Son Eklenenler:
- HUKUK AÇISINDAN LOZAN
- CUMHURİYET KİTAP DERGİ, SÖYLEŞİ
- TÜRKİYE’NİN ULUSAL GÜCÜ, BOĞAZİÇİ AYDINLAR DERNEĞİ-HAZİRAN 2021
- 23 NİSAN, ÇYDD DERGİSİ-23 NİSAN 2021
- AFGANİSTAN’IN DRAMI, AĞUSTOS 2021
- YUNANİSTAN TARİHTEN DERS ALMIYOR
- ATATÜRK’ÜN DIŞ POLİTİKA İLKELERİ VE TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI
- ULUSAL ÇIKARLARIN KORUNMASINDA GÖRÜŞ BİRLİĞİNİN ÖNEMİ
- ONUR ÖYMEN’İN CUMHURİYET GAZETESİ, TUNCAY MOLLAVEİSOĞLU’NA VERDİĞİ MÜLAKAT – 17 HAZİRAN 2019
- ONUR ÖYMEN’İN YENİÇAĞ GAZETESİNE VERDİĞİ MÜLAKAT “TÜRKİYE, ÖNCELİKLE ÇIKARLARINI KORUMALI” – 15 NİSAN 2019
ONUR ÖYMEN, İZMİR CUMHURİYETÇİ KADINLAR DERNEĞİ KONFERANSI, EGE SORUNLARI VE KIBRIS – 24 TEMMUZ 2018
Önce Cumhuriyetçi Kadınlar Derneği Genel Başkanı, değerli siyasetçi ve değerli dostum Canan Arıtman’a ve arkadaşlarına nazik davetleri için teşekkürlerimi sunuyorum. Bugün Lozan diplomatik zaferinin 94. yıldönümünü coşkunlukla kutluyoruz. Bu toplantımızın konusu olan Ege ve Kıbrıs sorunlarını Lozan Antlaşmasından bağımsız olarak düşünmek mümkün değil.
Lozan’ı biz her yıl gururla kutluyoruz. Dünyada hangi ülke Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan antlaşmaları kutluyor? Hiçbiri. Çünkü bu antlaşmalardan hiçbiri Lozan kadar şerefli değil. Bunlar savaşın mağduru olan devletlere diz çöktüren, onları teslim alan, onları boyunduruk altına alan antlaşmalar.
Bir tek Lozan Antlaşması I. Dünya Savaşında yenilen bir devletin, savaşın galipleri ile eşit koşullarda masaya oturup tam bağımsızlık, egemenlik ve eşitlik esasına dayalı olarak gerçekleştirmeyi başardığı bir antlaşmadır.
Ülkemizde Lozan antlaşmasını hala tartışma konusu yapanlar var. Önemli olan bugünden Lozan’a bakarak Lozan’da biz ne sağlamıştık, bugün neredeyiz sorusunu sorarak bir değerlendirme yapmaktır.
Lozan’ın değerini anlamak için Lozan’da 3-4 yıl önceki koşulları hatırlamakta yarar var. Peki yabancılar ne diyorlardı? Lozan sırasında ve sonrasında Türkiye’ye övgüler düzen yabancılar acaba Lozan’dan 3-4 yıl önce ne diyorlardı?
17 Haziran 1919. Osmanlı İmparatorluğu’nun Başbakanı Damat Ferit Paşa Paris’te, müttefik kuvvetlerin liderleri ile konuşuyor, ABD Başkanı Wilson, İngiliz Başbakanı Lloyd George, Fransa Başbakanı Clemenceau… Bakın ne diyorlar, o kadar ağır sözler söylüyorlar ki, yenilir yutulur gibi değil. Bunları gençlere okutmak lazım ki, Lozan’ın değerini anlasınlar. Clemenceau diyor ki: “Avrupa’da, Asya’da ya da Afrika’da hiçbir yer yoktur ki, orada Türklerin hakimiyeti, refahı azaltmamış ve kültür düzeyini düşürmemiş olsun. Türklerin çekildiği hiçbir ülke yoktur ki, refahı gelişmemiş, kültürü yükselmemiş olsun. Yani ister Hıristiyan Avrupasında ister Müslümanların bulunduğu yerlerde Türkler daima kötülük getirmişlerdir.”
Llyod George diyor ki: “Türkler bir insanlık kanseri türüdür, yönettikleri toprakların içine işlemiş bir yaradır.” Bunları hatırlayınız. Birkaç dakika sonra size aynı Llyod George’un söylediği başka sözleri anlatacağım. Farkı göreceksiniz ve nereden nereye geldiğimizi anlayacaksınız. O kadar baskı altındaydı ki Türkiye, 1920 Ocak ayında Osmanlı İmparatorluğu’na bir Nota veriyor müttefik ülkeler, diyorlar ki; Milli Savunma Bakanınızı ve Genel Kurmay Başkanınızı 48 saat içinde görevden alacaksınız. İçişlerine müdahalenin bundan daha açık bir örneği olabilir mi? Atatürk’ün itirazlarına rağmen Osmanlı Hükümeti bunları görevden alıyor. Bu gelişmeleri gördükten sonra bir de Sevr’i hatırlayalım.
Ülkemizi bölüp parçalamayı amaçlayan Sevr’in azınlıklarla ilgili bir hükmü var ki, onu hatırlayan azdır. Sevr’in 151. maddesi diyor ki, “azınlıklar konusunda müttefik ülkelerin bundan sonra alacakları tüm kararları Osmanlı İmparatorluğu kabul etmeyi önceden taahhüt eder”. Daha ne olduğunu bilmediğiniz bir kararı peşinen kabul ediyorsunuz. Bundan daha açık bir teslimiyetçilik olamaz. İçeriğini bilmediğiniz bir metni kabul etmek zorundasınız. Sevr’de bunu yazıyor. İşte biz bu Sevr’i yırtarak Lozan’ı yaptık ve bunu yapabilmek için de çok kanlı bir milli mücadele vermek zorunda kaldık.
Bunları yaptıktan sonra Lozan’a ulaştığımızda Türkiye orada Atatürk’ün talimatı ile eşit, egemen ve bağımsız bir devlet olma kararı ile masaya oturdu. Bu talimat 14 maddedir. Burada diyor ki; Ermeni yurdu veya kapitülasyonları önerdikleri zaman derhal masadan kalkacaksınız.
O gün bunu diyorduk, bugün ne diyoruz? Kıbrıs’ta masadan kalkan taraf biz olmayalım. Yani sizin hiç kabul etmeyeceğiniz koşullar gelecek ve siz masada oturacaksınız. Bu olacak şey değildir. Atatürk’ün çizgisinden giden bir dış politika izleyeceksiniz gerektiğinde masadan kalkan taraf olmayı göze alacaksınız. Bakın biz Kıbrıs harekâtından sonra II. Cenevre Konferansı’na gittik. Turan Güneş Dışişleri Bakanımızdı. Resmi toplantıdan önce izi topladı. Dedi ki; masadan nasıl kalkılır? Biz dedik ki uyuşmazlık olur, anlaşmazlık olur o zaman kalkılır. Hayır, onu sormuyorum, masadan nasıl kalkılır dedi. Sonunda dedik ki biz, siz neyi kastediyorsunuz? Şunu kastediyorum, ben masaya yumruk mu vuracağım, kağıtları mı çarpacağım, hiçbir şey söylemeden mi kalkıp gideceğim? Türkiye karşı taraf makul bir çözüme yanaşmayınca terk etti masayı. İşte yapılması gereken buydu, devlet adamlığı bunu gerektiriyordu. Şimdi öyle bir döneme geldik ki, adeta masadan kalkmak ayıp, utanılacak durum haline geldi.
Lozan’da 1923 yılının Ocak ayının sonunda Şubat ayının başında, bir gün Lord Curzon diyor ki: “Size verilecek en son metin budur. Bu metni akşam sekize kadar kabul ettiniz ettiniz, yoksa bu iş burada biter ben Londra’ya giderim.” Saat sekiz oluyor tüm gazeteciler merakla bekliyorlar. Türk tarafı herhalde kabul edecek diye bekliyorlar. İsmet Paşa çıkıyor odasından elinde melon şapkası, gayet güler yüzle iniyor merdivenlerden, gazetecileri selamlıyor, çekiyor gidiyor. Panik içinde soruyorlar, nereye gidiyorsunuz Paşam diye. Ankara’ya gidiyorum diyor. Gazeteciler soruyorlar paşam ne oldu diye. “Hiç, sadece esir olmayı kabul etmedim!” diyor. Konferansı bitirmeyi göze alıyor. Bu savaş demek. O sırada Fevzi Çakmak’a talimat veriyorlar seferberlik yapın diye. Yeni bir savaşa hazırlıklı olun diye. Sonra yabancılar geri adım atıyorlar. Eğer haklıysanız davanızda baskılara direnerek sonuç alabilirsiniz. Ama bunu yapacak cesaretiniz olacak. Diplomasi cesaret demektir. Atatürk ve İsmet Paşa’nın bir başka özellikleri de cesaretli olmalarıydı. Gerçekçiydiler, hayal kurmuyorlardı ama ülkelerinin haklarını ve menfaatlerini korumak için Türkiye’yi eşit bir devlet haline getirmek için her şeyi yapmaya hazırdılar. Biraz önce belirttim. Sevr’in 151. maddesini. Bizim ileride azınlıklarla ilgili alacağımız kararları peşinen kabul edip uygulayacaksınız, diyordu. Lozan’da ne olmuş bu? Lozan’da 37. ve 44. maddeler var, İstanbul’daki Rumlara tanınan azınlık hakları. Ama bir de 45. madde var: Aynı haklar Batı Trakya’da yaşayan Müslümanlara da tanınacaktır, diyor. Bu yok Sevr’de, Lozan’da var.
Ülkemizde Lozan antlaşmasını eleştirenleri okuyorsunuz, işitiyorsunuz. Peki Lozan için yabancılar ne diyordu? İngiliz tarihçi Arnold Toynbee bile bakın Lozan konusunda diyor ki; “Türk delegasyonu Misak-ı Milli ile belirlenmiş olan toprak konuları, kapitülasyonlar, borçlar ve diğer milli çıkarlar konularında bir adım bile geriye atmamıştır. Hemen her konudaki milliyetçi istekleri Lozan’da müttefikler tarafından kabul edilmiştir. Dünya tarihinde bir eşi olmayan bir olayla karşılaşılmış, yenilmiş, parçalanmış bir ulusun, bu harabe içinden ayağa kalkması ve dünyanın en iyi ulusları ile eşit koşullar içinde karşı karşıya gelmesi ve bu büyük savaşın galiplerini dize getirerek istediklerini kabul ettirmesi şaşılacak bir şeydir. Sonuçta Lozan’da Türkiye büyük bir zafer kazanmıştır, yeni bir devletin ötesinde bir millet oluşturmuştur.”
Llyod George’dan söz settim, Türkler hakkında çok ağır suçlamalarda bulunan Lloyd George bunları söyledikten 4 yıl sonra ne diyor? Kurtuluş Savaşı bitmiş, Türkiye başarı sağlamış, Llyod George, Avam Kamarası’nda kürsüye çıkıyor ve şunları söylüyor: “İnsanlık tarihinde dahiler pek ender görülür. Fakat kötü talih, Tanrı bir dahiyi Türkiye’de dünyaya getirdi. Biz O’nunla çarpışmak zorunda kaldık. Mustafa Kemal gibi bir dahiyi yenmemiz imkansızdı.” diyor ve kürsüden iniyor, istifa ediyor.
Aynı şey Fransa meclisinde de oluyor. Diyorlar ki “haydutlarla antlaşma yaptınız.” Fransız Başbakanı Aristide Briand diyor ki: “Dağ başında haydutlar diye adlandırdığınız kahraman Mustafa Kemal ve O’nun tüm askerleri burada olsalardı teker teker hepsinin heykellerini dikerdik. Böylesine bir kahramanla antlaşma imzalamaktan gurur duydum.”
Bugün biz haklı olarak Lozan devletimizin tapusudur diyoruz. Ama unutmayalım ki Türkiye Lozan’dan 11 yıl sonra Montrö’ye gitti. O, Boğazlar konusunda Lozan’dan da ileri bir Antlaşmadır. Sonra yine Atatürk’ün başlattığı hareket ile Hatay bağımsızlığa kavuşturuldu. Kıbrıs harekâtı da aynı temel anlayışla yapılmıştır. Kıbrıs harekatının hukuksal dayanağı Lozan’ın 16. maddesidir. Menderes ve Zorlu Londra ve Zürih antlaşmalarını yaparken, Lozan antlaşmasının 16. maddesine dayanmışlardır. O maddedeki herhangi bir antlaşma ile Yunanistan’a verilmemiş adaların kaderi ilgili ülkeler tarafından kararlaştırılır, hükmünden yararlanılmıştır.
Kardak aynı şekilde Lozan’ın 16. maddesinden yararlanılarak Yunanistan’ın emrivakisinden kurtarılmıştır.
Konferansın bitiminden bir ay sonra İsviçre’de İnterlaken’de toplanan Amerikan Konsolosluk memurlarına yaptığı konuşmada Amerika’nın Lozan’daki gözlemcisi John Grew, şunları söylüyor:
“İsmet Paşa Lozan’da büyük bir diplomatik zafer kazanmıştır. Bütün Müttefik diplomatların sırtını yere getirmiştir. Bu olayı inkar etmenin yararı yoktur. Belki bu, tarihte kazanılmış en büyük zaferdir ve daha başlangıçta İsmet Paşa’nın bütün kozları elinde bulundurmasıyla sağlanmıştır.
Erdal İnönü’nün saptamalarını izleyelim: “Lozan Antlaşması birinci dünya savaşından sonra imza edilen tüm barış antlaşmaları içinde, günümüze kadar bozulmadan gelebilen tek belgedir.” İkinci dünya savaşının, soğuk savaş döneminin müdahalelerinden, çalkantılarından hiç etkilenmeden varlığını korumuştur.
“Bugünlerde basında sık sık dile getirilen bir anı, Lozan konferansı sırasında Lord Curzon’un ekonomik, mali konulardaki yersiz isteklerini kabul etmeyen babama yaptığı sitemle karışık uyarıdır. “Şimdi hiçbir isteğimizi kabul etmiyorsunuz, ama bu konuları unutmuyorum, hepsini cebime koyuyorum. İleride, harap ülkenizi imar etmek, perişan ekonominizi düzeltmek için para aradığınız zaman bize geleceksiniz ve ben o zaman, sakladığım bütün bu istekleri cebimden çıkarıp önünüze sereceğim” demişti. İsmet Paşa da bu tehdide karşılık, “Bugün bizim görüşümüzü kabul edin. İleride, size avuç açarsam o zaman istediğinizi yaparsınız” yanıtını vermişti.
Lozan Konferansı sırasında heyetimiz, karşımızdaki tüm ülke temsilcileriyle çetin müzakereler yapmış, haklı isteklerimizi kabul ettirmek için sonuna kadar uğraşmış, ama barışa erişmek için gereken esnekliği göstermekten de çekinmemiş ve bir uzlaşmaya zamanında varmıştır.”
Türkiye’nin Lozan’da toprak konusunda kaybı değil büyük kazancı vardır. Ölçü olarak Sevr Anlaşması ile bırakılan toprakları almak ve onlara ne kadar toprak ilave ettiğimize bakmak lazımdır. Bize kalan toprak 480 bin km2 idi. Millî Mücadelenin sonucunda imzalanan Lozan Barış Antlaşması ile Türkiye buna 256 bin km2 daha toprak ekleyerek 736 bin km2’ye ulaştı. 1939 yılında Hatay’ın anavatana katılmasıyla bu yüzölçümüne 47 bin km2 daha eklendi ve Türkiye yüzölçümü 783 bin km2 oldu.
Lozan şimdi bazıları ne derse desin bizim için gerçekten büyük bir zaferdi, ama Birinci Dünya Savaşının galipleri açısından tam bir yenilgiydi. Bakınız Churchill ne diyor: “Türklerin yeniden Avrupa’ya girmeleri Müttefikler için en kötü aşağılanmadır… Müttefiklerin zaferi hiçbir yerde Türkiye’deki kadar tam olmamıştı. Şimdi galibin gücü hiçbir yerde Türkiye’deki kadar gösterişli bir şekilde aşağılanmamıştır. Ve sonunda başarılı bir savaşın bütün meyveleri, uğrunda binlerce askerin hayatını verdiği Gelibolu, Filistin, Mezopotamya…başarıları, bunların hepsi bir utanç içinde sona ermiştir.”
Lozan’la ilgili bu kısa değerlendirmelerden sonara Ege ve Kıbrıs sorunlarına gelelim:
Yunanistan bağımsızlığını kazandığı 1830 yılından itibaren Ege adalarını daima fiili durum yaratarak peyderpey ele geçirdi. Osmanlı İmparatorluğu döneminde kazandığımız savaşlardan sonra bile verdiğimiz adalar oldu. Örneğin 1897 Türk-Yunan savaşını biz kazandık ama sonucunda Girit’i verdik. Pek çok Ege adası gibi, Girit ve 12 ada Osmanlılar zamanında verildi. Lozan Antlaşmasında adalarla ilgili düzenlemeler 14, 15 ve 16. maddelerde yer alıyor. 16. maddeye göre, aidiyeti belirlenmemiş Adaların geleceği ilgili ülkeler arasında müzakere edilir. Kıbrıs’ta İngiliz yönetimi sona erdikten sonra haklarımızı savunurken bu 16. maddeye atıfta bulunduk. Kardak konusunda da aynı şeklide 16. maddeye dayandık. Kardak konusunda da büyük bir diplomatik mücadele verdik ve fiili durum yaratarak Kardak’ı işgal eden ve bayrağını diken Yunanlıların oradan çıkartılmasını sağladık. Yunanlıların son yıllarda fiilen işgal ettiği 18 adacığın statüsü de farklı değildir.
Bu adacıklar hiç bir antlaşmayla Yunanistan’a verilmediğine göre Lozan’ın da 16. maddesi ortadayken yaratılan bu fiili durumu nasıl sineye çekeriz? Benim ve arkadaşımızın daha 2004 yılında bu konuda vermiş olduğumuz soru önergelerine, hala cevap verilmedi.
Adacık deyip geçmeyelim. Her adacığın bir karasuyu var. İlerleyen zamanlarda bunların kıta sahanlığı meselesi de ortaya çıkacak. Bu milletçe duyarlılık göstermemiz gereken bir durumdur.
Kıbrıs konusu başından itibaren milli bir dava olarak kabul edilmiş ve izlenecek politikalar Mecliste ve kamuoyunda büyük destek bulmuştu. KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın 6 Mart 2003 tarihinde TBMM’de yaptığı konuşmadan sonra TBMM oy birliği ile Denktaş’a destek olmuştu.
Bu arada, AB tarafı Türkiye’nin AB’ye üyelik müzakerelerine başlayabilmesi için Kıbrıs sorunuyla üyelik arasında bir bağ kurulmaya çalışıyordu. 2004 yılının Aralık ayında Brüksel’de yapılan görüşmelerde Türkiye’den bu konuda yazılı bir taahhüt istendi. Ana muhalefet partisi CHP’nin Genel Başkanı Deniz Baykal buna karşı çıktı ve müzakerelerin durdurularak Başbakan Erdoğan’ın Türkiye’ye dönmesini istedi. Ancak, bu yola gidilmedi ve Türk heyeti Kıbrıs sorunuyla Türkiye’nin AB üyeliği arasında bağ kurulmasına olanak verecek bir metni Devlet Bakanı Beşir Atalay imzasıyla AB’ye sundu.
O tarihten sonra müzakere sürecinin her aşamasında Kıbrıs sorunu Türkiye’nin karşısına bir ön koşul, bir engel olarak çıkartıldı.
Bu arada Kıbrıs Türkleri için çok olumsuz sonuçlar verebilecek olan Kofi Annan Planı 2004 yılındaki referandumda AKP Hükümetinin telkiniyle Kıbrıs Türkleri tarafından onaylandı, ancak Rumların reddetmesi nedeniyle yürürlüğe girmedi.
AB içinde de Rumların bu olumsuz tutumundan başından beri rahatsız olanlar vardı. Ancak Yunanistan Başbakanı Simitis ülkesinin AB üyeliğinden yararlanarak Kıbrıslı Rumların üyeliği için adeta bir şantaj politikası izledi. Simitis şöyle diyordu: “Kıbrıs’ın üyeliği kesinleşmediği takdirde bütün Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin üyeliğini veto ederiz.” Kıbrıs sorunu çözülmeden, Kıbrıs’ın üyeliğini kabul etmeyeceklerini söyleyen devletler tutum değiştirerek bu şantaja boyun eğdiler. Kıbrıs Rum kesimi böylece 1 Mayıs 2004 tarihinde AB’ye üye oldu ve böylece Türkiye’nin AB’ye üyeliğini engelleyebilecek bir konuma geldi.
Annan Planının 9 numaralı ekinde eğer referandumlar ve garantör ülkelerin onayı 29 Nisan 2004 tarihine kadar tamamlanmazsa bu plan hukuken geçerliğini yitirecektir deniliyordu.
Kofi Annan 28 Mayıs 2004 tarihinde Güvenlik Konseyi’ne sunduğu raporda, Türklerin evet oyu vermesinden sonra ambargoların mantığının anlamsız hale geldiğini bildiriyordu. Buna rağmen ambargolar kaldırılmadı. Çünkü büyük devletler, Rumlar ne kadar haksız olursa olsun Kıbrıs sorununa çözümün Türk tarafına yapılacak baskılarla sağlanacağı görüşünden vazgeçmemişlerdi.
Türkiye 29 Temmuz 2005 tarihinde, AB’nin talepleri doğrultusunda AB ile bir ek protokol imzaladı. Bu protokol ile daha önce AB’ye üye olan ülkelerle imzalanan protokoller yeni üyeler içinde geçerli kılınmaktaydı. Protokolde yeni üyelerden birinin “Kıbrıs Cumhuriyeti” olduğu yer alıyordu. Yani Türkiye AB’ye üye olarak kabul edilen Güney Kıbrıs Rum Yönetimini Kıbrıs Devleti’nin resmi temsilcisi olarak kabul etmiş gibi oluyordu. Hükümet aynı gün bir deklarasyon yayınlayarak bu protokolün imzalanmasının protokolde atıfta bulunan “Kıbrıs Cumhuriyetinin” tanınması anlamına gelmediğini belirtti. AB Türkiye’nin deklarasyonunu bir saat içinde reddetti. Özetle AB Türkiye’nin üyelik müzakerelerinin başlamasına karşılık Kıbrıs Rum Yönetimi Kıbrıs Devleti olarak tanıması koşulunu getiriyordu.
Türkiye deklarasyondan vazgeçtiğini açıklamadı. Bunun üzerine AB Konseyi 11 Aralık 2006 tarihinde Türkiye ile müzakere başlıklarının sekizine ambargo koydu.
AB’ye üyelik konusunda Türkiye’den tek taraflı taviz vermesi isteniyordu. Engellemeler bundan ibaret değildi. Fransa 25 Haziran 2007 tarihinde beş başlığa ambargo koydu. Sonra bunlardan birini geri aldı.
Kıbrıslı Rumlar da 2009 yılının Aralık ayındaki Brüksel zirvesi sırasında bir deklarasyon yayınlayarak 6 yeni başlığın açılmasını engellediler.
Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkanlar bunu artık açıkça söylemekten çekinmiyorlar, Türkiye’nin tepkisini umursamıyorlardı. Hatta Avusturya eski Başbakanı Schüssel, “Türkiye ile yapılan müzakerelerin sonucu hiçbir zaman tam üyelik olmayacaktır, müzakereler Türkiye’nin üyeliği ile sonuçlanacak olursa Avusturya derhal referanduma gidecektir” diyordu. Fransa da AB’ye yeni üyelerin katılması kararının referanduma sunulmasını öngören bir anayasa değişikliği yaptı. Bunun amacının Türkiye’nin üyeliğini engellemek olduğu açıktı.
Bu arada Kıbrıslı Rumlar Kıbrıs’ın kıta sahanlığında ve ekonomik bölgesinde tek başlarına doğalgaz aranması ve işletilmesi amacıyla girişimler başlatmışlardı. Bu amaçla 2003 yılının Şubat ayında Mısır’la Münhasır Ekonomik Bölge Anlaşması imzalamış, Türkiye BM’ye gönderdiği notalarla bu anlaşmayı tanımadığını bildirmişti. Buna rağmen, Rumlar 2007 yılının Ocak ayında bu bölgelerde 13 arama ruhsat sahası ilan etmiş, Türkiye de bölgeye savaş gemileri göndererek Rumların bu tek taraflı girişimlerine kayıtsız kalmayacağını göstermişti. Aynı yılın Ağustos ayında Kıbrıs’ın batısında Türkiye Petrolleri Arama Ortaklığı’na da bir arama ruhsatı verilmiş KKTC de bu konuda Rumların girişimini tanımadığını çeşitli vesilelerle vurgulamıştı. Kıbrıs, Mısır’la yaptığına benzer bir anlaşmayı Lübnan’la da imzalamış, Türkiye buna tepki göstermiş ve anlaşma Lübnan parlamentosunda onaylanmamıştı.
Kıbrıslı Rumların tek başlarına böyle bir girişimde bulunmaları Kıbrıs Türklerinin siyasi iradesini yok saymak anlamına geliyordu. Bu Kıbrıs devletini kuran 1960 tarihli Londra ve Zürih Antlaşmalarının özüne aykırıydı.
İsrail’in ekonomik bölgesinin Doğu Akdeniz’in Kıbrıs Adasına yakın bölümünde de zengin doğalgaz yataklarına rastlanmıştı. İsrail de bu yatakların araştırılıp değerlendirilmesi işinin aynen GKRY gibi Amerikan Nobel Energy şirketine verdi. Amerikan şirketinin sondajlara başlaması üzerine KKTC Bakanlar Kurulu da aynı bölgede TPAO’ya arama ruhsatı verdi. Türkiye ile KKTC arasında kıta sahanlığı sınırlama anlaşması imzalandı.
Yunanistan’ın üyeliğinden sonra Kıbrıs konusunda da AB’nin Yunanistan’ın görüşlerini desteklediği her vesileyle görülüyordu. Doğu Akdeniz’de doğal gaz aranması ve diğer konularda AB daima Kıbrıslı Rumların yanında yer alacaktı.
Kıbrıs Rum Yönetimi Temsilciler Meclisi 18 Şubat 2011 tarihinde aldığı bir kararla 1960 tarihli Londra ve Zürih anlaşmalarında yer alan garantörlük haklarını ve garantörlerin adaya müdahale hakkını reddeden bir yasayı onayladı. Buna karşılık Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Meclisi de 24 Şubat 2010 tarihinde Türkiye’nin etkin ve fiili garantisinin bulunacak çözümün hayati ve en temel unsuru olduğunu ilan eden bir yasayı kabul etti.
Türk hükümetinin tepkileri de sertleşmeye başlamıştı. Başbakan Erdoğan “Bıçak kemiğe dayanmıştır. Rum tarafı ya müzakerelerde sonuç alınması için gayret gösterecek ya da artık biz kendi yolumuzdan gideceğiz. Kıbrıs’ta ne bir karış toprak veririz ne de asker çekeriz KKTC hak ettiği yere gelecektir.” dedi. Erdoğan’ın bu sözleri Kıbrıs Türkleri arasında ümit uyandırdı. Erdoğan ayrıca şöyle diyordu: “AB’nin 22 üyesine şunu net ve açık söyledik. KKTC’ye karşı uygulanan izolasyonlar kalkmadığı sürece ne liman ne de havaalanı konusunda bizden bir şey bekleyin. Annan Planına evet diyen Türkler cezalandırılacak, hayır diyen Rumlar ödüllendirilecek. Biz bu adalet anlayışına karşıyız. Çok açık söylüyorum bizden kimse adım beklemesin. Efendim kriz çıkar müzakereler dururmuş. Durursa dursun” dedi. Türkiye acaba bu kararlı tutumunu sürdürebilecek miydi? Sürdürdüğü söylenemez. 11 Şubat 2014 tarihinde bir ortak deklarasyon yayınlandı ve görüşmelere üst düzeyde yeniden başlandı. Bu ortak deklarasyonda Devletin tek bir egemenliğinin olacağı vurgulanıyordu. Yıllarca Türk tarafının ısrarla savunduğu egemen eşitlik sözü metinde geçmiyordu.
Ekim 2014 tarihinde Türkiye Rum tarafının ekonomik bölgede tek başına yürüttüğü doğalgaz arama çalışmalarını dengelemek için Barbaros Hayrettin Paşa gemisini bölgeye yolladı. Anastasiadis bunu bahane ederek görüşme masasını terk etti. Buna karşılık şimdi Türk tarafından beklenen aynı şekilde masayı terk etmek olmamalı mıydı? Üstelik Başbakan Erdoğan’ın sert demeçlerinden sonra Türk tarafına bu yakışmaz mıydı? Ama öyle olmadı. Türk tarafı tek başına masada oturmaya devam etti ve Rumların yeniden müzakerelere dönmesi için defalarca çağrıda bulundu.
Son yıllarda, Türkler defalarca masaya otururken herhangi bir ön şart ileri sürmemişlerdi. Oysa sürmeleri beklenirdi. Kıbrıslı Rumlar Türkiye’nin AB müzakere sürecini engellemek için enerji gibi çok önemli bir başlıkla dahil olmak üzere 6 başlığa tek taraflı olarak ambargo koymuşlardı. Türk tarafı masaya otururken bunların kaldırılmasını ön şart olarak ileri sürebilirdi ama sürmedi. Kıbrıs Türklerine uygulanan haksız ve insafsız ambargonun kaldırılmasını da ön şart olarak ileri sürmedi. Türkiye bütün bunları sineye çekince Kıbrıs konusunda verilen sert demeçler dünya tarafından daha çok iç politika amacıyla söylenen sözler olarak yorumlandı.
Kıbrıs’la ilgili son gelişmelerse özetle şöyle:
Kıbrıs Türk basınına sızan bilgilere göre KKTC’nin elindeki bazı topraklar Rum tarafına bırakılacak, bu topraklara yüz bine yakın Rum yerleştirilecektir. Orada yaşayan Türklerin göç etmeleri gerekecektir. Ayrıca 80 bin civarında Rum’a da Türk tarafına yerleşme hakkı tanınacaktır.
1974 Barış Harekâtı sırasında 10 yaşının üzerinde olan Rumlara, “duygusal bağ” diye adlandırılan bir gerekçeyle aileleriyle birlikte Kuzeydeki eski evlerine yerleşme hakkı tanınacaktır. Yani on binlerce Rum da bu olanaktan yararlanarak Kuzeye yerleşecektir.
Ayrıca AB’de geçerli olan seyahat, yerleşme ve iş kurma hakkı Kıbrıs’ta da geçerli olacak ve Rumlar bu haktan yararlanarak da Kuzeye yerleşebileceklerdir. Görüşmeler sırasında BM Temsilcisinin “Yakında Kuzeydeki Rumların Türklerin sayısını aşacağını” söylediği ifade edilmektedir. Böylece Denktaş’ın Makarios’la imzaladığı anlaşmadan beri temel ilke sayılan “iki kesimlilik” fiilen ortadan kaldırılacaktır.
Türklerin nüfusunun Rumların dörtte biri olması da ilke olarak kabul edilmiş ve 803.000 kişilik Rum nüfusuna karşılık 220.000 kişilik Türk nüfusuna razı olunmuştur. Bu sayı şu anda Adada bulunan Türkler ile yurt dışında yaşayan KKTC vatandaşlarının toplam sayısının yaklaşık üçte biri kadardır. Kaldı ki, nüfus artışının sınırlandırıldığı bir anlaşmanın yapılması akla ve sağduyuya aykırı olacaktır.
Mülkiyet konusunda ciddi sorunlar çıkacağı ve Adada çok önemli toprak varlığı olan Türk vakıflarının, İngiliz sömürge yönetimi zamanında hileli yollardan Rum Kilisesine bırakılan topraklarının geri alınamayacağı anlaşılmaktadır. Türk tarafının görüşmelerde razı olduğu bu ve benzeri tavizler karşılığında Rum tarafının hala 1960 Antlaşmalarıyla tesis edilen Türkiye’nin garantörlüğüne karşı çıktığı, dönüşümlü başkanlığı henüz kabul etmediği, aynı antlaşmalarla sağlanan Türklerin veto hakkını sulandırmaya çalıştığı görülmektedir.
Bütün bunlardan daha önemlisi Adada Türklerin güvenliğini kim sağlayacak? Kıbrıslı Türklerin güvenliğinin teminatı olan Türk askerlerinin büyük çoğunluğunun Adadan ayrılmasıyla ciddi bir güvenlik boşluğu doğacak. Şu anda, Türk tarafı ile Rum tarafı arasında 147 kilometrekarelik hattı koruyan Türk askerleri var. Annan Planında Türk askerlerinin çekilmesi ve sadece 650 asker bırakılması öngörülüyor. Onlar da zaman içinde çekilecekti. Kalacak 650 askerin görevleri arasında Kıbrıslı Türklerin güvenliğini korumak yoktu. Sadece kışlasında talim yaparak törenlere katılabilecekti. Yani, Türklere yeniden bir saldırı olsa, hiçbir şey yapamayacak. Bugün bütün Ortadoğu bir ateş yumağı haline dönüşmüşken barışın ve güvenliğin tam olarak sağlandığı tek bölge Kıbrıs’tır. Türk askerleri giderse Adada yaşayan Türkler bugünkü güvenlik koşullarından mahrum kalacaktır. Bu durum Türkiye açısından da ciddi güvenlik sorunları doğuracaktır.
Cumhuriyet tarihimizde dış baskılar ve ambargolar altında taviz verdiğimizin örneğini bulmak mümkün değildir. Son olarak 1975 yılında ABD Kongresinin, daha sonra 1993 yılında Almanya’nın uyguladığı silah ambargosu Türkiye’nin sert tepkisiyle karşılaşmış ve sonuç vermemiştir. Şimdi maalesef bir yandan KKTC’ye uygulanan ambargolar, bir yandan da Kıbrıs Rum Yönetiminin Türkiye’nin AB müzakere başlıklarından altısına koyduğu ambargoların altında yürütülen müzakerelerin sonunda Rum tarafının taleplerine boyun eğilecek midir? Eğilmeyeceğine inanmak istiyoruz.
Cumhuriyet tarihimiz boyunca Türkiye dış dünyadan gelen haksız talep ve baskılara karşı ne zaman direnmişse kazançlı çıkmış ne zaman uzlaşma veya tek taraflı jest adı altında karşılıksız taviz verdiyse kaybetmiştir. O nedenle karşılıklı ve dengeli tavizlerle adil ve kalıcı bir çözüme ulaşma yolunda adımlar atılmadıkça Türkiye’nin tek taraflı taviz vermesi için dış dünyadan yapılan tavsiyelere fazla itibar etmemesi gerekir. Atatürk’ün dediği gibi yabancıların telkin ve tavsiyelerine uyarak ilerlemek ve başarı kazanmak mümkün değildir. Şimdi baskılara karşı direnmenin zamanıdır.
Bu belge Belgeler arşivinde bulunmaktadır.