanın takipçisi olan İsmet İnönü, Cumhurbaşkanlığını üstlendikten sonra, savunduğu etkili politikalarla ülkemizin İkinci Dünya Savaşına katılması yolunda İngiltere’nin ve Amerika’nın yaptığı baskılara göğüs gererek yaklaşık 65 milyon kişinin hayatına mal olan bu savaştan Türkiye’nin hiçbir kayba uğramadan çıkmasını sağladı.
Milli Mücadele yıllarında Atatürk ile Lenin arasında başlatılan ve ulusal kurtuluş savaşı sırasında Türkiye’ye önemli katkı sağlayan dostluk ve işbirliği Stalin döneminde sıkıntılı bir sürece girdi. İkinci Dünya Savaşından hemen önce, Stalin ve Dışişleri Bakanı Molotov, Moskova’da bulunan Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu’na Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında Boğazların Sovyetler dışındaki ülkelere kapatılmasını öngören gizli bir protokol imzalanmasını önerdiler ve Montrö Sözleşmesini değiştirmek istediklerini söylediler. Saraçoğlu Sovyet tekliflerini reddetti.
1944 yılında Dışişleri Bakanlığını üstlenen Hasan Saka bu baskı girişimlerine karşı “Sovyet Hükümetine ne toprak ne de üs veririz. Gerekirse ordumuzu da kullanırız,” dedi. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü 1 Kasım 1945 tarihinde TBMM’de yaptığı konuşmada “Türk topraklarından ve haklarından hiç kimseye verilecek bir borcumuz yoktur. Şerefli insanlar olarak yaşayacağız ve şerefli insanlar olarak öleceğiz,” dedi. Atatürk’ün çizgisinden sapmayan Türkiye, o zaman bunu yapabilecek güce ve iradeye sahipti.
Türkiye, 1949’da insan haklarının korunmasında öncülük yapan Avrupa Konseyine katıldı ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini imzalayan ilk ülkelerden biri oldu. Bu Atatürk’ün laik demokrasi hedeflerine uygun ve doğru yolda atılmış bir adımdı. Ancak daha sonraki yıllarda Türkiye Avrupa Konseyi çerçevesinde kurulan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin en çok ihlal kararı verdiği ülkelerden biri oldu. İki defa Avrupa Konseyi tarafından ‘denetim sürecine’ alındı.
Türkiye’nin Kore savaşına katılması ve Türk askerlerinin orada gösterdiği kahramanlığın etkisiyle Türkiye 1952 yılında NATO’ya üye olarak kabul edildi.
Ancak, 1955 yılında Bandung’da toplanan ve Bağlantısızlık Hareketinin ortaya çıkmasıyla sonuçlanan Konferansta Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun tarafsızlık fikrinin ülkelerin bağımsızlığına zarar vereceği görüşünü savunması ve NATO’nun sözcüsü gibi konuşması, başta Nehru olmak üzere bağlantısızlık fikrinin öncülüğünü yapan liderlerin tepkisine yol açtı.
Türkiye NATO içinde bazı ciddi sıkıntılar da yaşadı. Örneğin 1950’li yılların sonunda Amerika’nın, Türkiye’ye verdiği Jüpiter füzeleri, Rusların Küba’ya füze yerleştirmesine engel olmak için yapılan gizli pazarlıklar sonucunda Türkiye’nin onayı, hatta bilgisi olmadan geri çekildi. 1991 Körfez savaşı sırasında Türkiye’nin NATO’dan talebi üzerine bazı NATO ülkeleri tarafından verilen Patriot füzeleri daha sonra geri çekildi.
Önemli bir kriz de şu oldu: Başkan Johnson, 5 Haziran 1964 tarihinde Başbakan İnönü’ye gönderdiği mektupta, “Eğer Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesi Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye saldırısına yol açarsa NATO, Antlaşmasının Beşinci maddesinde öngörülen Türkiye’yi savunma yükümlülüğünü yerine getirmeyebilir” dedi. Bu tehdit edici tavra karşı İsmet İnönü, verdiği bir mülakatta “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de bu dünyada yerini bulur” diyerek Türkiye’nin kararlı tutumunu ortaya koydu.
20 Temmuz 1974 tarihinde Ecevit’in Başbakanlığı sırasında Türkiye, Yunanistan’daki Cunta’nın yönlendirmesiyle Kıbrıs’ta yaşanan iç çatışmalar sırasında, Amerika’nın ve bazı Avrupa ülkelerinin baskılarına ve engelleme çabalarına rağmen başarılı bir askeri harekat gerçekleştirdi ve soydaşlarımızın can ve mal güvenliğinin korunmasını sağladı. Sonunda Ada’da Türklerin ve Rumların kendi bölgelerinde güvenlik, demokrasi ve özgürlük içinde yaşamalarını sağladı. Amerikan Kongresi, 1975 yılında, Türkiye’ye geri adım attırmak için kapsamlı bir askeri ambargo uyguladı. Fakat, Başbakan Demirel buna karşı Amerikan askerlerinin ülkemizde bulundukları askeri üs ve tesislerimizi terk etmesini istedi. Sonunda, Amerika bu ambargodan zarara uğradı ve Sovyetler Birliği hakkında sağladığı istihbaratın büyük bölümünü kaybetti. Üç yıl sonra, Türkiye’den hiçbir taviz alamadan ambargoyu sona erdirmek zorunda kaldı.
Daha sonraki yıllarda da Türkiye Kıbrıs konusunda büyük devletlerin engelleme ve çifte standartlarıyla karşılaştı. O zamanki BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından 2004 yılında hazırlanan Annan Planı Türkler açısından acı bir ilaç niteliğindeydi. Plana göre, Türklerin denetimindeki toprakların bir bölümü Rum kesimine devredilmekte, Türklere kalan topraklara yaklaşık 80.000 Rum’un yerleştirilmesi öngörülmekte, Kıbrıs’taki Türk askerlerinin sayısı 650’ye indirilmekte ve bu askerlerin görevleri arasında Türkleri korumak yer almamaktaydı. 9000 sayfalık ve Türkçe çevirisi bulunmayan bu plan, Türk hükümeti ve onun etkisiyle Kıbrıs Türkleri tarafından kabul edilmesine rağmen Rumların büyük çoğunluğu tarafından reddedildiği için yürürlüğe girmedi.
Son zamanlarda yapılan müzakerelerde Rumlar, Türkiye’ye tanınan garantörlük hakkının kaldırılmasını ve Türk askerlerinin Adadan tamamen çekilmesini şart koştuğu için müzakereler başarısızlığa uğradı.
1963 yılında, İsmet İnönü’nün Başbakanlığı sırasında Türkiye Avrupa Birliğiyle Ortaklık Antlaşması imzaladı. Bu antlaşma Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine yeşil ışık yaktı. Ancak bazı Avrupalı siyasetçiler buna kuvvetle karşı çıktılar. Bunlar arasında Fransa’dan Valery Giscard D’Estaing ile Alman Başbakanları Helmut Schmidt, Helmut Kohl ve Angela Merkel de yer alıyor.
1999 yılında, Almanya’nın Sosyal Demokrat Başbakanı Gerhard Schröder ve Yeşiller Partisi lideri Joschka Fisher’in başkanlığındaki Alman hükümeti Türkiye’nin üyeliğini destekleyen bir yaklaşım benimsedi.
Üyelik süreciyle ilgili olarak AB Komisyonu tarafından hazırlanan belgede Türkiye’nin üyeliğinin ucu açık müzakerelerle yürütüleceği, insanların serbest dolaşımı ve tarımla ilgili AB yükümlülüklerinin de Türkiye’ye tam olarak uygulanamayabileceği yolunda hükümler yer aldı. Buna benzer ifadeler diğer adayların hiçbiri için kullanılmamıştı.
Evvelce Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyen Amerika’nın o zamanki Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, “Türkiye’nin AB üyeliğini artık buzdolabına koyalım, Türkiye bize Ortadoğu’da lazım,” dedi. Türkiye, Amerika’nın hazırladığı ‘Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin’ lideri gibi görüldü.
Türkiye için diplomasi alanında 21. yüzyılın ilk önemli sınavı 1 Mart Tezkeresinin CHP’nin karşı çıkması ve 100’e yakın AKP’li milletvekilinin de ret veya çekimser oy kullanmasıyla kabul edilmemesi oldu. Böylece Amerikan askerlerinin Türkiye’de konuşlandırılması ve Türkiye’den Irak’a askeri bir müdahalede bulunması Meclis tarafından engellendi. Meclisin bu kararı Atatürk’ün dış politika ilkelerine ve ülkemizin çıkarlarına uygun bir karar oldu. O zamanki ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz, bu engellemeden silahlı kuvvetleri sorumlu tuttu ve “Türk ordusu Meclise liderlik görevini yapamadı” dedi.
Bir süre sonra, 22 Eylül 2003’te, Devlet Bakanı Ali Babacan ile Amerikan Hazine Bakanı John Snow arasında Dubai’de bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşma Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri izlediği politikalarla bağdaşmamaktaydı. Çünkü ABD’nin bir milyar dolar hibe ya da 8,5 milyar dolar kredi vermesine karşılık ABD’nin beklentileri doğrultusunda Türk askerlerinin Kuzey Irak’ta PKK’yla mücadelesi engelleniyordu. Ancak ülkemizde muhalefetin ve kamuoyunun gösterdiği güçlü tepki üzerine Dubai antlaşması onay için Meclise sunulamadı ve geçersiz kılındı. Atatürk’ün çizgisinden sapma girişimi böylece engellenmiş oldu.
Türkiye’nin ilk defa 2008 yılının Şubat ayında Kuzey Irak’a yönelik başlatılan bir kara operasyonu Amerikan Savunma Bakanı Robert Gates’in bu operasyonun derhal durdurulup askerlerimizin geri çekilmesi yolundaki çağrısından sonra sona erdirildi. Bu karar da Atatürk’ün tam bağımsızlık ilkesine uygun değildi.
Ermenistan ile Türkiye arasındaki diplomatik ilişkilerin kurulmasına ilişkin protokoller 10 Eylül 2009 tarihinde imzalandı. CHP’nin tepkisine neden olan bu protokoller, Türkiye’nin savunduğu temel görüşlere yer vermiyordu. Türkiye’nin önerdiği Tarihçiler Komisyonu kurulması da Ermeni tarafının oyunları ve Ermeni Anayasa Mahkemesinin kararı sonucunda amacından saptırıldı ve fiilen kabul edilmedi. Protokoller, sonunda her ülkenin Meclislerinde de onaylanmadı ve geçersiz kaldı. Protokollere Azerbaycan tarafından da büyük tepki gösterildi ve bu durum Türkiye ile Azerbaycan arasında sıkıntı yarattı.
2016 yılında AB ile imzalanan Göçmen Geri Kabul Anlaşmasına göre, Türkiye ülkesinden Yunanistan’a kaçak yoldan geçen bütün göçmenleri geri alacak, AB ise bunlar arasında kaç Suriye kökenli varsa o kadar göçmeni kabul edecekti. Ancak AB’nin alacağı göçmen sayısı 72.000’i geçmeyecekti. Antlaşmanın bir bölümü de Türk vatandaşlarının AB’ye vizesiz gidebilmelerini sağlayan hükümdü. Ancak Türkiye’nin Yunanistan’dan alacağı göçmenlerle ilgili hüküm derhal yürürlüğe girecek, AB’nin sözü edilen yükümlülüğü ise AB’nin isteği üzerine antlaşmada yer alan bazı koşulların Türkiye tarafından gerçekleştirilmesine bağlı olacaktı. Bu koşulların yerine getirilip getirilmediğine de AB karar verecekti. AB Türkiye’nin bu koşulları yerine getirmediği gerekçesiyle Antlaşmanın kendisine düşen yükümlülüğünü bugüne kadar uygulamadı. Bu antlaşma, yürürlüğe girme zamanındaki dengesizlik nedeniyle Türkiye açısından adaletsiz bir durum ortaya çıkardı. Atatürk döneminde böyle bir antlaşmanın imzalanması düşünülemezdi.
21. yüzyılın başlarında Türkiye’nin ve dünyanın gündeminde yer alan sorunların başında Ortadoğu bölgesinde yaşanan gelişmeler geldi. Son zamanlarda Ortadoğu’da görülen en olumsuz değişim, Birleşmiş Milletlerin temel kurallarına aykırı olarak devletlerin egemenliklerinin, bağımsızlarının ve toprak bütünlüklerinin büyük ölçüde tahrip edilmesi ve o ülkelerde milli iradeye dayalı demokratik ve çağdaş hükümetlerin oluşmasının büyük devletler tarafından engellenmesidir.
Bunun örnekleri arasında:
• İran’da 1906 yılında başlayan demokratikleşme sürecinin 1907 yılında bu ülkeyi nüfuz bölgelerine ayıran İngiltere ve Rusya tarafından engellemesi;
• 1928 yılında İngiltere’nin Afganistan’da, dinci çevreleri tahrik ederek, çağdaş bir demokrasi için çalışan Emanullah Han’ın hükümetinin devrilmesine yol açması;
• 1953 yılında gene İran’da ülkeyi demokratik bir yönetime kavuşturmak için yola çıkan ve ülkedeki petrol kaynaklarını millileştiren Başbakan Musaddık’ın İngiltere ve Amerika tarafından devrilmesi;
• Afganistan’ın, önce Sovyetler Birliği, daha sonra da ABD tarafından işgal edilmesi,
• Yıllar boyunca çeşitli Ortadoğu ülkelerinde yabancı ülkeler tarafından teşvik edilen ve yönlendirilen darbelerle iktidarların el değiştirmesi sayılabilir.
1979 yılında ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Brzezinski’nin önerisiyle Afganistan’daki silahlı gruplara din ağırlıklı bir mücadele için verilen destek bu ülkeyi adım adım radikal bir din devleti haline getirdi.
2001 yılında New York’taki ikiz kulelere yapılan saldırıya tepki olarak ABD’nin ve koalisyon ortaklarının başlattığı saldırılar 20 yıldan beri on binlerce Afgan vatandaşının ve 2400 Amerikan askerinin ölümüne yol açtı.
1980-1988 yılları arasında cereyan eden İran-Irak savaşı bir milyon kişinin ölümü ve iki milyon kişinin yaralanması ve 150 milyar dolar hasarla, galibi belli olmadan sonuçlandı. Türkiye bu savaşta tarafsız kaldı ve her iki tarafın da güvenini kazandı.
Din ağırlıklı bir rejimin yönetimine girerek çağdaş ülkeler dünyasından uzaklaşan İran, nükleer silah ürettiği iddiaları nedeniyle yaptırımlara maruz kaldı. ABD’nin girişimiyle Pirinçlik’te kurulan radar istasyonu İran tarafından muhtemel bir tehdit unsuru olarak görüldü ve onların gözünde Türkiye’yi hedef haline getirdi.
ABD, Afganistan’ın yanı sıra 11 Eylül 2001 tarihinde İkiz kulelere yapılan saldırıda sorumluluk taşıdığı iddiasıyla, koalisyon ortaklarıyla birlikte Afganistan’ın yanı sıra Irak’a karşı da büyük bir operasyon yaptı ve Saddam Hüseyin hükümetini devirdi. Çatışmalarda en az 600.000 Iraklı hayatını kaybetti. Irak’a dayatılan anayasa, ülkenin kuzeyindeki yerel yönetime, yasama, yürütme ve yargı erklerinin yanı sıra silahlı kuvvet bulundurma hakkı tanıdı. Bu yönetime ABD ve Almanya tarafından askeri yardım yapıldı. Ülkenin kuzeyinde Bağdat Hükümetinin hiçbir etkinliği kalmadı.
Tunus’ta 2011 yılında ülkeye demokrasi getirmek amacıyla başlatılan Arap Baharı çerçevesinde gerçekleşen çatışmalar bütün bölgede çok sayıda can kaybına yol açtı ve hiçbir ülkede çağdaş, laik demokratik bir yönetimin işbaşına gelmesini sağlayamadı.
Bu çatışmalarda en büyük kayba uğrayan ülkelerin başında Suriye geliyor. Orada yarım milyondan fazla insan hayatını kaybetti. Ülke topraklarının %30’una yakın bir bölge PKK’yla işbirliği yapan PYD’nin denetimine girdi. Şam’da liderliğin değiştirilmesi için Türkiye’nin sarf ettiği çabalar sonuç vermedi. Yabancı bir ülkede iktidarın değiştirilmesi çabaları Atatürk’ün, başka ülkelerin iç işlerine karışılmaması ilkesine uygun değildi. Türkiye, Rusya ve İran tarafından yürütülen çalışmalar ülkede terör örgütlerinin varlığını sona erdiremedi. ABD’nin PYD’ye verdiği ekonomik ve askeri destek barışın ve istikrarın sağlanmasına yardımcı olmadı. PYD’nin PKK’yla işbirliği yaptığı yolundaki ciddi iddialar Türkiye ile ABD arasındaki ilişkileri olumsuz yönde etkiledi. Türkiye’nin sınır güvenliğini sağlamak için yaptığı askeri müdahaleler ve Suriye’nin kuzeyindeki bir bölgeyi denetim altında bulundurması, özellikle İdlib’te ve civarında güvenliği ve istikrarı sağlamada beklenen sonuçları vermedi. Rusya’nın Suriye Hükümetinin desteğiyle konuşlandırdığı hava, deniz ve kara kuvvetleri bölgenin stratejik dengelerini etkileyebilecek bir durum yarattı. ABD’nin oradaki askeri birliklerinin büyük bir bölümünü çekmesine rağmen petrol bölgelerini denetim altında tutmaya devam etmesi uzun vadeli hedefleri konusunda kuşkular uyandırdı.
Suriye’de BM gözetiminde yapılan anayasa çalışmalarında, Irak’takine benzer bir yapılanmaya gidilmesi, Suriye’nin kuzeyinde de devlet içinde devlet haline gelebilecek bir yerel yönetimin kurulması sonucunu verebilir. Bu gelişmeler bölgede bazı terör örgütlerinin meşrulaştırılması ve terörle mücadelenin daha da zorlaştırılması riskini taşıyor.
Mısır’da Musri’nin yönetimindeki Müslüman Kardeşler iktidarının devrilmesinden sonra yeni bir durum ortaya çıktı. Müslüman kardeşlerin kendi iktidarları için de bir tehlike unsuru olduğunu düşünen Suudi Arabistan gibi bölge ülkeleriyle Müslüman Kardeşlere daha sıcak bakan Türkiye’nin yolları ayrıldı ve Türkiye’nin Sisi yönetimindeki Mısır Hükümetiyle ilişkilerinde gerginlikler yaşandı.
Bugün bile bölgemizdeki ülkelerin birçoğunda tam anlamıyla egemenlikten, bağımsızlıktan ve toprak bütünlüğünden söz etmek mümkün değildir. Suriye topraklarının yaklaşık %30’u Şam hükümetinin denetimi altında değildir. Irak topraklarının kuzeyindeki bölgede de merkezi hükümetin hiçbir etkinliği, hatta mevcudiyeti yoktur. Azerbaycan topraklarının %20’si otuz yıl süreyle Ermeni işgali altında kalmıştır. Rusya ile Gürcistan arasındaki savaşta Abhazya ve Güney Osetya Gürcistan’dan ayrılarak Rusya’nın etki alanında “bağımsız devletler” haline gelmiştir. Ukrayna’nın bir parçası olan Kırım bu ülkeden ayrı, Rusya’ya bağlı bir bölge haline getirilmiştir. Ülkenin Doğusundaki çatışmaların nasıl sonuçlanacağı belli değildir. Libya’daki zaman zaman iç savaş niteliği kazanan gelişmeler kaygı verici olmuş, Birleşmiş Milletlerin himayesinde ve bazı ülkelerin öncülüğünde yapılan uzlaştırma girişimleri şimdiye kadar uzun ömürlü sonuçlar verememiştir. Türkiye’nin Libya’yla imzaladığı Deniz Yetki Alanları Sözleşmesinin kalıcı olması için ülkede istikrarlı bir yönetimin iş başına gelmesi gerekmektedir. Bugünkü koşullarda Libya’nın toprak bütünlüğünden ve egemenliğinden söz etmeye olanak yoktur.
Son zamanlarda Türk-Amerikan ilişkilerinde, Ege’de ve Doğu Akdeniz’de giderek yoğunlaşan sorunlar ve bölge ülkeleri arasında gruplaşmalar ortaya çıktı. Türkiye’nin Rusya’dan S-400 füzeleri almasına Amerika büyük tepki gösterdi. Oysa Türkiye başlangıçta Amerika’dan Patriot füzeleri alımı için girişimde bulunmuş, bu konudaki müzakerelerin olumlu sonuçlanmaması üzerine S-400’lerin alımına yönelmişti. Aslında en iyi çözüm Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu füze sistemlerini kendisinin üretmesi, başka ülkelere bağımlı hale gelmemesi olurdu. İsrail gibi ülkeler bu yola yıllarca önce gitmişler ve kendi sistemlerini üreterek uygulamaya başlamışlardı.
ABD, S-400’lerin NATO sistemlerine uyumlu olarak çalışamayacağı söyledi. Oysa S-400’lerin bir önceki modeli olan S-300’ler Yunanistan, Bulgaristan ve Slovakya gibi NATO ülkelerinin envanterinde yer alıyor. O ülkelerin bu füzeleri bulundurması NATO’nun veya Amerika’nın tepkisine yol açmamış, hatta bunlar bazı tatbikatlara da katılmışlardı.
ABD S-400’lerin alımına tepki olarak F-35 uçaklarının Türkiye’ye satışını ve Türkiye ile ortak üretim projelerini iptal etti. Türkiye ile bu uçakların bazı parçalarının ortak üretiminin de sona erdirileceği açıklandı. Türkiye’ye karşı CAATSA yasası çerçevesinde yaptırımlar uygulamaya başladı. Bütün bu gelişmelerin Ege ve Akdeniz’deki dengeleri değiştirmeyi hedefleyen Yunanistan ile İsrail’in bölgedeki etkinliğini arttırmayı amaçlayan yeni stratejik değerlendirmelerinin rolü olup olmadığı zamanla anlaşılacak.
Özetle, ABD, Kıbrıs’ta, Yunanistan’la ilişkilerinde ve Doğu Akdeniz sorunlarında açıkça Türkiye’ye karşı tavır aldı. Hatta Başkan Biden Türkiye’nin iç politikasına müdahale edeceği işaretini veren sözler söyledi. Amerika, Kıbrıs’taki iki tarafa karşı uyguladığı silah ambargosunu sadece Güney Kıbrıs Rum Yönetimi için kaldırdı ve Rumlarla askeri eğitim anlaşmaları yaptı. İsrail, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi arasındaki üçlü stratejik işbirliği toplantılarına ve tatbikatlarına ABD de katılmaya başladı. Yunanistan’ın Türkiye sınırındaki Dedeağaç’ta bir Amerikan üssü kuruldu. Yunanistan’ın başka kentlerindeki üslerden Amerika’nın yararlanmasına olanak veren antlaşmalar yapıldı. Girit’teki ABD üssünün genişletilmesi kararlaştırıldı. Bütün bunlar Amerika’nın bölgedeki stratejik önceliklerinin değişmekte olduğu izlenimi verdi.
Fransa da Yunanistan ile bir savunma işbirliği anlaşması imzaladı. 18 Rafale uçağı satışı için anlaşma yaptı ve başka savunma sanayii ürünlerinin ve denizaltıların satışı için de mutabakata vardı.
Mısır, Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, İtalya, Ürdün, İsrail gibi ülkeler Doğu Akdeniz’de bir Doğal Gaz Platformu kurarak aralarındaki işbirliğini yoğunlaştırdılar. Türkiye bütün bu girişimlerin dışında bırakıldı ve yalnızlığa sürüklendi. Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarımız kısıtlanmaya çalışıldı. Bazı bölgelerdeki doğal gaz araştırmalarımızın durdurulması için Türkiye’ye baskı yapıldı.
Bölgedeki gelişmelere stratejik açıdan bakıldığında Türkiye’nin, demokrasi, insan hakları, özgürlükler, kadın hakları gibi alanlardaki eksiklerini giderebildiği takdirde bölge ülkeleri için Atatürk döneminde olduğu gibi bir çekim merkezi ve örnek bir ülke haline gelebileceği, böylece bölge ülkelerinin demokratikleşmesine de katkıda bulunabileceği açıktır. Bunun bölge barışına da büyük katkı sağlaması beklenmektedir, şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da dünyada demokrasiler arasında bir savaş çıkmayacağına inanılmaktadır.
Cumhuriyetin ilanından bu yana dış politika alanında yaşanan tecrübelere bakıldığında, Türkiye’nin, Atatürk’ün dış politika çizgisine ve Cumhuriyet değerlerine uygun yaklaşımlar izlediği zamanlarda önemli başarılar elde ettiği, bu çizgiden uzaklaştığı dönemlerde de sıkıntılarla ve güçlüklerle karşılaştığı görülecektir. O nedenle şimdi yapılması gereken Atatürk’ün temel görüşlerine ve Cumhuriyetin fabrika ayarlarına dönmektir.
Bu belge Belgeler arşivinde bulunmaktadır.