Onur Öymen’in Samsun ADD’de Yaptığı Dış Politika ve Güncel Konular Başlıklı Konuşma – 7 Mart 2015

Sayın Başkan, değerli arkadaşlar,

Önce nazik davetiniz için içtenlikle teşekkür ediyorum.

Önce isterseniz dünyadaki ve bölgedeki son gelişmelere kısaca değinelim. Ondan sonra bu gelişmelerin arkasındaki gerçek nedenleri ele almaya çalışalım.

Son aylarda Irak ve Suriye’de yaklaşık İngiltere kadar büyük bir toprağı işgal eden yaklaşık 7 milyon kişiyi zorla hükmü altında bulunduran IŞİD terör örgütünün eylemleri bölgedeki diğer bütün gelişmeleri ikinci planda bıraktı.

Büyük devletlerin basını ve televizyonları sürekli olarak IŞID’in eylemlerini ve IŞİD’a karşı yapılan mücadelelerin ön plana çıkarıyor.

IŞİD’ın diğer terör örgütlerine benzemeyen tarafları var. Yapısı terör örgütü ile konvansiyonel silahlı güç arasında bir özellik taşıyor. İşgal ettiği üslerden elde ettiği tankları, topları ve ağır silahları var. İşgal ettiği bölgelerden ele geçirdiği karşıt silahlı güçleri ve sivil muhalifleri acımasızca katlediyor. Ve bu dehşet sahnelerini videolarla sosyal medyalar aracılığıyla bütün dünyaya ulaştırıyor. Böylelikle korku salarak başka ülkelerin kara askerleri veya istihbarat elemanları göndermesini engellemeye çalışıyor.

İslam devleti dedikleri örgütlenmelerinin başında halife adını taktıkları Bağdadi var. Onun altında biri Irak’tan biri Suriye’den sorumlu başbakan gibi görev yapan iki kişi var. Bunlardan biri Saddam’ın ordusunda generallik bir albaylık yapmış. Üst düzeydeki yedi komutandan biri Türk. Öyle anlaşılıyor ki, Saddam Hüseyin zamanındaki Baath güçleri IŞİD’a destek veriyor.

İşin dikkat çekici tarafı 2006 yılında el Kaide’den ayrılarak tek başına hareket eden bu örgütün uzun süre göz ardı edilmiş olması.

2014 yılında Irak’ın ikinci büyük şehri Musul’u işgal edip orada bulunan Türk konsolosluğunu işgal edip başkonsolosu ve konsolosluk çalışanlarını rehin alması dikkatleri bu örgüt üzerine çevirdi.

Gene de uluslararası toplum herhangi bir müdahalede bulunmadı. Güneye yönelip o zaman yönetimin başında olan Maliki’nin denetimindeki yerleşim merkezleri ele geçirdiğinde de dünya tepkisiz kaldı.

Ne zaman ki IŞİD kuzeydeki petrol sahalarına, Kürtlerin ve Yezidilerin bulunduğu bölgelere ve Suriye’nin kuzeyindeki Kobani’ye karşı saldırı başlattı, o zaman Amerika’nın öncülüğündeki uluslararası koalisyon kapsamlı hava operasyonlarına girişti ve bir, iki noktada IŞID’ın geri çekilmesini sağladı. Ancak IŞİD bu defa da başka hedeflere yöneldi. Başka yerleşim merkezlerini ve askeri üsleri ele geçirdi. Amerikalılar IŞİD’a karşı yıllarca sürecek bir müzakereden bahsediyorlar. Ancak koalisyon ortaklarından hiçbiri bölgeye kara birliği göndermeye yanaşmıyor. Bir süre Türkiye’ye, Kobani’ye askeri müdahalede bulunması ve İncirlik üssünü koalisyon uçaklarına açması için baskı yapıldı, ancak bu baskılar sonuç vermedi. Başlangıçta Türkiye, bir operasyona katıldığı takdirde Musul’daki diplomatları hayatının tehlikeye gireceğini söyleyerek izlediği politikaya gerekçe bulmaya çalıştı. Daha sonra da Süleyman Şah türbesini koruyan yaklaşık 40 askerinin güvenliğini koruma ihtiyacını dile getirdi. Ancak öyle anlaşılıyor ki, sonunda Amerika’yla, gerek IŞİD’la gerek Suriye hükümetiyle savaşarak ÖSO’nu eğit-donat programı çerçevesinde askeri eğitim ve malzeme vermeyi kabul etmiş ve IŞİD’la çarpışan Irak kuvvetlerine iki uçak dolusu askeri malzeme göndermiştir.

Türkiye ayrıca bir askeri operasyonla Süleyman Şah türbesindeki askerlerini geri çekmiş oradaki kabirleri Türkiye’ye taşımı ve türbeyi imha ederek Türk toprağı olan o araziyi teröristlere terk etmiştir.

Suriye’nin kuzeyinde fiilen bir özerk bölge oluşturan ve bölgeyi IŞİD’a karşı savunan PYD’ye Amerika’nın havadan askeri malzeme desteği sağlamasına sınırlı bir tepki göstermiş, ancak bu konuyu fazla gündemde tutmamıştır.

Buraya kadar anlattıklarımızın akla getirdiği bazı soru ve düşünceler şunlardır:
- Koalisyonun hedefi sadece IŞİD mıdır yoksa bölgedeki bütün terör örgütleri midir?
- El Kaide, el Nusra, Selefiler, Cihatçılar ve PKK artık tehlikeli terör örgütleri olarak görülmemekte midir?
- Hatta PKK’nın peşmergelerle birlikte IŞİD’a karşı savaşması bu örgütü meşru bir muhatap haline mi getirmiştir?

Yapılması gereken şey Türkiye’nin IŞİD’a karşı müdahaleye davet edildiğinde bölgedeki bütün terör örgütlerine karşı bir mücadeleyi önermesi ve bu çerçevede PKK’nın da bölgeden tasfiyesi talep etmek olmalıydı.

Peşmergelerin Kobani’yi savunmak için Türkiye’den geçişine izin verirken Türk birliklerinin de Kuzey Irak’tan Kandil’e kadar olan bölgede PKK’nın tasfiyesi için harekat yapılmasına izin verilmesini talep etmeliydi.

Uluslararası ilişkilerde tek taraflı jest, alicenaplık gibi kavramlar yoktur. Sizden bir şey istendiği zaman sizde çıkarlarınızın gereği olan şeyleri isteyeceksiniz. Daha da önemlisi uluslararası anlaşmalara göre Türkiye’nin egemenlik alanı olarak kabul edilen hiçbir toprağı terk etmeyeceksiniz. Orayı terk ettik. Resen başka bir toprağı Türkiye’nin egemenlik alanı olarak ilan ettik demenin uluslararası hukukta yeri yoktur.

Türkiye Kardak’ta küçük bir adacığı korumak için gösterdiği kararlılığı, Süleyman Şah Türbesinin korunmasında gösterememiştir.

İspanya’nın Afrika’nın kuzeyindeki bir kayalığa Fas askerlerini çıkarılarak fiili durum yaratmak istemesine karşı gösterdiği sonuç alıcı kararlılığı da gösterememiştir.

İngiltere’nin topraklarına 8000 mil mesafede bulunana sadece 1700 kişinin yaşadığı ve sadece 80 asker tarafından korunan Falkland Adalarının korunması için 353 askerini kaybetmeyi, iki zırhlı, iki yardımcı savaş gemisinin batırılmasını, 10 uçak ve 24 helikopterin kaybedilmesini göze alan yaklaşımı da sergileyememiştir.

Üstelik türbenin bulunduğu Türk topraklarının kaybedilmesi kamuoyuna bir başarı gibi anlatılamaya çalışılmıştır.

Topraklarında terör örgütleriyle mücadele etmek, o toprakları elinde bulunduran devletlerin görevidir. Suriye topraklarındaki teröristlerin bertaraf edilmesi Suriye hükümetinin, Irak topraklarındaki teröristlerin bertaraf edilmesi ise Irak hükümetinin görevidir.

UNSC 1373 sayılı kararıyla ilgili devletlerin Anayasaları bunu teyit etmektedir. Ne var ki, Suriye pek çok açıdan kınanacak eylemler yapmış da olsa, o ülkenin hükümetinin silah zoruyla devrilmesi için çalışan bazı gruplara destek verilmesi Suriye’nin terörle mücadele gücünü de kısıtlamakta ve terörün Türkiye dahil bütün bölge ülkeleri için daha büyük bir tehdit oluşturmasının yolunu açmaktadır.

Irak’ta yıllardan beri PKK terör örgütünün varlığına göz yuman Bağdat Hükümetinin bu örgütü tasfiye temekteki sorumluluğu bugünkü uluslararası koalisyonu oluşturan ülkelerden hiçbiri tarafından hatırlatılamamış.

Hatta Türkiye 2008 yılının Şubatında bir kara operasyonu yapmaya çalıştığında engellenmek istenmiştir. Türkiye’nin bu operasyonu Bağdat Hükümeti tarafından egemenlik haklarına müdahale olarak nitelenmiş, Barzani ise Türkiye’nin Kuzey Irak’a müdahalesi halinde Diyarbakır’ı karıştıracağını söylemiştir.

Türkiye’nin bütün bunları sineye çekerek şimdi Bağdat Hükümetine karşılıksız olarak yardıma başlaması anlaşılır bir durum değildir.

Özetle, Türkiye terörle mücadelesinde yalnız bırakılmış, hatta yaklaşık 35.000 kişinin ölümünden sorumlu birisi ile müzakere masasına oturarak Anayasa değişikliği dahil terör örgütüne devletin temel yapısı ile ilgili tavizler vermeye zorlanmıştır.

Türkiye bütün bunları en açık biçimde uluslararası topluma ve ilgili uluslararası kuruluşlara anlatarak tezlerinin haklılığını savunacağına sessiz ve tepkisiz kalmayı tercih etmiştir. Basın ve siyasi partiler de maalesef bu konulara yeterince sahip çıkmamışlardır.

Güneyimizdeki durum budur.

Kıbrıs’a gelince gerek Yunanistan’ın gerekse Kıbrıslı Rumların yaşadıkları büyük ekonomik krizler onların katı ve uzlaşmaz tutumlarından vazgeçmelerine yol açmamıştır. Tam tersine Kıbrıs Rum lideri Anastasiadis Türkiye’nin Rum yönetimini tek taraflı kararıyla Ada’nın güneyindeki doğalgaz yataklarını işletmesini engellemek için Türkiye’nin Barbaros gemisini o sulara göndermesini bahane ederek müzakere masasından çekilmiştir.

Türk tarafının da aynı resti yaparak masayı terk etmesi gerekirken masadan kalkan taraf biz olmayalım deyip Rumların dönüşünü beklemeyi tercih etmesi uluslararası ilişkilerde örneğini hatırlamadığımız bir alttan alma örneğidir. Belli ki Türk tarafına ağır bir bedel ödetmeyi öngören Kofi Annan Planını bile reddeden Kıbrıs Rumları şimdi daha fazlasını istemekte ve bunun için her zam anki gibi uluslararası toplumun Türkiye’ye karşı tutumundan yararlanmaya çalışmaktadır.

Diğer önemli bir sorunumuz Avrupa Birliğiyle ilişkilerimizle ilgilidir. Türkiye 1963 yılında tam üyeliği hedefleyen Ortaklık Anlaşması imzaladığı AB ile ilişkilerini ilerletememektedir. Türkiye kadar uzun süre bekleme odasında kalan hiçbir aday ülke olmamıştır.

2005 yılında büyük bir iyimserlikle başlatılan üyelik müzakereleri tıkanmıştır. Bizimle aynı gün 3 Ekim 2005’te müzakerelere başlayan Hırvatistan bütün müzakere sürecini tamamlamış ve 2013 yılının Temmuz ayında tam üye olmuştur. Türkiye ise henüz 35 müzakere başlığının 14’ünü müzakereye açabilmiş, ama bunlardan sadece birini kapatabilmiştir. Almanya, Fransa, Avusturya gibi ülkelerin Türkiye’ye tam üyelik statüsü vermeye niyetli olmadıkları görülmektedir. Almanya özel statü önermekte, Fransa ise Türkiye bütün aşamaları geçse bile referanduma gitmeye karar vermiş bulunmaktadır ve bu amaçla bir anayasa değişikliği gerçekleştirmiştir.

Türkiye’nin nüfusunun büyüklüğü ve rekabet gücü AB ülkelerini endişelendirmektedir. Birçok konuda AB’de oylamalar üye ülkelerin nüfus ağırlıklarına göre yapılmaktadır. Türkiye üye olursa oy ağırlığı Almanya hariç diğer bütün üyelerden fazla olacaktır. Ayrıca, gene nüfusunun büyüklüğü nedeniyle AB’den yılda yaklaşık 27 milyar Euro’luk katkı sağlayacaktır. AB bütçesinde böyle bir para yoktur ve bunu Türkiye’ye vermek için diğer ülkelere yapılan yardımların azaltılması gerekecektir. Türkiye’nin üyeliği halinde AB Parlamentosundaki temsilci sayımız diğer bütün ülkelerden fazla olacak ve bu da başta bütçe olmak üzere AB Parlamentosu kararlarını etkileyecektir. Bu vb. nedenlerle Türkiye’nin üyeliği engellenmek istenmekte ve Türkiye’de buna karşı ağırlık koyamamaktadır. Çünkü Türkiye’nin dış politika ekseni Ortadoğu’ya kaymıştır.

Bu arada AB Amerika’yla Serbest Ticaret Anlaşması müzakerelerine başlamıştır. Benzeri müzakerelerin eşzamanlı olarak ABD ile Türkiye arasında da yapılması için hiçbir önlem alınmamıştır. Türkiye devre dışı bırakıldığı takdirde bunu Türkiye ekonomisine büyük bir bedel ödetmesi kaçınılmaz olacaktır.

Görüldüğü gibi gerek bölgesel konularda, gerek AB ile ilişkilerde, gerek terörle mücadelede Türkiye sıkıntılı bir dönemden geçmektedir. Ancak bu sıkıntılar karamsarlığa yol açmamalıdır. Türkiye çok daha zor durumlardan başarıyla geçmiş bir ülkedir. Ancak bu başarıları sağlarken Atatürk’ün ilkelerine ve temellerini attığı cumhuriyetin değerlerine, tam bağımsızlık ülkesine ve ulusal çıkarlarımızın önceliği ilkesine dayanarak bu başarıları elde ettik. Şimdi de aynı başarılı sonuçları almak için aynı azim ve kararlılıkla çalışmamız gerekiyor. 7 Haziran’da yapılacak seçimlerde Türkiye bu azme ve kararlılığa sahip bir hükümeti iş başına getirebildiği takdirde başarı şansımız yüksek olacaktır.


Bu belge Belgeler arşivinde bulunmaktadır.