Onur Öymen, Tarihçi Kitabevinde Yaptığı Konuşma – 22 Kasım 2014

Konumuz Türk Dış Politikası ve Ortadoğu. Uzunca bir zamandan beri Türk Dış politikası Ortadoğu ile birlikte anılıyor. Başka konuları ve öncelikleri yok mu Türk Dış Politikasının? Dünyada başka öncelikleri yok mu? Son derece ilginçtir. Bir süre önce, Hillary Clinton Dış İşleri Bakanı iken bir konuşmasında dedi ki “Biz Türkiye’nin AB üyeliği konusuna destek veriyorduk, bu bizim için öncelikli bir meseleydi, fakat artık Türkiye Ortadoğu ile ilgilenmelidir. Türkiye’nin AB üyeliği işini buzdolabına koyalım.” Yani Türkiye’yi bir Ortadoğu devleti gibi görmeye başladılar. Oysa bunun dışındaki alanlarda da bizi son derce yakından ilgilendiren gelişmeler oluyor.

Kamuoyu pek fazla farkında değil. Basında hangi konuların ön plana çıkarılacağı hangi haberlerin çerçeveleneceği önceden belirleniyor. Mesela şu sırada bizi son derece ilgilendiren Ortadoğu’nun dışında bir gelişme var. Amerika ile AB, Serbest Ticaret Anlaşması (STA) müzakere ediyorlar. Türkiye ile Gümrük Birliği yaparken Türkiye’ye başka hiçbir ülke ile serbest ticaret anlaşması yapamazsınız, aksi takdirde AB’nin menfaatini çok olumsuz etkiler, başka ülkelerden Türkiye’ye gelecek mallar AB’ye gümrüksüz girer. Bu nedenle siz hiçbir ülke ile STA yapamazsınız, demişlerdi. Şimdi bunun tam tersi oluyor. Birçok ülke ile, Güney Kore’yle, Cezayir’le, Güney Afrika’yla STA yaptılar ve bu ülkeler Türkiye’yle benzeri bir anlaşma yapmakta çok isteksiz davrandılar. Bir kısmı Türkiye ile anlaşma yapmayı yıllarca erteledi. Hatta bir kısmı hala yapmadı. Ama Amerika hepsinden önemli. Şu sırada Amerika, AB ile STA yapıyor ve Türkiye’nin adı bile geçmiyor. Bunun Türk ekonomisine yapacağı tahribatın haddi hesabı yok. Türkiye’nin milyarlarca dolarlık zararı olacak. Bu konu Türkiye’nin gündeminde bile değil.

Başka konularımız da geri planda kaldı. Mesela Kıbrıs unutuldu. Sadece Ortadoğu’ya odaklandık. Şimdi Ortadoğu’ya bakınca da ilginç bir tablo görüyoruz. Orta Doğuda 90 yıldır gerçek bir savaşa katılmamış bir tek Türkiye var. Terörle mücadeleyi, Kıbrıs’taki anlaşmalardan doğan müdahale hakkımızı kastetmiyoruz tabi ki. Bütün Avrupa ülkeleri arasında da bu kadar uzun süre savaşa katılmamış sadece üç ülke var. Bunu nasıl sağlamışız? Bunu sağlarken özellikle Ortadoğu’ya yönelik politikalarımızı bazı ilkelere dayalı olarak yürüttük. Politikamızın esası şudur: biz bütün ülkelerle tek tek iyi ilişki kurmaya özen göstermek, onların arasındaki çatışmalara taraf olmamak ve onların iç çatışmalarına hiç taraf olmamak. Son zamanlarda bu temellerden uzaklaşıyoruz. Bu çok kaygı verici bir durumdur. Bu politikanın sonucunda Türkiye bölgede o kadar çok güven uyandırmıştı ki, diplomasi tarihinde çok az görülen bir şey oldu: İran-Irak Savaşı’na Türkiye’yi sürüklemek istediler. Fakat Türkiye tarafsız kalmayı başardı. O kadar güven yarattı ki biz bu savaşta Irak’ın menfaatlerini Tahran’da İran’ın menfaatlerini Bağdat’ta koruyorduk. Yani her iki ülke de en çok güvendiği ülke olarak Türkiye’yi seçmişti.
Şimdi bazıları diyorlar ya evvelce Türkiye’nin Ortadoğu’da hiçbir ağırlığı yoktu ve bunu ilk biz başlattık. Aslında öyle değildi. Daha eskiye gidecek olursak şunu görüyoruz: Fransız yazar Pierre Benoit’nın yazdığına göre 1939 yılında İngiliz askerleri Filistin’de ayaklanan göstericilere karşı camilerin minarelerine makineli tüfekler yerleştiriyorlar. Onlar ateş açarken Filistinliler sokağa dökülüp “Yaşa Mustafa Kemal Paşa” diye bağırıyorlar. Türkiye’nin Ortadoğu ile hiç ilgilenmediğini iddia ettikleri dönemde Türkiye’nin böyle bir ünü var.
Daha da eskiye gidecek olursanız İran Şahı’nın Türkiye ziyareti var. Anadolu’yu dokuz gün geziyor ve çok etkileniyor. Bunun üzerine Atatürk’e aynı şeyi İran’da yapmak istediğini söyleyerek nereden başlaması gerektiğini soruyor. Atatürk’te milli iradeden başlaması gerektiğini söylüyor. “Biz her şeyi milli iradeye dayanarak yaptık, siz de milli iradeye dayalı bir rejim kurarsanız başarılı olursunuz” diyor. Şah aynı şeyi İran’da yapacağına dair Atatürk’e söz vererek ülkeden ayrılıyor. Fakat kısa bir süre sonra Atatürk’e mesaj yolluyor ve “Kusura bakmayın, yapamadım. Burada softaların o kadar büyük bir tepkisi oldu ki, bunu başaramadım. Ümit ederim ki oğlum ileride bunu yapar” diyor. Afganistan da aynı şekilde. Emanullah Han da Türkiye ziyareti sırasında çok etkilenmişti ve Atatürk’te oraya çok büyük bir destek sağlamıştı. Sovyet işgaline kadar Afganistan’la Türkiye arsında çok yakın bağlar vardı.

Bütün bu işlerin geçmişini düşünmezsek, Ortadoğu’daki gelişmeleri anlamamız çok zor olacaktır. Soğuk Savaş bitince, demokrasi bir anda Orta Avrupa, Doğu Avrupa, Latin Amerika, bazı Afrika ülkeleri ve Uzak Doğu’ya yayılmış. Hatta bugün Afrika Birliğine üye ülkelerden birinin iktidarı darbeyle işbaşına gelirse o ülkeyi Afrika Birliği’nden ihraç ediyorlar. Demokrasi bir tek Ortadoğu’ya gelememiş.
Ortadoğu’ya demokrasi gelse her şey çok daha farklı olmaz mıydı? Dünya tarihinde demokrasiler arasında hiç savaş olmamış. Yani gerçek anlamda demokrasiyi Ortadoğu’ya yaysanız, bu bölgede barışın sigortası olur.

Demokrasi neden Ortadoğu’ya gelmemiş? Samuel Huntington’a sorarsanız demokrasi Hristiyanlığın ürünüdür. Bu nedenle, halkı Müslüman olan ülkelerde demokrasi olmaz. Dolayısıyla, Ortadoğu’da da demokrasi yerleşemez. Türkiye’de nasıl yerleştiği sorusuna ise Türkiye’nin istisna olduğunu söylüyor. Güney Kore’de nasıl olmuş? Huntington’a göre, Güney Kore’de Hıristiyanların sayısı hızla artmış, bu nedenle de demokrasi yerleşmiş. Oysa tarihi gerçekler bunun tersini söylüyor. Dünya demokrasisi Atina’dan çıktığını biliriz. Çok ilginçtir ki demokrasi aslında ilk kez Mezopotamya’da ortaya çıkmıştır. Oradan Hindistan’a gidiyor, oradan da Yunanistan’a geliyor. Ama dünya Yunanistan’ı demokrasinin beşiği olarak tanıyor.

Daha yakın zamanlara gelecek olursanız, II. Meşrutiyet’ten önce İran’da demokrasi başlıyor. İran’da Muzaffer El-din Han diye bir Şah var ve onu ikna ediyorlar. Biz demokrasiye geçmeliyiz, anayasa yapmalıyız, meclis kurmalıyız, siyasi partiler kurmalıyız diyorlar ve Şah da bu talepleri kabul ediyor. Bütün bunları yapıyorlar ve İran’da bir demokrasi hareketi başlıyor. Parlamento gerçekten çalışıyor; siyasi partiler var; anayasa var. Tam o sırada 1907’de İran, İngiltere ve Rusya arasında nüfuz bölgelerine ayrılıyor ve bunlar İran’ın kendi kendini yönetmesine tahammül edemiyorlar. Sonunda Rus orduları, İran parlamentosunu içinde milletvekilleri varken bombardıman ediyor. Birçok milletvekili hayatını kaybediyor. İran’da demokrasiyi başlamadan bu şekilde bitiriyorlar.

Gene İran’da 1950 yılında Musaddık Başbakan seçilip İran petrollerini millîleştirdi diye, İngilizler Amerika’nın da desteği ile bir halk hareketi yaratıp onu deviriyorlar. Çünkü gerçek demokrasiye tahammül yok.

Suriye’de Cumhurbaşkanı Çiçekli olayı var. Yine darbe düzenleniyor ve seçimle başa gelmiş cumhurbaşkanı devriliyor. Yani ne zaman bir demokrasi hareketi olsa dış faktörler buna engel olmuş.

Sadece dış faktörler olsa bu gelişmeler belki başka türlü yorumlanabilir. İç faktörler de çok önemli. İçerden kim önlüyor demokrasiyi? İçerden demokrasiyi engelleyenlerin başında Müslüman Kardeşler geliyor. Müslüman Kardeşler 1928’de kuruluyor. Müslüman Kardeşler, bir taraftan bir sosyal yardımlaşma örgütü gibi görev yaparken, diğer taraftan asıl hedefi olan cihat yoluyla şeriat düzenini bütün bölgeye yaymaya çalışıyor. Bu nedenle başvurdukları yöntem şiddet yöntemi. Mesela 1948 yılının sonunda Mısır başbakanı Mahmut en Nukraşi Paşa’yı öldürüyorlar. 1954 yılında Nasır’a suikast girişiminde bulunuyorlar. Aynı yıl Müslüman Kardeşler Mısır’da yasaklanıyor ve yeraltına çekiliyorlar. Enver Sedat’ın öldürülmesinde de bunların rolü var. Filistin’deki eylemlerde de Müslüman Kardeşlerin rolü var. Bunu izleyen yıllarda şiddet yanlısı, cihat yanlısı politikalar izliyorlar. Suriye’nin Hama şehrinde 1981 yılında bir ayaklanma düzenliyorlar. Bu ayaklanma bir iç çatışmaya dönüşüyor. Hafız Esad tarafından kanlı bir şekilde bastırılıyor. Müslüman Kardeşlerin başlattığı bu ayaklanma sonucunda 30.000 insan ölüyor.
Sonunda Müslüman Kardeşler bu yolla iktidara gelemeyeceklerini anladılar ve parlamenter sistemi deneyerek arzu ettikleri rejimi bu yolla kurmaya çalıştılar. Peki parlamenter sistemden yasaklı oldukları halde nasıl yararlanacaklar? Kendi adamlarını bağımsız adaylar olarak teker teker meclise sokmaya karar verdiler. Mübarek’in son zamanında Mısır Parlamentosu’nda Müslüman Kardeşler’den 88 milletvekili vardı. Bunların partisi yok ama hepsi Müslüman Kardeşler’e bağlı. Bu yasak Hüsnü Mübarek’in devrilmesiyle başa gelen General Tantavi tarafından kaldırıldı ve partileşmelerine izin verildi. Öyle bir seçim düzenlendi ki demokratik demek mümkün değil. En kuvvetli aday eski BM Atom Enerjisi Kurumu Genel Sekreteri El Baraday’dı. Baraday bu kadar anti-demokratik seçim olmaz diyerek adaylıktan çekildi. İşte bu ortamda Müslüman Kardeşlerin başkanı Mursi’yi cumhurbaşkanı seçtiriyorlar. Şimdi işin ilginç tarafı şurası: General Tantavi’yi iki devlet kuvvetle destekliyor. Bunlardan biri Amerika. Amerika için Mısır o kadar önemli ki kim gelse destekleyecekler. Amerika’nın politikası bu. İkincisi ise Türkiye. O tarihte başbakan olan Sayın Recep Tayyip Erdoğan Mısır’a giderek Tantavi’yi karargahında ziyaret ediyor. Tantavi ile stratejik işbirliği anlaşması ve ekonomik yardım anlaşması imzalıyor. Daha sonra başa General Sisi geldiği zaman Türkiye müthiş bir tepki göstererek darbeyle gelen iktidarla hiçbir ilişki kurmayacağını açıklıyor. Bugün Mısır’la ilişkilerimiz en alt düzeyde.

Peki Tantavi ile Sisi’nin farkı ne? Biri Müslüman Kardeşler’i serbest bırakmış. Diğeri ise terör örgütü ilan ederek yasaklamış. Bu örnekler gösteriyor ki Türkiye’nin esas hedefi bölgede Müslüman Kardeşler ağırlıklı rejimleri desteklemek.

Bugün İran’dan başlayıp Akdeniz’e kadar uzanan bir Şii kuşağı var. Bu Şii kuşağında İran, Irak, Suriye ve Lübnan’daki Hizbullah Örgütü var. Irak’ta halkın çoğunluğu da hükümet de Şii ağırlıklı. Suriye’de halkın çoğunluğu Sünni fakat hükümet Nesturî. Lübnan’da da Hizbullah örgütü var. İran’dan Akdeniz’e kadar böyle bir Şii kuşağı oluşmuş durumda. Müslüman Kardeşlerin her yerde iktidar olmasını istiyorsanız bu kuşağı kırmanız gerekiyor. Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidarını, Tunus’ta Gannuşi’nin partisini, Suriye’de Müslüman Kardeşler ağırlıklı Özgür Suriye Ordusunu destekliyorsunuz. Gazze’de Hamas iktidarda. Hamas’ın 1988 tarihli tüzüğüne bakacak olursanız, açıkça Müslüman Kardeşler örgütünün uzantısı olduğunu açıklıyorlar. Yani hedef, Türkiye’den başlayıp Suriye ve Mısır üzerinden Atlantik’e kadar uzanan bir Müslüman Kardeşler kuşağı kurmak. Mezhep esasına dayalı politika yaparsanız, böyle sonuçları oluyor. Bu olamadı? Neden? Bir Mısır’da çöktü bu sistem ve Müslüman Kardeşler yasaklandı, tekrar terör örgütü sayıldı. Başka Arap ülkeleri de terör örgütü saydılar. Suriye’de bir türlü Esad devrilemedi, Müslüman Kardeşler bir türlü iktidar olamadı. Devrilse bile kimin iktidar olacağı belli değil. O kadar çok silahlı grup var ki. Suriye’nin geleceği ne olacak belli değil.

Gannuşi’nin Müslüman Kardeşler ağırlıklı partisi Tunus’ta seçimleri kaybetti. Laik demokrasiyi savunan bir parti iktidara geldi. Son zamanlarda Türkiye’deki iktidar partisinin söylemlerinde şahit olduğunuz bu sinirliliğin, Mısır’a ve Esad’a yönelik bu aşırı suçlamanın arkasında Müslüman Kardeşler boyutunu görmek lazım.

Özetle bölgede demokrasiyi engelleyen bir dış faktör, bir de iç faktör var. Zaten bu faktörleri görmeden sadece günlük olaylara bakarak hüküm vermeye çalışırsak doğru bir sonuca varamayız.
Bölgedeki kriz tehlikesi açısından bütün bunlardan daha önemlisi İsrail faktörüdür. Arap Baharı pek çok yerde filizlendi. Bu nedenle pek çok çatışma yaşandı. Fakat hiçbir yerde Suriye’deki kadar kanlı ve tahrip edici olmadı. Çünkü Arap Baharının çıktığı ülkeler içinde bir tek Suriye, İsrail’e komşuydu. Bunun önemi nedir?
En büyük tehlike bir İsrail-İran savaşıdır. İran’ın nükleer silah üretmesi ihtimali İsrail’i son derece rahatsız ediyor. İran’daki son cumhurbaşkanlığı seçiminden önce Başbakan Netanyahu tarih bile veriyordu. İran bu projesinden vaz geçmezse 2014 yılının Haziran ayına kadar İran’ı vuracağız şeklinde demeçleri vardı. Seçim oldu, yeni lider daha yumuşak bir dil kullanıyor. Bu nedenle ortam biraz yumuşar gibi oldu. Fakat, İsrail her fırsatta İran’ı hedef aldığını söylemeye devam ediyor. İran’da aynı şekilde cevap veriyor. Böyle bir çatışma olursa ne olur? İran’ın elinde 2000 km menzilli füzeler var. Şahab III füzeleri var, Celile diye yeni bir füzeleri var. Bu füzeler İsrail’i vurabilecek kapasitede. Bunları havada imha etmek için İsrail’in elinde Demir Kubbe adını verdikleri gelişmiş bir füze savar sistemi var. Fakat bu sistem yeterli değil. Bir tek nükleer başlıklı İran füzesi bile İsrail’i vursa muazzam bir tahribat olacak.
Bu nasıl önlenebilir? Bu füzeleri havadayken imha edebilmek için Amerika’dan yardım isteyecekler. Peki Amerika bu füzeleri havada nasıl yakalayacak? Amerika’nın Doğu Akdeniz’deki gemilerinin oluşturduğu AEGİS isimli bir füze savar sistemi var. Bu sistemde yer alan gemilere istihbarat verecek 3 radar bulunmakta. Bu radarlardan biri Kürecik’te, biri İsrail’de, biri de Katar’da. Bu radarlardan gelecek bilgilerle Doğu Akdeniz’deki Amerikan gemileri İran füzelerini havada imha edecek ve İsrail’i koruyacak. Fakat bu da İsrail’i korumak için yeterli olmuyor. Çünkü Lübnan’da Hizbullah örgütü var. Hizbullah örgütünün elinde yaklaşık 60 bin Katyuşa füzesi var. Bunlar kısa menzilli fakat etkili silahlar. Şimdi daha uzun menzilli füzeler de aldılar. İran bu silahları Suriye üzerinden Hizbullah’a gönderiyor. Suriye’de ayaklanmalar başladığından bu yana İsrail, Suriye’yi 3 kez bombaladı. Üçünde de İran’dan gelen füzelerin geçiş güzergahı vuruldu.
Bu nedenle, perdenin arkasındaki İsrail faktörünü mutlaka düşünmemiz lazımdır. Sadece Suriye’de bölgede otoriter, totaliter bir rejim var ve bu demokrasi isteyen halka baskı yaparak insanları eziyor, öldürüyor demek eksik bir değerlendirme olur.. Konu bundan ibaret değil.

Bu noktada bizim için can alıcı olan farklı bir faktör ön plana çıkıyor. Barzani Temmuz ayında BBC’ye verdiği bir röportajda bir referandum yaparak bağımsızlıklarını ilan edecekleri açıkladı. Ertesi gün İsrail Başbakanı Netanyahu bir demeç vererek bağımsız bir Kürdistan Devleti kurulduğu takdirde, İsrail’in bu devleti derhal tanıyacağını söyledi. Bu ne anlama geliyor?

Amerikalılar aksi görüşteydiler ve bağımsız Kürdistan’a karşı olduklarını söylüyorlardı. Fakat 2 hafta önce Dışişleri Bakanı John Kerry bağımsız Kürdistan devleti kurulması hakkında ne düşündüğü sorulduğunda şimdi bunun zamanı olmadığını söyledi. Yani biz ilke olarak kesinlikle karşıyız, ya da Irak’ın toprak bütünlüğünü hiçbir zaman bozmak istemiyoruz demiyor da şimdi zamanı değil diyor.
Burada dikkat çeken nokta şudur: geçtiğimiz 4 hafta içinde Amerikan basınında bağımsız Kürdistan fikrini destekleyen müthiş bir kampanya başladı. Mesela Daniel Pipes Washington Times’da bir hafta içinde iki makale yazdı. Bu zamana kadar bağımsız Kürdistan fikrine karşı olduğunu ve Türkiye’nin bu konudaki görüşlerini desteklediğini, artık koşulların değiştiğini ve bu koşulların da Kuzey Irak’ta bağımsız Kürdistan’ı gerektirdiğini söyledi. Ama bunun yeterli olmadığını da sözlerine ekleyerek bu bağımsız Kürdistan’a Türkiye’den, Suriye’den ve İran’dan Kürtlerin yaşadıkları bölgeler de katılmalıdır diyor. Burasının ikinci bir İsviçre olabileceği fikrini ileri sürüyor. Bu makalenin üzerine aynı doğrultuda pek çok makale yazıldı. Benim takip edebildiğim kadarıyla Amerikan basınında bu fikri eleştiren sadece bir tek yazı yayınlandı. Garreth Jenkins adımda bir gazeteci bu fikir yanlıştır eğer bunu yaparsak bölge kan gölüne döner, büyük ihtilaflar olur dedi. Düşünebiliyor musunuz Türkiye Amerika’nın NATO müttefiki. Amerikalı yazarlar açıkça Türk topraklarının bir bölümünün alınıp kurulacak bağımsız Kürdistan Devleti ile birleştirilmesini öngörüyorlar. Bunlar olacak şeyler değil.
Olayları bu boyutuyla düşünecek olursak buradan birkaç sonuca ulaşabiliriz. Aslında Büyük Kürdistan projesi aslında uzun zamandan beri düşünülen ve Amerikalıların kafasında olan bir projedir. Bunun göstergeleri var mı? Orada bağımsız bir Kürdistan istenildiğinin işaretlerini daha önce aldık mı? Aldık.
2003 yılında Türk Devlet Bakanı Ali Babacan’la Amerikan Hazine Bakanı Smith arasında Dubai’de bir anlaşma imzalanıyor. Bu anlaşma diyor ki Amerika Türkiye’ye 1 milyar dolarlık hibe yardımı yapacaktır ya da 8,5 milyar dolarlık kredi verecektir. Bunun karşılığında, Türkiye Kuzey Irak’a askerlerini geçirmemeyi taahhüt eder. Biz bu anlaşmaya büyük tepki gösterdik ve Cumhuriyet tarihinde para karşılığında hiçbir zaman siyasi taviz vermediğimizi hatırlattık. Bu tepki üzerine anlaşmayı onay için Meclis’e getiremediler. ‘Zaten paraya ihtiyacımız’ yok gibi inandırıcı olmayan bir gerekçeyle anlaşmadan vaz geçildi. Öyle anlaşılıyor ki, Amerika için Türkiye’nin Kuzey Irak’tan PKK’yı tasfiye etmemesi o kadar önemli ki, bunun için 1 milyar doları gözden çıkarıyor. Yani bir müttefik ülkenin kendini Kuzey Irak’tan saldıran teröristlere karşı savunması istenmiyor. O kadar büyük bir ideal, hedef olmalı ki bunun arkasında bir müttefik ülkenin kendini teröristlere karşı savunmasını engellesinler. Başka bir gerekçe olabilir mi? Sadece bu da değil. Daha da önemlisi Türk hükümeti 2003 yılından itibaren Meclis’ten yetki aldı. Bu yetki, her yıl yenileniyor. Kuzey Irak’ta PKK’yı tasfiye edecek bir kara operasyonu düzenleme yetkisi Meclis’ten alınıyor. Buna muhalefet de iktidar da oy verdi. Sonrasında ne oldu? İlk defa böyle bir kara operasyonunu Türkiye 2008 yılının Şubat ayında gerçekleştirdi. Türk askeri sınırı geçip Kandil’e doğru yürümeye başladığında Amerikan Savunma Bakanı Robert Gates de resmi bir ziyaret için Hindistan’dan Türkiye’ye doğru yola çıkmıştı. Daha yoldayken “Türkiye bu operasyonu durdursun ve sınırı geçen askerlerini de geri çeksin. Yoksa size hava istihbaratı da vermeyiz.” Yolunda bir demeç verdi. Bu ne anlama geliyor? Bir müttefik ülke kendi topraklarına saldıran bir terör örgütünün merkezine yönelik bir operasyon düzenleyecek ve en büyük müttefiki siz bu operasyonu yapmayın ve geri çekilin diyecek.

Türkiye’nin terörle yıpratılması Amerika’nın işine mi geliyor? Yani böyle bir hedefleri mi var? Daha ciddi olan ise şudur: sizin orada Türk askerinin bulunmasına itirazınız var ve aynı zamanda da PKK terör örgütünün tasfiyesini istemiyorsunuz. Bunun başka bir mantıklı izahı olabilir mi? Türk askerinin Kuzey Irak’ta bulunmasından rahatsız olduklarını başka nereden anlıyoruz? Başka örneği var mı? Var, tabi ki: Çuval olayı. Çuval olayını neden yapıyorlar? Türk askerini küçültmek ve aşağılamak için mi? Çünkü orada küçük bir Türk birliği var ve orada Türk askerinin mevcudiyetini istemiyorlar. Başka hedefleri var.

1995-96 yıllarında Kuzey Irak’ta iç çatışmalar vardı. Barzani ile Talabani’nin birlikleri çarpışıyordu. Bu dönemde, biz Ankara Barış Süreci olarak adlandırılan bir süreç başlattık. Ben de bu sürecin eş başkanıydım. Amerikalılar, İngilizler, Barzani’nin heyeti, Talabani’nin heyeti, Türkmenler bu sürecin bir parçasıydılar. Barzani ve Talabani’yi barıştırdık. Hatta ateşkes çizgisine de Türkmenleri yerleştirdik. Barzani ve Talabani bu görüşmelerde PKK ile savaşmayı vaat ettiler ve uzunca bir süre savaştılar. Bize söylenen doğru ise Barzani 4000 şehit verdiğini, Talabani ise 2000 şehit vermiş. Bunun ne kadarının doğru ne kadarının yanlış olduğunu bilemeyiz, ama bildiğimiz şey savaştıklarıdır. Zaten Türk askeri de sınırı geçiyordu. 2002 yılında iktidar değişmeden önce 32 defa sınır ötesi operasyon yapılmıştı ve PKK bitme noktasına gelmişti. 2002 yılında verdiğimiz şehit sayısı 6‘dır. Bugün baktığımızda ise bir operasyonda bundan fazla şehit veriyoruz.

Yani işin bu evveliyatını da görmemiz lazım. Ben yurt dışına tayin olduktan sonra Ankara Sürecini Washington’a taşıdılar ki ben buna itiraz etmiştim. Sonra Amerika, Barzani ile 1998‘de Washington Anlaşması’nı imzaladı. Bu tarihten sonra, bunların PKK ile savaşı bıçak gibi kesildi. Edip Başer’in Kanatsız Uçmak diye bir kitabı yayınlandı. Bu kitabın son bölümünde çok önemli bilgiler var.

Edip Başer’le NATO’daki Amerikalı eski NATO Başkomutanı General Ralston PKK meselesine çözüm bulmaları için görevlendirmişlerdi. Birlikte 14 ay çalıştılar. Başer anılarında bunlara da yer veriyor. Amerika’nın PKK’ya lojistik destek verdiğini söylüyor. Fotoğraflarını çekip Amerika’ya gönderdik fakat buna cevap veremediler diyor. Ayrıca Başer Amerika’nın terörist grupları 4 kategoriye ayırdığını ve PKK’nın da 4. kategoride yer aldığını söylüyor. Yani bütün bunları bir resmin parçaları olarak değerlendirirsek Ortadoğu’daki tablo ortaya çıkar.

Bir somut örnek daha vermek istiyorum. Obama başkan seçildikten hemen sonra Türkiye’yi daha ziyaret etti ve Meclis’te bir konuşma yaptı. Konuşmanın bir bölümünde Amerika açısından tehlikeli 2 terör örgütü var, dedi ve bunlardan birinin El Kaide ve birinin de PKK olduğunu söyledi. Biz El Kaide’yi yerinden sökeceğiz, tahrip edeceğiz ve yeneceğiz, siz ise PKK meselesine çare bulmak için gidip Bağdat Hükümeti, Barzani ile konuşun ve bir de bazı reform yasaları çıkartın dedi. Yani o mücadele ile çözecek problemini, biz ise gidip Barzani ile konuşup çözeceğiz. Amerikalı yetkililer, askeri ve sivil yetkililer bize hep PKK ile siyasi çözüm yolunu önerdiler.

2007 ve 2209 yıllarında Atlantic Council uzmanlarından David Phillips iki rapor yayınladı. Bu raporlarda açıkça şunu yazıyor:
1. Türkiye’nin Kuzey Irak’ta PKK ile savaşması Amerika’nın menfaatine aykırıdır. Türkiye PKK’yla savaşmamalıdır. Bunun yerine müzakere masasına oturmalıdır. Eğer Türk hükümeti doğrudan doğruya PKK ile müzakere edemiyorsa, onun uzantısı olan bir siyasi parti ile müzakere etmelidir.
2. PKK’nın 134 tane yöneticisine Avrupa ülkeleri iltica hakkı vermelidir. Geri kalan PKK’lılar affedilmelidir.
3. Türkiye yeni bir anayasa hazırlamalıdır. Yeni anayasada Türk kelimesi geçmemelidir.
4. Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurulmalıdır.

Aynı kişi birkaç önce verdiği demeçte bağımsız Kürdistan fikrini savunuyor. Phillips 2011 yılında Türk-Ermeni Yakınlaştırma Komitesi adında bir komite kurdu. Bu komitede bazı emekli büyükelçiler, profesörler, üst düzey emekli subaylar var. Bunlar Türk ve Ermeni taraflarını yakınlaştıracaktı. Fakat Komitenin Türk üyelerinden bazıları bunda bir oyun olduğunu ve aslında soykırım iddiasını kabul ettirmenin planlandığını fark ettiler ve Komiteden çekildiler.

David Phillips bir kitap yazdı ve bu kitapta Türk-Ermeni Yakınlaştırma Komitesi’nin hikayesini anlattı. Kitapta, ne zaman Türkiye, Ortadoğu konusunda Amerika’dan farklı bir çizgiye gelirse, farklı politikaları savunursa, Amerika derhal bu Ermeni soykırımı iddiasını Türkiye üzerinde bir baskı unsuru olarak çıkarır ortaya diyor. Amerikan hükümetine yakın bir zat bunu açıkça itiraf ediyor. Şimdi ne olduğuna bakıyorsunuz ve Amerika ile Türkiye arasında Ortadoğu konusunda bir görüş ayrılığı olduğu dikkatinizi çekiyor. 1925 yılında dokunan ve soykırımı temsil eden bir halı bu zaman kadar hep Beyaz Saray’da sergilenmek istenmiş, fakat Beyaz Saray bu fikre her zaman karşı çıkmış. Bu yıl bu halının sergilenmesine izin vermiş. Tüm bunlar aslında Türkiye’ye gönderilmiş olan mesajlar. Tabloyu bu boyutlarıyla görürsek, başka türlü değerlendirme imkânımız olur.

Son zamanlardaki gelişmelere bakalım. Mesela Kobani’de çatışmalar oluyor, tüm dünya Kobani’yle meşgul. Tüm uluslararası televizyonların Kobani’de ekipleri var, Suruç’tan görüntü alıyorlar. Ama bir süre önce bu görüntüler bıçak gibi kesildi. Acaba neden? Yeterince başarılı olamadıkları için mi yoksa başka sebeplerden mi kestiler? Sonrasında Türkiye’nin peşmergelerin geçişine izin vermesi istendi ve Türkiye bu izni verdi. Peşmergeler Türkiye’den geçerken omuzlarında Amerikan bayrakları taşıyorlardı. Güneydoğudan geçerlerken bazı PKK sempatizanları kendilerini “Biji Obama” diye alkışladılar.
Keşke Başbakan Davutoğlu Bağdat ziyareti sırasında Irak hükümeti ve Barzani’ye şu soruyu sorsaydı: “Türkiye, Kandil’e bir operasyon düzenlemek için askerlerini Kuzey Irak’tan geçirmek istese Irak hükümeti buna izin verir mi?” Buna cevap yok. Zaten bu soruyu soran da yok, bizden başka. İlginç değil mi? Sizin hedeflerinize saldıran bir terör örgütü ile savaşmak için Türkiye’den peşmergelerinizi geçireceksiniz, fakat bizim insanlarımıza saldıran bir terör örgütüne biz ulaşamayacağız ve müdahale edemeyeceğiz, hatta bunu dile bile getirmeyeceğiz. Ya da Türkmenleri korumak için biz Musul’a asker göndereceğiz desek buna izin verecekler mi? Tabi ki vermeyecekler. Neden? Çünkü hedef orada bağımsız bir Kürt Devleti kurmak. Sayın Davutoğlu Bağdat’tan döndüğünde yaptığı açıklamanın içinde bir cümleyle bile Kandil’den bahsetmedi. Richard Holbrooke, Amerikan Dışişleri Bakan eski Yardımcısı, birkaç sene önce Kuzey Irak’a gitti. Ardından Ankara’ya geldi ve görüştük. Bana Irak’ta Barzani ve oğluyla ayrı ayrı görüştüğünü ve ikisinin de kesinlikle PKK ile mücadele etmek gibi bir amaçları bulunmadığını söyledi. Aynen Tayvan gibi, bir devletin bütün özelliklerine sahip, ancak uluslararası toplum tarafından henüz tanınmayan bir devlet. Holbrooke bu yolda ilerledikleri konusunda bizi bilgilendirdi. Sonrada bana bu bahsettiklerini Washington Post’da bir makale olarak yayınladı.

Bütün bu tabloyu bugüne nasıl bağlarız? Görünürde hedef Esad’ı devirerek yerine Özgür Suriye Ordusunun siyasi örgütü olan Suriye Ulusal Konseyini geçirmek. Peki bunu nasıl yapacaksınız? Bugün Suriye’deki terör örgütlerinin sayısını bilen yok. PKK’nın uzantısı olan PYD, Selefiler, Cihatçılar, el Nusra var. Peki Suriye’de iktidar değişince bunlar çekip gidecekler mi? Suriye’ye niçin geldiler. Her halde Suriye’ye demokrasi getirmek için değil. Belli ki Suriye’nin bazı bölgelerinde kendi yönetimlerini kurmak istiyorlar, IŞİD’in yaptığı da budur, PYD’nin yaptığı da budur, el Nusra’nın yaptığı da budur. Suriye’yi parçalayacaklar ve her biri kendi bölgesini kuracak. IŞİD şu anda Suriye topraklarının %35‘ini işgal ediyor. Aynı şekilde Irak topraklarının da %35‘ini işgal ediyor ve bunlar orada kendi iddialarına göre bir İslam devleti kurduk diyorlar. Sözde Hilafet ilan etmişler. 2 ayı aşkın bir süreden beri Amerika bu bölgeyi bombardıman ediyor. Bırakın gerisini, Kobani’den bile IŞİD’i sökemediler. Peki bütün bu bölgeden nasıl sökeceksiniz? Bombardımanlar sonucunda genel olarak IŞİD’in işgal ettiği bölgelerde bir azalma var mı? Maalesef görünürde yok. Aksine, Irak’ta Bağdat’ın hemen bitişiğinde Anbar eyaletinde IŞİD işgal ettiği alanları giderek daha da genişletiyor. Böyle devam ederlerse yakında Bağdat Havaalanını da denetimleri altına alacaklar. Fakat IŞİD’le ilgili haberlerin sadece bir bölümü basında yer alabiliyor. Dahası, IŞİD yeni ortaya çıkmış bir örgüt değil. IŞİD’in el Nusra’dan ayrılması 2006 yılında gerçekleşiyor. 2006-2011 arasında bu bölgede Amerikan askerleri var ve 5 yıl boyunca IŞİD’a hiçbir müdahaleleri olmadı. 2014 yılında faaliyetlerini yoğunlaştırdılar ve Irak’ın 2. büyük şehri olan Musul’u işgal ettiler. Fakat buna da hiçbir tepki gelmedi. Güneye yöneldiler, yine bir dış müdahale yok. Anbar ve Tikrit’i aldılar, hatta Bağdat’a yaklaştılar. Yine bir müdahale yok. Müdahale ne zaman başladı? Kuzeye yönelip Kürt şehirlerini özellikle de Kobani’yi tehdit etmeye başladığında müdahale de başladı. Kobani’nin özelliği ne? Neden bu kadar gündeme oturdu? Çünkü, PYD denilen örgüt aslında Kuzey Irak’taki 15 Kürt örgütünden biri. Bunlar bu 15 örgütün en radikali ve militanı, ve bu örgütü de PKK’lılar kurmuş. 1998 yılında Öcalan Suriye’den sınır dışı edildiğinde geride kalan PKK’lılar PYD’yi kurmuştu. Yani kökeninde PKK var. Dünya basınında yayımlanan tüm haberlerde, bu konuda basılan tüm kitaplarda PKK’nın uzantısı olduğu yazılı. 2012 yılında PYD bir özerk bölge kurmak istediğinde, o zamanın Başbakanı Erdoğan buna müsamaha edemeyeceklerini ve böyle bir durumda sıcak takip haklarını kullanacaklarını bildirdi. Hemen bu açıklamanın ertesi günü Amerikan Dışişleri Bakanı sözcüsü, Türkiye o bölgede askeri maceralardan kaçınsın dedi. 6 gün sonra Başkan Obama’nın Sayın Erdoğan’la telefonda görüşürken elinde beysbol sopası ile fotoğrafı yayınlandı. Başka hangi başbakanla konuşurken beysbol sopasıyla resim çektirmiş? Tüm bunlar mesaj aslında. Katiyen onlara dokunmayacaksınız diyor. Şimdi Türkiye’nin itirazlarına rağmen PYD’ye havadan silah yardımı yaptılar.
Kobani stratejik açıdan niçin önemli? Bu 3 kantonun birisi Irak sınırına yakın, El Cezireh, ortadaki Kobani ve Batı’daki Afrin. IŞİD eğer Kobani’yi ele geçirirse, bu kantonların arasındaki bağ büsbütün kesilecek. Aslında şu anda da tam bir coğrafi bütünlüğü yok, arada bazı Arap köyleri falan da var. Ama Kobani düşerse bu bağ hiç kalmayacak. Oysa bu bağın korunması lazım, çünkü ileride bir Kürt devleti kurulursa Suriye’deki Kürtler de buna katılacak. Irak’ın kuzeyinden Akdeniz’e kadar bir Kürt bölgesi olacak, yani Akdeniz’e açılacaklar. Başlangıçta her ne kadar John Kerry stratejik açıdan önemi yok dese de, dünyanın bu kadar bu konu üzerinde durmasının altında bu yatıyor. Yani orada bağımsız bir Kürt devleti kuracaklar ve Kuzey Irak’taki Kürt devleti ile birleştirecekler. Bir hedefleri de Türkiye’deki Kürt asıllı vatandaşlarımızın yaşadığı bölgeleri ve İran’ın batısında Kürtlerin yaşadığı bölgeyi bu devletle birleştirerek ikinci bir İsrail kurmak.

İsrail 1981 yılında Irak’ta inşa halinde olan bir nükleer santrali uçaklarla bombalayarak imha etti. Daha sonra Suriye’de inşa edilen nükleer santrali de imha etti. Şimdi İran’daki bu nükleer santralleri de imha etmek istiyorlar. Fakat bu konuda zorlanıyorlar. Çünkü İran bir hava operasyonu için çok daha uzak. Ayrıca çok daha dağınık. Son olarak da çoğu nükleer tesis yer altında. Bu nedenle çok daha yakın mesafeden müdahalede bulunmak gerekiyor. Yakın mesafe ise Kuzey Irak. Bütün bunları bir arada düşünürsek, bu tabloyu daha net görebiliyoruz.

Wall Street Journal geçen ay İncirlik’le ilgili bir haber yayınladı. Haberde Türkiye’nin İncirlik üssünü artık Amerika’nın dilediği gibi kullanmasına izin vermediğinden ve bu nedenle Amerika’nın Ortadoğu’da yeni bir üsse ihtiyacı olduğundan, bunu için de en uygun yerin Kuzey Irak olabileceğinden bahsedildi. Tüm bunları bir araya toparlarsak günlük gazete haberlerinin ötesinde bunun çok başka bir boyutu olduğunu görebiliriz.

Amerika’nın eski Savunma Bakanı Robert Gates, Türkiye’ye geldiğinde bizim Milli Savunma Bakanımızla görüşüyor ve görüşmenin zaptı da Wikileaks belgelerinde yayınlandı. Bu görüşmede Gates 3 şey söylüyor. Birincisi, İran nükleer projesini devam ettirdiği takdirde İsrail-İran savaşı kaçınılmazdır. İkincisi, Türkiye bu savaşın dışında kalamaz. Son olarak, Türkiye bu savaşa askeri olarak hazırlanmalıdır. Yani tehlikeleri ve riskleri görebiliyor musunuz? Basında yer alan tüm sansasyonel haberlerin arkasındaki gerçeği görebiliyor musunuz?

Bunları görmek kolay fakat bunun içinden nasıl çıkılır? Çare ne? İnsani açıdan baktığımızda herkes mültecilerin durumunun felaket olduğunu söylüyor. 3 milyon insan göç etti. Evini barkını bıraktı. Çoğunluğu Türkiye’ye geldi. Kalanları Ürdün’e, Lübnan’a göç etti. En büyük felaketin bunların durumu olduğunu savunuyorlar. Ama değil. En büyük felaket aslında orada kapana kısılanların durumudur. Yani IŞİD’in hakimiyeti altındaki bölgelerde yaşayan insanların durumu mültecilerden kötüdür. Çünkü bunların en küçük bir itiraz hakkı yok, hemen öldürülüyorlar. İkinci olarak kadınlara cehennem hayatı yaşatıyorlar. Tek başına kadının sokağa çıkması yasak. Çarşaf da giyse, burka da giyse tek başına sokağa çıkamaz. Ya kocası ya da kardeşiyle dışarı çıkabilecek. Üçüncü olarak okullar. Çocukların dururumu perişan. Okullarda fanatik bir şekilde IŞİD ideolojisi öğretiliyor. Müzik ve beden eğitimi dersleri yok. Bir kaç milyon insan IŞİD’in denetimi altında yaşıyor. İşin daha kötüsü bunu gönüllü olarak yapanlar var. Bir kısmı kıstırılmış, mecbur, eli mahkum olduğu için bu şartlara boyun eğmek zorunda. Bir kısmı da bunu gönüllü olarak yapıyor.

Diyarbakır’da bir sivil toplum örgütü var ve bu örgüt bir rapor hazırladı. Bu rapora göre Türkiye’de 2000 kişi ya IŞİD’a katılmıştır ya da katılacaktır. IŞİD’a dünyanın her tarafından ve Türkiye’den fanatik bir destek var. Bu çok büyük bir tehlike. Çünkü bu insanlara yıllardan beri başka seçenek vermemişsiniz. Ya otoriter, totaliter bir rejim altında yaşayacaksınız ya da bir terör örgütünün deneyiminde yaşayacaksınız. Üçüncü seçenek yani demokrasi yok. Bu durumda yapılacak olan şey, bölgeye demokrasiyi yerleştirmeye çalışmaktır. Bunu nasıl yapacaksınız? Orta ve Doğu Avrupa’da bunu nasıl yaptıysanız öyle yapacaksınız. İnsanlara demokrasiyi ve insan haklarını aşılayacaksınız. Arap ülkelerinin demokrasiye geçmesi için hiçbir faaliyet yok.

Bu bölgenin sözde demokratikleşmesi için Büyük Ortadoğu Projesi’ni başlattılar. Amerikalılar bana bu konuda düşündüğümüzü sordular. Ben bu projeyle demokrasi olmayacağını söyledim. Çünkü halkın çoğunluğunun Müslüman olduğu ülkelerde laiklik olmadan ya da kadın-erkek eşitliği olmadan demokrasi olmaz dedim. Sizin projenizde bir kelime bile olsa laiklik lafı geçmiyor. Bu bölgenin hukukçularının İslam hukukuna göre nasıl eğitilebileceğini yazmışsınız. Böyle demokrasi getiremezsiniz, projeniz ciddi değil dedim. Bazıları demokrasi ya da laikliğin bu bölgede olamayacağını savunuyorlardı. Ama Tunus seçimleri bunun aksini kanıtladı. Demek ki, laik ve demokrasiye inanan bir parti bir Arap ülkesinde seçim kazanabilirmiş. Peki Tunus’ta kazanıp da başka Arap ülkelerinde kazanamaz mı? Türkiye öncülük yapabilir. Onlar istiyorlar ki Türkiye çatışmalara öncülük yapsın.

Doğrusu Türkiye’nin çatışmalara değil, demokrasiye öncülük yapmasıdır. Eğer Türk dış politikası bu bölgede etkili olmak istiyorsa, bir demokrasi modeli olarak ortaya çıkması lazım ama bunu yapacak durumda değil. Çünkü kendi demokrasisinde büyük eksiklikler var. Bu kadar demokraside gerilemiş bir ülke iken nasıl başka ülkelere örnek olsun? Bugün dünya demokrasi sıralamasında dört kategori var. Birinci kategoride tam demokratik olan 22 ülke var. İkinci kategoride arızalı demokrasiler ve burada 52 ülke var. Türkiye ancak üçüncü kategoride yani demokrasilerle totaliter rejimler arasındaki hybrid rejimler kategorisinde yer alıyor ve burada 89. sırada. Türkiye kadın-erkek eşitliğinde 132. sırada, basın özgürlüğünde ise 154. sırada. Yani Türkiye’nin şu hali ile bölgeye örnek olacak hali yok. Peki bölgede halkı Müslüman olan ve gerçek bir demokrasiyi, laikliği hayata geçirmiş bir ülke yok mu? Tabi ki var, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti. Türkiye’nin 89. sırada geldiği dünya demokrasi sıralamasında KKTC 26. sırada. Ne güvenlik, ne demokrasi ne de insan hakları sorunu var. Basın özgür, yargı bağımsız. Biz Türkiye olarak KKTC’nin hem kurtarılmasına hem de demokrasiye geçmesine katkıda bulunmuşuz, şimdi ise onlara imreniyoruz. Yani bölgeye bir bütün olarak baktığınızda tablo böyle görünüyor. Önce kendi demokrasinizdeki eksiklikleri gidereceksiniz, bölgeye gerçek bir demokrasi örneği oluşturacaksınız. Atatürk’ün İran Şahı’na söylediği gibi milli iradeye dayalı rejimlerin kurulmasını sağlayacaksınız. Bütün terör örgütleriyle mücadele edeceksiniz, sadece IŞİD’le değil. Başkan Bush 11 Eylül saldırılarından sonra bir konuşma yaptı ve “Dünyanın her tarafındaki terör örgütleriyle savaşacağız. Bizim gri sahamız yoktur. Ya bizimle birliktesiniz ya da bize karşısınız” dedi. Biz de bunu alkışlayarak, biz de aynen böyle düşünüyoruz dedik. Bütün terör örgütleriyle mücadele etmek lazım, ama şimdi görüyoruz ki bazı terör örgütleriyle mücadele edilirken diğerleriyle müzakere ediliyor. Başkan Bush 2008 yılında İsrail Parlamentosunda bir konuşma yaptı ve “Bazıları bize teröristlerle müzakereyi öneriyorlar ama bu çılgınca bir düşüncedir. İkinci Dünya Savaşı çıktığında Alman tankları Polonya sınırını geçerken bir senatör Amerika’da çıkmıştı ve demişti ki “Ah şu Hitler ile bir konuşsaydım bunlar olmayacaktı.” Bunlar çılgınca düşüncelerdir. Bu nedenle biz hiçbir zaman teröristlerle müzakere etmeyiz” dedi. Ama bize PKK ile müzakere yolunu öneriyorlar. Biz İmralı ile masaya oturduğumuz zaman Amerikan Dışişleri Bakanı çıkıp kuvvetle alkışlıyoruz diyor.

Bütün bunları nasıl çözeceğiz ve nerede dile getireceğiz? Bunun yapılacağı yer Meclis’tir. Bugün Meclis’te bütün bunların konuşulduğunu duyuyor musunuz? Silahı bırakmayan bir terör örgütü ile müzakerenin yanlış olduğunu söyleyen kaç kişi var? İşte sıkıntının kaynaklandığı nokta da budur. Biz yıllarca bunu savunduk. Elinden silahı bırakmayan, silah zoruyla siyasi çözüm dayatmaya çalışan bir terör örgütü ile müzakere edilmez, mücadele edilir. Diğer ülkeler de aynen böyle yapıp size tersini söylüyorlar. Neden?
Buraya kadar söylediğimiz her şeyi toparlarsak sonuç şu: Eğer siz büyük Kürdistan’ı hedeflemişseniz, Türkiye’de bunu kolaylaştıracak, hiç değilse engel olmayacak bir ortamın oluşturulmasına çalışırsınız. Yıllardan beri yapılan da budur. Yani askerin başına çuval geçirilmesi, Dubai Anlaşması, Gates’ın Kuzey Irak harekatını engellemesi, Obama’nın son konuşması olaylarının ortak paydasına bakarsak amacın bağımsız Kürt Devleti için ortam hazırlamak olduğunu görürüz. Buna kim karşı çıkabilirdi? Dikkat ettiyseniz son yıllarda Türkiye’de ıstırap çeken hangi kurum varsa basın, ordu, muhalefet, üniversiteler hepsinin ortak noktası Türkiye’nin toprak bütünlüğüne sahip çıkmasıydı, terörle müzakereye karşı çıkmasıydı. Kısaca, siz bu projeyi gerçekleştirebilmek için, bu projeye karşı olan herkesi etkisiz kılacaksınız.
Amerikan eski büyükelçisi Ricciardione bir konuşmasında “Atatürk yurtta sulh, cihanda sulh demişti, fakat bugünkü koşullar altında artık yurtta stres, cihanda stres demek lazım” diyor. Ben de diyorum ki Türkler açısından görünen manzara şu: “yurtta baskı, cihanda baskı!”

Bütün bunlara rağmen karamsarlığa kapılmanın gereği yok. Türkiye bütün bu zorlukları aşacak güce ve birikime sahiptir, yeter ki, bu gerçeklerin farkına varalım ve ülkemizin birliğini e bütünlüğünü koruyacak cesarete sahip olalım.


Bu belge Belgeler arşivinde bulunmaktadır.