Onur Öymen’in Çanakkale 18 Mart Üniversitesi – İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’ndeki Konferansı – 26 Nisan 2012


Değerli arkadaşlar, önce nazik davetiniz için içtenlikle teşekkür ediyorum. Bugün sizlerle görüşlerimi paylaşmak benim için mutluluk vesilesi olacak.

Konferansın konusu olarak seçmen eğilimlerine geçmeden önce size demokrasi açısından seçimlerin önemi hakkında birkaç şey söylemek istiyorum. Seçimler demokrasinin olmazsa olmaz koşuludur. Adil, tarafsız, dürüst, yargı denetimi altında gerçekleştirilen seçimler yoksa demokrasi de yoktur. Zaman zaman çeşitli ülkelerde seçimlere hile karıştırıldığını, seçim sonuçlarının yasa dışı yollardan etkilenmeye çalışıldığını görüyoruz. Bunun en bariz örneklerinden biri II. Dünya Savaşı sonrasında 1948 yılında İtalya’da yapılan seçimlerdir. O seçimler, yabancı bir ülkenin etkisiyle seçmenlerin gerçek tercihlerinden farklı bir sonuç vermiştir. Çeşitli ülkelerde bunun örneklerini bulmak zor değildir. O bakımdan seçimlerde sandık güvenliği, oyların gizli, tasnifin açık olması gibi ilkelere titizlikle uyulması ve seçmenlerin gerçek tercihlerinin sonuçları belirlemesi esastır.

Bu yeterli değildir. Seçmen yaşındaki bütün vatandaşlara oy kullanma hakkı mutlaka tanınmalıdır. Bu konuda YSK gibi kuruluşlara büyük görev düşmektedir. Çünkü YSK’nın aldığı kararlar kesindir, bu kararlara karşı üst mahkemeye gitmek mümkün değildir.

Ancak seçme hakkına sahip olan insanlara her zaman bu hak kullandırılıyor mu? Yani seçme hakkına sahip olup da seçmen olamayan insanlar var mıdır? Varsa bunların sayısı nedir?

Size Türkiye’den bir örnek vereyim. Türkiye’de nüfus artışına paralel olarak seçmen sayısı bir seçimden bir seçme ortalama olarak 3,5-4 milyon artmaktadır. 1987 seçmen sayısı 26 milyon 276 bin, 1991’de 29 milyon 979 bin. Yani yaklaşık 3,5 milyon artmış. 1995 yılında 34 milyon 155 bin. Yani 4 milyon artmış. 1999’de 37 milyon 495 bin. 3,5 milyon artmış. 2002’de 41 milyon 407 bin. Yani 4 milyon artmış. Peki 2007 yılında ne olmuş? 41 milyon 407 binden sadece 42 milyon 799 bine çıkmış. Yani 1.4 milyon artmış. Üsteliko dönem 5 yıllık dönem. Birt dönem önce 4 yılda 4 milyon artıyot, bir dönem sonra 5 yılda 1.4 milyon artıyor. Bunda bir tuhaflık yok mu? Acaba 2007 yılındaki seçmen sayısı aynı yılın sonunda yapılan nüfus sayımında 18 yaşından büyük nüfusumuzun sayısına uyuyor mu? Cevabını hemen vereyim. Uymuyor. Arada yaklaşık 5 milyonluk fark var. Peki bu nasıl olur? Yani seçmen yaşındaki 5 milyon yurttaşımıza oy kullandırılmamış mı? Diyorlar ki efendim daha önce yapılan uygulamada beyana dayalıydı, şimdi nüfus kayıtlarına dayalı olarak yaptık. Bu izahı doğru kabul ederseniz daha önceki seçimlerin meşruiyetine gölge düşer. Ama diyelim ki bir an için doğrudur. Yani 2007 yılında gerçek seçmen sayısı 42 milyon 799 bindir. Peki 2011 yılında kaçtır? 2011 yılında 52 milyon 806 bindir. Yani tam 10 milyon artmış. Fiilen oy kullananalar da 7,5 milyon artmış. Peki bu nasıl olmuş? Evvelce nüfus artışına paralel olarak 4 yılda 3,5-4 milyon artan seçmen sayısı nasıl birden bire 10 milyon artmış? Türkiey’de 18 yıl önce büyük bir nüfus patlaması oldu da bizim mi haberimiz olmadı? Üstelik 2008 yılının hemen başında TÜİK nüfus sayımı sonuçlarını açıkladı. Ben bu konuda sayın başbakana bir soru önergesi verdim ve şunları sordum: 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan seçimlerde Yüksek Seçim Kurulu (YSK) toplam seçmen sayısını 42 milyon 533 bin olarak belirlemişti. Yasalarımıza göre 18 yaşından büyük bütün vatandaşlarımızın seçimlerde oy verme hakkı bulunduğundan bu rakam aynı zamanda Türkiye’de 18 yaşından büyük vatandaşlarımızın sayısını da gösteriyordu. Oysa Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 22 Ocak 2008’de açıkladığı resmi nüfus sayısı rakamlarına göre 18 yaşından büyük vatandaşlarımızın sayısının yaklaşık 48 milyon olduğu görülmektedir. YSK’nın rakamlarıyla TÜİK rakamları arasında 5,5 milyonluk bir fark olduğu anlaşılmaktadır. Devletin istatistik alanında en yetkili kurumu olan TÜİK’in rakamları devletin bütün hesaplamalarında temel veri olarak dikkate alındığından bu durumda 5 milyon civarında vatandaşımızın seçme yaşında olduğu halde 22 Temmuz 2007 seçimlerinde oy kullanma hakkında mahrum bırakıldığı sonucu çıkmaktadır. Bu durum seçimlerin demokrasinin kurallarına uygun olarak yapıldığı konusunda çok ciddi kuşkular yaratacak niteliktedir. Kaldı ki, TÜİK’in il bazında verdiği sonuçlar dikkate alındığında birçok ilimizde çıkarılacak milletvekili sayısının 22 Temmuz 2007 seçimlerinde YSK’nın o iller için tespit ettiği milletvekili sayısından farklı olduğu görülmektedir. Bu da seçim sonuçlarını sakatlayıcı nitelikte bir durum yaratmaktadır.

İşte değerli arkadaşlar bu gibi temel konulara eğilmeden bunların makul cevaplarını bulmadan demokrasinin bütün kuralları ile tam ve eksiksiz işlediği sözleri havada kalır. Biz bu rakamları bu tespitleri çeşitli vesilelerle dile getirdik. Ama ne yazık ki bugüne kadar tatmin edici bir cevap almadık. Bu mesele mutlaka açıklığa kavuşturulmalıdır. Türkiye’de demokrasinin sağlam bir temel üzerinde oturduğunu kanıtlamanın başka yolu yoktur.

İkinci nokta şudur, seçimlerin bütün siyasi partiler açısından eşit koşullar içinde yapılması gerekiyor. Yani iktidarda olan parti hükümetin olanaklarını kendi menfaati için kullanmayacak. Hepinizin bildiği gibi bu kurala da uyulmamıştır. Seçim zamanında dağıtılan, yiyecek maddeleri, kömür, buzdolapları bu kurala da uyulmadığını gösteriyor. Üçüncüsü medyalar tam ve bağısız bir şekilde seçim propagandalarını yansıtacaktır. O nedenle basının özgürlük içinde olması gerekiyor. Oyda Türkiye maalesef uluslararası basın kuruluşlarının da tespit ettiği gibi basın özgürlüğünde geri sıralardadır. Uluslararası sınır tanımayan gazeteciler örgütüne göre basın özgürlüğünde Türkiye dünyada 148.sıradadır. demek ki demokrasinin bu koşulu da tam işlemiyor.

Şimdi vatandaşların seçim eğilimlerini bu çerçevede değerlendirecek olursa bunun tam işlemeyen bir demokrasini koşulları içinde yapıldığını da kabul etmemiz gerekir. Gerçekten Türkiye Economist Intelligence Unit sıralamasına göre dünya demokrasileri arasında 88.sırada gelmektedir.

Seçmen eğilimlerine gelince bu konularda pek çok araştırma var. Bunların doğruluk oranını kesinlikle tespit etmek bilim adamlarının görevidir. Ama genel olarak bakıldığında bazı araştırmacılar her 4 kadından birinin siyasi tercihi olmadığını söylüyor. Bu eğer doğruysa demokrasi açısında ok kaygı verici bir durumdur. Çünkü demokrasilerin en temel kurallarından bir kadın-erkek eşitliğidir. Kadınların siyasi tercihleri yoksa bu onların, eşlerinin, çevrelerinin, akrabalarının telkini ile oy kullandıklarını gösterir. Yani milli iradenin oluşması açısından ciddi bir eksikliktir. Anadolu’nun bazı yerlerinde seçim kurallarının ihlal edilerek erkeklerin eşleri için de oy kullandıkları söyleniyor. Bu ne kadar doğru, ayrı bir araştırma konusudur. Ama kadın-erkek eşitliğinin tam olarak sağlandığı, kadınların siyasi tercihlerini özgürce yaptıkları ve özgürce oy kullandıkları ülkeler demokrasiye yakın ülkelerdir. Bazı araştırmalar AKP’nin orta ve üst yaş gruplarından, MHP gibi partilerin gençlerden oy aldığını ileri sürüyor. Bu araştırmaların doğruluğu kuşkuludur. Çünkü halkımızın büyük bir çoğunluğu gençlerden oluştuğu için oyların %49’unu lan bir partinin daha çok yaşlılardan oy aldığı iddiası biraz havada kalmaktadır. Eğitim konusunda da bazı tespitler var. Seçmenlerin eğitim durumu yükseldikçe AKP’nin oylarının düştüğü söyleniyor. Örneğin AKP’ye oy verenlerin %54’ünün ilkokul, %41,8’inin orta öğrenim, %22’sinin üniversite mezunu olduğu söyleniyor. CHP’nin ise ilkokul ve daha alt eğitim gruplarından sadece %11,2 oy aldığı eğitim düzeyi yükseldikçe oylarında artış olduğu belirtiliyor. Burada da tartışmaya açık noktalar var. Türkiye’de doğal olarak halkın eğitim düzeyi orta öğretime ve üniversiteye giden öğrencilerin sayısı büyük artış gösterdiğine ve sadece ilkokul mezunu olanların oranında azalma olduğuna göre iktidar partisinin göreceli olarak oylarının azalması, muhalefetin oylarının yükselmesi gerekiyor. Oysa 2011 seçimleri farklı bir tablo ortaya çıkarmıştır. Coğrafi bölge olarak iç Anadolu, doğu ve güneydoğu Anadolu da AKP’nin genel oy ortalamasının üzerinde, Ege ve Akdeniz’de ortalamanın altında oy aldığı gözüküyor. CHP ise ege, Marmara ve Akdeniz’de ortalamanın  üzerinde oy alıyor.  Bu neyi gösteriyor? Ege, Marmara ve Akdeniz illerimiz turizmin ve ticaretin de etkisiyle öteden beri çağdaş dünyaya daha açık bölgelerimiz olarak biliniz. İç Anadolu, Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu ise dış temasların azlığı etkisiyle daha kapalı ve muhafazakar toplum yapısına sahiptir. Bu bölgelerin geleneksel olarak muhafazakar partilere oy verdiği belirtilmektedir. Bizim anayasamız din, mezhep ve bölgeciliğe dayalı siyaset yapılmasını yasaklıyor. Yani din, mezhep, etnik köken, bölgesel özellikler siyasi tercihlerde önemli bir etken olma özelliğine sahip olmamalıdır.  Oysa Türkiye’de maalesef büyün bu konular siyasi çalışmalarda, seçim kampanyalarında liderlerin çeşitli vesilelerle yaptıkları konuşmalarında geniş biçimde kullanılıyor. Demokratik ülkelerde seçmenler tercihlerini daha çok partilerin ekonomik politikalarına, vaatlerine, eğitim, sosyal haklar, iç güvenlik gibi konulardaki söylem ve eylemlerine göre kararlaştırırlar. Bir parti yöneticilerinin başka bir parti yöneticilerinden daha dindar olup olmadıklarını tespit edecek objektif bir ölçü yoktur.

Kuşkusuz biraz öne belirttiğimiz gibi medyaların önemli bir bölümünün gerçek tarafsızlıktan uzak biçimde yayın yapmaları Türkiye’de halkın tercihlerini büyük ölçüde etkilemektedir.  Diğer önemli bir faktör yargının tam anlamıyla bağımsız olup olmadığıdır. Türkiye’de seçimler yargı denetimindedir. Ama belirttiğimiz gibi seçmen sayılarında doğal olarak artışlar ve azalışlar olursa ve seçimleri denetlemekle görevli yargı makamları bu konuda gerekli önlemler alamıyorlarsa bu çok ciddi bir sorun yaratır. Diğer bir konu seçim harcamalarıdır. AB’nin Türkiye raporuna göre seçim harcamalarının denetimsiz olması eleştiri konusu yapılmakta ve bunu demokrasiye zarar vereceği belirtilmektedir. Gerçekten eğer bazı partiler devletin verdikleri kaynakların çok ötesinde aldıkları bağış ve katkılarla seçim faaliyeti yürütebiliyorlarsa bu siyasi alanda haksız rekabet yaratır. ABD gibi, İngiltere, Fransa, Almanya gibi ülkelerde seçim harcamaları sıkı bir kayıt altına alınır, bağışların mutlaka devletin ilgili kuruluşlarına tescil edilmesi zorunluluğu vardır. Partilerin ve adayların harcayabileceği paralar bellidir. Bunun üzerinde harcama yaptığı tespit edilen adayların seçimi kazansalar bile milletvekilliklerinin düşürüldüğü örneği vardır.

İşte bütün bu konularda uluslararası alanda kabul edilmiş normlara uyulmadığı takdirde seçimlerin halkın iradesini gerçek anlamda yansıttığı söylenemez.

Peki tüm bunların sağlandığı ülkelerin gerçek demokrasi olduğu her zaman ileri sürülebilir mi?

Bu da söylenemez çünkü demokrasi seçimlerden ibaret değildir. Çünkü seçimle iktidara gelip de saha sonra otoriter ve totaliter rejimlere yönelen lider ve partilerin örnekleri az değildir. Almanya’da Hitler,  İtalya’da Musolini, Fransa’da Petten , Portekiz’de Salazar seçimle iş başına gelmiş yöneticilerdir. Ama sonra ülkelerini koyu birer diktatörlüğe dönüştürdüler. Benim demokrasiden diktatörlüğe başlıklı kitabımda bunun örnekleri var. Eğer siz iktidara geçtikten sonra demokrasini bütün kurallarını, basın özgürlüğünü, yargı bağımsızlığını, kadın erkek eşitliğini, tam olarak uygulamayacak olursanız o zaman seçimlerin de seçimde oy kullananların tercihlerinin de fazla bir anlamı olmaz. Demokrasiden diktatörlüğe geçen ülkelerde sivil toplum örgütlerinin, aydınların üniversitelerin bu kötü gidişe kayıtsız kalmaları o sonuçların alınmasında etkili olmuştur.

İşte biz Türkiye’de dünyadaki bu örnekleri, ülkemizin geçmişinde yaşananları bilerek demokrasiye sahip çıkmak ve cumhuriyetimizin temel dayanağı olan milli iradeyi egemen kılmak için çaba sarf etmeliyiz. Şunu da unutmamalıyız ki demokrasinin temel direklerinden biri seçimlerde ortaya çıkan millî irade ise bir diğeri de devletlerin kuruluşunda belirleyici unsur olan kurucu iradedir. Bu nedenle Türkiye, ABD, Almaya gibi ülkelerde anayasalarda bu kurucu iradeyi yansıtan değiştirilemez hükümler vardır. Seçimler iş başına gelen iktidarlar aldıkları oy oranı ne kadar yüksek olursa olsun bu kurucu iradeye saygı göstermek ve değiştirilemez maddeleri değiştirmeye teşebbüs etmemekle yükümlüdürler.

Bütün bu unsurların bilinci içinde hareket ederek Türkiye’de demokrasiyi ileriye götürmek de aydınlarımıza, gençlerimize, özellikle üniversitelerimize büyük bir görev düşmektedir. Çünkü onlar en çağdaş bilgilere ulaşma imkanına sahip en tarafsız, dürüst, araştırmaları yapabilecek kuruluşlarımızdır. Ben buradaki üniversiteni öğretim üyelerimizin ve gençlerimizin demokrasiye sarsılmaz bir inançla bağlı olduklarına inanıyorum ve Atatürk’ün gösterdiği milli iradeye dayalı, çağdaş, demokratik ve laik dünya görüşünü her zaman savunacaklarına güveniyorum, hepinizi saygı ile selamlıyorum.


Bu belge Belgeler arşivinde bulunmaktadır.