Onur Öymen, Galatasaray Derneği’nde Yaptığı Konuşma – 15 Kasım 2014

Değerli arkadaşlar, bu nazik davetinize içtenlikle teşekkür ederim.

Bugün Türk Dış Politikası ile ilgili genel bir değerlendirme yapmaya çalışacağım. Bu çerçevede Ortadoğu’daki son gelişmeleri de sizinle birlikte değerlendirmeye gayret edeceğim.

Kuşkusuz Suriye’de ve ırakta son zamanlarda meydana gelen gelişmeler bütün dikkatlerin bu bölgeye yönelmesine yol açtı ve TDP açısında son derece önemli başka konuları ikinci planda bıraktırdı.

Bir bütünlük içinde baktığımız zaman Türk Dış Politikasının bazı özelliklerini daha iyi görebiliyoruz. Türkiye nasıl bir ülke?

Türkiye bugün Rusya hariç tüm Avrupa devletleri arasında toprakları en geniş olan ülkedir. Nüfus açısından bakıldığında Avrupa’da Almanya’dan sonra 2. sırada geliyoruz. Amerikan nüfus idaresinin tahminlerine göre 2050 yılında Türkiye’nin nüfusu 86 milyon olacak ve o düzeyde istikrar kazanacak. Avrupa ülkelerinin hemen hepsinde nüfusun azalması sorunu var. onun için ekonomik kalkınmayı sürdürebilmek açısından önümüzdeki yıllarda başka ülkelerden nüfus transferine ihtiyaçları olacağı anlaşılıyor. Daha şimdiden Alman nüfusunun %10’u yabancı kökenlilerden oluşuyor.

Dünya ölçeğinde baktığımızda nüfus sıralamasında Türkiye 17. sırada, toprak genişliği açısından 36. Sıradayız. Ancak bir bütün olarak bakıldığında hem toprakları Türkiye’den büyük hem de nüfusu Türkiye’den fazla olan ülkelerin sayısı 11’den ibaret. Toprakları bizden büyük olan ülkeler arasında satın alma gücü paritesine göre milli geliri de Türkiye’den büyük olan sadece 7 ülke var.

Dış politikanın temeli olan milli gücün en önemli unsurlarından biri olan ordu, silahlı kuvvetler mevcudu ile Türkiye NATO ülkeleri arasında Amerika’dan sonra 2. sırada geliyor.

Ekonomik alanda toplam gayri safi millî hasıla açısından Türkiye dünyada 17. Sırada.

Bütün bunlar dış politikayı oluşturması açısından dikkate alınması gereken unsurlar

Ama başka unsurlar da var. Osmanlı imparatorluğu kuruluşundan bugüne sayarsak 700’ü aşkın bir tarih tecrübesine sahibiz. Amerika kıtası keşfedildiğinde Osmanlı imparatorluğu 192 yaşındaydı.

Türkiye, cumhuriyetle birlikte Batı dünyasının bir parçası olmayı hedeflemişti ve Batı dünyası da Türkiye’yi öyle görüyordu.

Kurtuluş savaşında hasmımız olan Yunanistan başbakanı Venizelos savaştan 8 yıl sonra 1930 yılında Ankara’yı ziyaret etti ve Atatürk’le görüştü. Ondan sonra AB’nin babası sayılan ve bugünkü AB’nin temellerini attığı kabul edilen Macar Kontu Cuderno Callergi tarafından davet edildi. Callergi Yunanistan’ı kurulacak AB’ye üye olmaya davet ettiğini söyledi. Venizelos’un cevabı ilginçti. Yeni kurulacak olan Avrupa teşkilatına bir şartla katılırız: Bizden önce Türkiye girecek. Atatürk’le görüşmelerimden o kadar etkilendim ki Atatürksüz bir Avrupa’yı düşünemiyorum.” Venizelos ayrıca Atatürk’ü Nobel Barış Ödülüne de aday gösterdi. Eski düşmanlar Türkiye’nin Atatürk öncülüğünde gerçekleştirdiği büyük devrimleri hayranlıkla izliyorlardı. Türkiye siyasi açıdan da ileri bir demokrasi olma yolundaydı. 1930 yılında çok partili rejime geçmeyi denemişti. Atatürk her vesile ile cumhuriyet rejiminin hedefini n demokrasi olduğunu vurguluyordu. Türkiye’de bu gelişmeler yaşanırken birçok Avrupa ülkesi demokrasiden totaliter rejimlere yönelmişti. İki savaş arasında Avrupa’da demokrasi ile yönetilen 7 ülke vardı ve onlardan biri de hızla faşizme kayıyordu.

Türkiye’ye Milletler Cemiyetine üyelik başvurusunda bulunması için çağrıda bulundular. Atatürk biz başvurmayız, bizi istiyorsanız siz bizi davet edin dedi ve Milletler Cemiyetine davet üzerine katıldı.

Amerika’nın 1917 yılında Birinci Dünya savaşına katılması ile birlikte Türk-Amerikan diplomatik ilişkileri kesintiye uğradı ve 1927ye kadar yani 10 yıl süre ile bu ilişkiler kurulamadı. Çünkü Ermeni lobisi Amerikan senatosunun onay işlemini geciktirmesini sağladı. Ama daha sonra Türkiye ile Amerika arasında sıcak bir ilişki kuruldu. Başkan Roosevelt Atatürk’e çok sıcak bir içerikli mesaj gönderdi: Türkiye Amerika ile ilişleri iyileştirmek için özel bir taviz mi vermişti. Hayır tam tersine. Amerika imtiyazlı bir ticaret anlaşması imzalamayı önerdi, ama Türkiye kabul etmedi. Hiçbir ülkeye ayrıcalık yapamayız dedi. Kapatılan misyoner okullarının açılmasını istediler. Türkiye Buna cevap olarak açık olan bazı okulları da kapattı. Herkes anladı ki Türkiye ile iyi ilişki kurmanın yolu Türkiye ile karşılıklı saygıya dayana ve Türkiye’nin menfaatlerini dikkate alan bir yaklaşım sergilemektir.

O nedenle İsmet Paşanın İkinci Dünya savaşında Türkiye’yi savaşın dışında tutma çabaları başarıya ulaştı. Almanlar da, İngilizler de, Amerikalılar da Türkiye’nin bu politikasının baskı ile değiştirilemeyeceği sonucuna vardılar. Neticede 60 milyon insanın hayatını kaybettiği 2. Dünya savaşında bir tük vatandaşının bile burnu kanamadı.

Savaştan sonra Türkiye 1948 yılında sadece insan haklarına dayalı demokratik ülkelerin üye olabildiği Avrupa Konseyine katıldı, Avrupa insan hakları sözleşmesini imzaladı ve 1952 yılında da NATO’ya üye olarak kabul edildi.

Türkiye Lozan’dan itibaren dış baskılar ile yönlendirilebilecek bir ülke olmaktan çıkmış, egemenliği, bağımsızlığı, eşitliği dış politikasının temel ilkeleri haline getirmişti. Hiç kimsenin topraklarında gözü yoktu.

Yayılmacı bir siyaset izlemeyecekti.

Misak-ı millî sınırları içinde egemenliğini koruyacak, başka ülkelerinde Türkiye’nin topraklarında ve menfaatlerinde gözü olmasına izin vermeyecekti. İşte bu koşullar Türkiye’yi dış politikada çok etkili bir ülke haline getirdi.

1936 yılında Montrö Sözleşmesini imzalamaya ikna ederek Lozan’a nazaran Boğazlar üzerindeki egemenlik haklarını daha da ileri götürdü.

Hatay’ın anavatana katılması için çok etkili bir diplomasi uyguladı ve Atatürk’ün ölümünden çok kısa bir süre sonra Hatay anavatanın bir parçası oldu.

Balkan ülkeleriyle Balkan Paktı’nı, İran, Irak ve Afganistan ile Sadabat Paktını imzalayarak bir güvenlik kuşağı oluşturdu.

Hepsinden önemlisi bölgesinde bir örnek ülke haline geldi. İran Şahı Rıza Şah ve Afganistan Kralı Emanullah Han Türkiye’yi ziyaretlerinde Atatürk’ün reformlarından çok etkilendiler.

Rıza Şah: “bu işin sırrı nedir? Biz de aynı şeyleri yapmak istiyoruz, nereden başlayalım?” diye sordu. Atatürk bizim sırrımız cumhuriyetimizi milli iradeye dayamaktır, size de aynı şeyi öneriyoruz dedi.

Afgan kralının talebi üzerine Afganistan’a profesörler, öğretmenler, subaylar göndererek o ülkenin kalkınmasına yardımcı oldu ve orada üniversiteler, okullar ve hatta konservatuar inşa etti.

Bütün bunlardan daha önemlisi bölge halkları üzerinde Türkiye’nin çok önemli bir etkisi vardı. Örneğin Hindistan’ın liderlerinden Nehru Atatürk’ün yaptıklarına hayranlık duyuyordu.

Fransız yazarı Pierre Beanua’nın anlattığına göre 1939 yılında İsrail askerleri cami minarelerinin şerefelerine yerleştirdikleri makineli tüfeklerle Filistinlileri tararken sokaklara dökülen Filistinliler yaşa Mustafa Kemal Paşa diye bağırıyorlardı.

Fransız askerleriyle savaşan Cezayirli mücahitlerin cebinde Atatürk’ün resmi vardı.

Mısırda bir ihtilal yaparak Kral Faruk’u deviren Nasır ve arkadaşlarının ilk ziyaret ettikleri yer Türkiye Büyükelçiliğiydi. Velhasıl Atatürk’ü örnek aldıklarını ve onun izinden gitmek istediklerini söylüyordu. Ne yazık ki o devirdeki Türk hükümeti Mısır ve Cezayir’deki bu sevgi bağını yeterince değerlendiremedi ve o milletleri incitici bazı tavırlar sergiledi.

İşte Türkiye böyle bir ülkeydi.

Şimdi bir de bugüne bakalım. Nereden nereye geldik?

Avrupa ile ilişkilerimizde soğuk rüzgarlar esiyor. Türkiye’nin 1963 yılında başlayan AB’ye üyelik süreci aradan 50 yıl geçmesine rağmen sonuca ulaşmadı ve tıkanma noktasına geldi.

1987 yılında tam üyelik başvurusunda bulunmamamıza rağmen müzakereler 2005 yılında başlayabildi. Bizimle aynı gün üyelik müzakerelerine başlayan Hırvatistan 2013 yılının Temmuz ayında tam üye oldu. Biz ise 35 üyelik başlığının daha sadece 14’ünü müzakereye açabildik ve sadece birini kapatabildik.

Kıbrıs konusunu bahane eden AB 8 müzakere başlığına veto koydu. Fransa tek başına 5 müzakere başlığını vetoladı. Bunlardan hiçbiri Kıbrıs’la ilgili değildi. Fransızlar veto sebebini şöyle açıkladılar: “Eğer bu başlıklar müzakereye açılırsa bu Türkiye’yi tam üyeliğe götürü.”

Kıbrıs Rum Yönetimi tek başına 6 müzakere başlığını veto etti.

Yani özetle Türkiye’nin eli kolu bağlandı ve bu vetoları aşmak için etkili bir dış politika uygulamamdı.

Alman iktidar partisi SDU Kurultayında Türkiye’ye tam üyelik değil, sadece özel statü verilebileceğine ilişkin bir karar aldı.

Evvelce Türkiye’nin tam üyeliği için çaba gösteren Amerika: “Şimdi Türkiye’nin önceliği Ortadoğu olmalıdır, AB üyelik süreci buzdolabına konmalıdır” dedi.

İktidara ilk geldiğinde hevesli görünen ve muhalefetin de desteğiyle birçok reform yasası çıkaran Türk hükümeti bu hevesini büyük ölçüde kaybetti ve artık görünebilir bir gelecekte Türkiye’nin AB’ye üye olamayacağını idrak etmeye başladı.

AB üyeliği için ön şart gibi gösterilen Kıbrıs meselesinin çözümü, Ermeni ve Kürt meselelerinde dile getirilen beklentilerin aslında beklentilerin yerine getirilmesi halinde bile Türkiye’ye AB’nin kapılarının açılmayacağı anlaşıldı.

Artık AB ümidi bile yaratılması ihtiyacı duyulmadan Türkiye’den beklentilerin yerine getirilmesi için baskı politikaları uygulanmaya başlandı.

Örneğin, Türkiye’nin Kıbrıs harekatına engel olmayı başaramayan Amerika Kongre Kararıyla 1975 yılından itibaren bir silah ambargosu uygulamaya başladı. Bu yolla Türkiye’den Kıbrıs konusunda taviz almayacaklarını anlayınca 3,5 yıl sonra ambargoya son verdiler.

Arkasından 1994 yılında Almanya Türkiye’ye verdiği zırhlı personel taşıyıcılarının güneydoğuda PKK ile mücadelede kullanıldığı gerekçesiyle Türkiye’ye bir silah ambargosu uyguladı.

Türk halkının ve Almanya’daki Türklerin gösterdikleri şiddetli tepki üzerine 3,5 hafta sonra bu ambargo sona erdirildi ve Alman Dış işleri bakanı Genscher istifa etti.

Kıbrıs sorununu Rumları tatmin edecek şekilde çözmeyi amaçlayan girişimlerin sonuç vermesi için Kıbrıs Türklerine dünyada örneği görülmemiş derecede bir ambargo uygulandı. Buna rağmen istedikleri sonucu alamadılar. Neticede Türk halkının batıya olan güveni ve batıdan beklentileri hissedilir ölçüde azaldı.

Batılıların Kıbrıs, Ermeni ev Kürt konularında ve Türkiye’yi ilgilendiren başka konularda bize kabul ettirmek istedikleri çözüm önerileri vardı.

Türkiye’nin bütün bu konularda izlediği politikalardan rahatsızlık duyuyorlardı. Çünkü Türk hükümetlerinin yaklaşımları onların beklentilerine ve menfaatlerine ters düşüyordu.

Örneğin Yunanistan’daki cuntanın 1974 yılında Kıbrıs’ta gerçekleştirdiği darbeden sonra terörist Samson’u devletin başına geçirmelerine ve adayı Yunanistan’la birleştirme projesini yürürlüğe sokmaya başlamalarına ve Makarios’un içişleri bakanı İonides tarafından hazırlanan Türklerin imha veya adadan sürülmesi yoluyla Türklerin tasfiyesini planlayan Akritas Planının hayata geçirmelerine rağmen, Türkiye’nin adaya müdahalesine şiddetle karşı çıktılar.

Ecevit hükümetine yaptıkları büyük baskılara rağmen Türkiye adaya müdahale etti ve Kıbrıslı Türklerin can ve mal güvenliğini koruyarak, onların güvenlik içinde laik ve demokratik bir ülke haline gelmelerini sağladı. Bunu hazmedemediler ve hala hazmedemiyorlar. 31 yıldan beri bağımsız cumhuriyetlerini yaşatan Kıbrıslı Türklerin hiçbir ülke tarafından tanınmaması için her türlü gayreti gösteriyorlar.

Ermeni konusunda aynı şekilde Cenevre’de yapılan gizli görüşmelere Türkiye’nin Ermenistan’ın talepleri doğrultusunda 2 protokol imzalamasını sağladılar. Ancak bir yandan Azerbaycan’ın tepkisi bir yandan da ana muhalefet partisinin itirazları nedeniyle bu protokolleri hayata geçiremediler.

İşte Ortadoğu’daki gelişmeleri ve Türkiye’nin Ortadoğu politikalarını bu genel çerçevenin ışığında değerlendirmek lazımdır.

Ortadoğu’da ne oluyor?

Soğuk Savaşın bitiminden sonra demokrasi Orta ve Doğu Avrupa’dan başlayıp dünyanın dört köşesine yayılırken bir tek Ortadoğu’ya gelmedi. Gerçek anlamda demokrasi ile idare edilen bir tek Ortadoğu ülkesi yoktur, İsrail bir yana.

Çünkü bu bölgedeki ülkelerin nüfusunun büyük çoğunluğu Müslümanlardan oluşmaktadır ve halkı Müslüman olan bir ülkede laikliği kabul etmeden demokrasi yerleştirmek imkansızdır. Bölgeye yeni bir düzen vermeyi amaçlayan Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesinde laiklikten tek kelimeyle bile söz edilmemektedir.

20. yüzyılın başından itibaren İran ve Suriye gibi ülkelerde demokratikleşme projeleri büyük devletler tarafından engellenmiştir.

Bunun başlıca nedeni bölgedeki petrol yataklarıdır. Büyük devletler, Suudi Arabistan, İran, Irak, Körfez ülkeleri ve Libya gibi ülkelerdeki petrole kendi enerji ihtiyaçları açısından bağımlıdırlar. Bu nedenle bu petrolün bulunduğu ülkelerdeki yönetimlerin demokratik olmasından çok kendilerinin etki alanında olmasını tercih ederler.

Yakın geçmişti Arap milliyetçiliğinin etkisiyle bazı Arap ülkelerinin 1973 yılında petrol ambargosu uygulaması dünyada büyük krizlere yol açmıştı. Bu nedenle bölgedeki petrol fiyatlarının birkaç misli artması büyük ekonomik krizlere sebep olmuştur.

Bu nedenle bu ülkelerin denetim altında tutulması Amerika ve Avrupa’ya karşı hasmane politikalar izleyen ülkelerin yönetimlerinin değiştirilmesine sebep olmuştur. Örneğin NATO’nun eski başkomutanlarından general Westley Clarke 2007 yılında California’da Common Wealth Club’da yaptığı konuşmada Amerikan yetkililerinin 5 yıl içinde 7 ülkenin yönetimini değiştirmeyi hedeflediklerini söylemişti. Bu 7 ülke İran, Irak, Suriye, Lübnan, Libya, Sudan ve Somali’dir.

Özetle bu bölgedeki siyasi coğrafyanın yeniden şekillenmesi hedef alınmaktadır.

2011 yılında başlayan Arap Baharı bu gidişi değiştirebilirdi. Arap Baharının hedefi bölgeye demokrasi getirmekti ve Tunus, Mısır, Libya, Yemen, Bahreyn ve Suriye gibi ülkelerde halk demokratik değişim için sokaklara dökülmüştü. Ancak bu girişimler maalesef bugüne kadar başarılı olamadı. Tam tersine bölgeyi bir kan gölüne çevirdi ve bundan yaralanan bazı silahlı gruplar ve terör örgütleri hükümetleri devirmek ve bazı bölgeleri egemenlikleri altına almak için çarpışmaya başladılar. Bugüne kadar Suriye’de bu çarpışmaların sonucunda ölenlerin sayısı 200 bini aşmıştır. Suriye, Irak topraklarının % 35’i radikal dinci IŞİD terör örgütünün denetimi altındadır. Şu ana kadar Suriye’den 3 milyon Irak’tan da yaklaşık 1 milyon mülteci başka ülkelere sığınmıştır. Türkiye’ye gelen mültecilerin sayısı 2 milyona yaklaşmıştır. Mültecilerin durumundan daha kötü olan IŞİD’ın denetimi altındaki yerleşim merkezlerinde yaşamak zorunda kalan insanlardır.

Bölgede zaman zaman işbirliği yapan, zaman zaman birbirleriyle çatışan, zaman zaman da hükümet birlikleriyle çatışan onlarca terör örgütü vardır. Örneğin IŞİD El Kaidenin uzantısı olan El Nusra içinden çıkmıştır. Kısa bir süre öncesine kadar El Nusra ile IŞİD arasında çatışmalar yaşanırken, son haberlere göre bu 2 örgüt işbirliği yapmaya başlamıştır. IŞİD, Suriye’nin ve Irak’ın bazı petrol bölgelerini ele geçirmiştir ve bu petrolün yasadışı yollardan satışından günde 1 ila 3 milyon dolar arasında para kazanmaktadır. Ayrıca işgal ettiği Musul gibi kentlerdeki Merkez Bankası şubelerinden 100 milyonlarca dolarlık paraya el koymuştur. Ayrıca haraç almakta ve bazı gönüllülerin bağışlarından yararlanmaktadır. Saddam Hüseyin’in kızı IŞİD’a büyük bir bağışta bulunmuştur. Irak’taki eski Baath rejimini bazı subayları ve askerleri IŞİD saflarına katılmıştır.

Amerika’nın ve müttefiklerinin yaklaşık 2 aydan beri süren hava bombardımanın IŞİD’ın işgal ettiği topraklarda bir daralmaya yol açmadığı görülmektedir.

Sadece hava operasyonu ile bu meselenin halledilemeyeceği genel olarak kabul edilmektedir.

IŞİD’ın saldırıları bölgedeki dengeleri de değiştirmiştir. Barzani’nin peşmergeleri IŞİD’a karşı koruma gerekçesiyle Kerkük’ü işgal etmiştir.. PKK Barzani güçleri ile birlikte IŞİD’A karşı savaştığı izlenimi vererek dünya gözünde meşruiyet kazanmaya başlamıştır. 2007 ve 2009 yıllarında PKK raporunu yazan American Atlantic Council yöneticilerinden David Philllis artık PKK’nın terör örgütleri listesinden çıkarılmasını savunmaktadır. Amerika’nın eski Ankara Büyükelçilerinden Pierson Kürtler PKK ile mücadelelerinde başarılı oldukları takdirde Amerika’nın ibresinin Türkiye’den Kürtlere doğru kayacağını söylemektedir.

Barzani Temmuz ayında BBC’ye verdiği bir mülakatta birkaç ay içinde bağımsız bir Kürt devleti kurulması için referandum yapabileceğini açıklamıştır.

İsrail başbakanı Netenyahu bağımsız bir Kürt devleti kurulduğu takdirde İsrail’in bunu derhal tanıyacağını söylemiştir.

Birkaç gün önce ABD Dışişleri bakanı John Kerry gazetecilerin soruları üzerine bağımsız Kürdistanı tanımanın henüz zamanının gelmediğini açıklamıştır. Yani ülke olarak ABD bağımsız Kürsdistan’a karşı değildir, yalnızca zamanı gelmemiştir.

Öyle anlaşılıyor ki Amerika’nın stratejik hedeflerinden biri Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürdistan kurmaktır. Son haftalarda Amerikan basınında bağımsız Kürdistan fikrini destekleyen üst üste yazılar yayınlanmaktadır. Bu yazıların bazılarında bu devletin Türkiye, Suriye ve İran’da Kürtlerin yaşadığı bölgelerden alınacak topraklarla büyük bir devlet haline getirilmesi önerilmektedir.

Öyle anlaşılıyor ki hedef stratejik açıdan son derece önemli olan bu bölgede ikinci bir İsrail görevi yapacak bağımsız bir Kürt devleti kurmaktır.

Bütün bu gelişmeler yaşanırken yabancıların da telkiniyle Türkiye çözüm süreci adı altında PKK ile görüşmeler yapmaktadır. Ancak PKK’nın Türk hükümetini zorlamak için güneydoğuda eylemlerini de yoğunlaştırdığı görülmektedir.

Türkiye cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Ortadoğu konusunda çok dikkatli bir politika izlemiştir. Türkiye’nin genel yaklaşımı bölgedeki tüm ülkelerle iyi ilişki kurmak ve iç çatışmalara hiç karışmamak yolunda olmuştur.

Şimdi ise maalesef Türkiye çatışmaların bir tarafı haline gelmiştir. Suriye’de Esad rejimini devirmek için çatışan ÖSO’ya açıkça destek olmaktadır.

Türkiye’nin hedeflerinden birinin Suriye’de Müslüman Kardeşlerin iktidar olmasını sağlamaktır. Oysa Müslüman kardeşler 1928 yılındaki kuruluşundan itibaren başta Mısır olmak üzere bütün bölge ülkelerinde ciddi sıkıntılar yaratmış, siyasi suikastlara karışmış ve demokrasi karşıtı bir tutum sergilemiştir. Mübarek’in devrilmesinden sonra meşrulaşan ve seçimleri kazana Müslüman Kardeşler demokrasiden çok şeriat düzenine dayalı bir rejim kurmaya çalışmıştır.

İran’dan Akdeniz’e kadar uzanan bir Şii kuşağının etkisini kırmak için Türkiye’den Suriye ve Mısır üzerinden Akdeniz’e uzanan uzanacak Sünni bir kuşağın hedeflendiği anlaşılmaktadır. Mısırda Müslüman kardeşler iktidarının devrilmesi, Suriye’de Esad yönetiminin işbaşından uzaklaştırılamaması, Tunus’ta Müslüman kardeşler ağırlıklı Gannuşi hükümetinin seçimleri kaybetmesi bu projeye sekte vurmuştur. Türk hükümetinin rahatsızlığının büyük ölçüde bundan kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

Bölgedeki şiddet eylemlerinin Türkiye’de dahil olmak üzere başka ülkelere sirayet etmesi ihtimali kuvvetlidir.

Bütün bu nedenlerle Türkiye’nin cumhuriyetin başından beri izlenen politikalar dönmesi, çatışmalara taraf olmaktan vazgeçmesi ve bölgede laik bir demokrasinin yaygınlaştırılması için çaba göstermesi en doğru yol olacaktı.

2 hafta önce yapılan Tunus seçimlerini laikliği savunan bir partinin kazanması bir umut ışığı yaratmıştır. Bölgedeki ilk ve tek demokratik ülke olan Türkiye de kendi eksikliklerini gidererek demokrasinin yerleşmeye çalışması ve bütün terör örgütleriyle uluslarasın toplumun etkili bir mücadele yürütmesi için çaba göstermelidir.


Bu belge Belgeler arşivinde bulunmaktadır.