Türk Hukuk Kurumu’nda Yaptığım Orta Doğu’daki Gelişmeler Konulu Konferans-4 Mayıs 2011

Onur Öymen Türk Hukuk Kurumunda Ortadoğu’daki Gelişmeler  Hakkında Yaptığı Konuşma

4 Mayıs 2011

Sayın Başkan,

Değerli katılımcılar,

Önce nazik davetiniz için içtenlikle teşekkür ederim. Ortadoğu’daki son gelişmeler çok kapsamlı sonuçlar doğurmaya aday görünüyor. Bu gelişmelerin Türkiye’yi de etkilemesi kuvvetli bir ihtimaldir.

Bu konuya geniş bir pencereden bakmakta yarar var. Soğuk Savaş’ın sona ermekte olduğunun anlaşılmasından sonra, başta Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri olmak üzere, dünyada demokrasi, bağımsızlık ve özgürlük akımları güçlendi. Uzun yıllar otoriter yönetimlerin baskıcı rejimleri altında yaşayan halklar daha önce örneği görülmemiş boyutta eylemler ve gösteriler yaparak demir perdenin yıkılmasında birinci derecede rol oynadılar. Batı ülkeleri bu bölgedeki demokratikleşme hareketlerini yıllardan beri destekliyordu. Batılı hükümetler ve İnsan Hakları kuruluşlarının yanı sıra, resmi kuruluşların desteklediği “radio free Europe” ve “Radio Liberty” gibi radyolar da o bölgede yaşayanları sürekli olarak demokrasi ve insan hakları doğrultusunda harekete geçmeye yönlendiriyorlardı. Sonunda demir perde gerçekten yıkıldı, bütün Orta ve Doğu Avrupa  ülkeleri özgürlüklerine ve demokrasiye kavuştular. Hepsi oldukça kısa bir süre içinde AB’ye ve NATO’ya üye oldular ve dünyanın en demokratik ülkeleri arasında yerlerini aldılar.

Benzeri bir gelişme Güney Amerika’da da oldu. 200 yıl yakın süre Amerika Birleşik Devletlerinin arka bahçesi sayılan ve daima ABD’nin güdümündeki otoriter yönetimler tarafından idare edilen bu ülkelerde de kuvvetli bir demokrasi cereyanı Güney Amerika ülkeleri de bağımsızlıklarına ve demokrasiye kavuşturdu. Başlangıçta bu gelişmelere sıcak bakmayan, hatta Şili ve Venezüela’da görüldüğü gibi bu gelişmeleri engellemek isteyen ABD bile bölgenin demokratikleşmesinin önünde duramayacağını anladı.

Uzak Doğu’da da benzeri gelişmeler oldu. Bölgenin tamamı değilse bile Güney Kore, Filipinler, Bangladeş, Vietnam gibi ülklerde demokratik cereyanlar güçlendi.

Afrika’da da benzeri gelişmeler yaşandı. Darbeyle iş başına gelen rejimlerin Afrika Birliği Teşkilatı’ndan uzaklaştırılması kararlaştırıldı. Başta Güney Afrika olmak üzere birçok Afrika ülkesi seçimle gelen yönetimlere kavuştular.

Dünyadaki bu genel gidişin belki de tek istisnası Orta Doğu oldu. Orada hiçbir ülke gerçek bir demokrasiye kavuşamadı. Acaba neden?

Dünyanın başka bölgelerinde demokrasiye geçişi engellemeyen, hatta destekleyen büyük devletler nedense Orta Doğu’daki otoriter rejimlerle yakın ilişkilerini sürdürmeyi tercih ettiler. Çünkü bu rejimlerin çoğu büyük devletlerle dostluk ve işbirliği politikası sürdürüyorlardı. Başta enerji olmak üzere o devletlerin menfaatlerine aykırı politikalar gütmüyorlardı. Bunun istisnaları da oldu. Bu istisnaların başında İran geliyordu. Suriye de, özellikle Hafız Esad döneminde aynı çizgideydi. İşte bu çizgideki ülkeler hasım ilan edildi. Bunlara şeytan ekseni denildi ve bunlarla her vesileyle mücadele edildi.

Aslında Orta Doğu’da demokrasi ve bağımsızlık hareketleri İran’da 1953 yılında başladı. O tarihlerde İran’ın tüm petrolleri Anglo-Iranian isimli bir İngiliz şirketine aitti. Milletvekili Musaddık başbakan seçilirse bu petrollerin millileştirileceğini söyledi ve milletvekillerinin oyunun çoğunluğu ile başbakan seçildi. İlk işi İran petrollerini millileştirmek oldu. Ancak bunu sineye çekemeyen İngilizler, Amerikalılara başvurarak Musaddık’ın devrilmesini sağlamaya çalıştılar.  Sonuçta Amerikalıların düzenlediği bir halk hareketi ile Musaddık devrildi, yerine Zahidi seçildi ve petroller tekrar İngilizlere ve Amerikalılara devredildi. Musaddık da hapse atıldı. O tarihten sonra Orta Doğu’da gerçek bir demokrasi hareketi yaşanmadı. Şimdi ilk defa tabandan gelen bir demokratikleşme eğilimi görülmektedir. Tunus’da başlayan bu eylem, o ülkede başarılı oldu ve cumhurbaşkanı yurtdışına kaçmak zorunda bırakıldı, hükümet de değişti. Ancak Tunus’un gerçek bir demokrasiye geçmesi için atılması gereken daha çok adım var. Daha sonra bu direniş eylemleri Mısır’a sıçradı. Halkın baskısına direnen Mübarek, sonunda ayrılmak zorunda kaldı. Ancak bu süre içinde polisin göstericilere çok sert müdahale ettiği görüldü, 800 kişi hayatını kaybetti. Daha sonra yönetim askerlerin eline geçti ve askerler yeni bir anayasa hazırladılar. Bu anayasanın özelliklerinden biri Mısır’ın bir din devleti olarak kalmasını kararlaştırdılar. Hiçbir yasa dinin kurallarına aykırı olamayacak. Din ve etnik esasa dayalı siyasi partiler kurulamayacak. Anayasadaki bu hükme rağmen dinci Müslüman Kardeşler örgütü, Eylül ayında yapılması ön görülen seçimlerde milletvekilliklerinin yarısını kazanabileceklerini söylemektedir. Anayasada, basın, ifade, din, toplantı ve gösteri yapma hakları güvence altına alınmaktadır. Ancak, kamu güvenliğinin gerektiği hallerde bunlara kısıtlama getirilebileceği belirtilmektedir.  Anayasada Mısır devletinin adı, Mısır Demokratik Sosyalist Cumhuriyeti olarak nitelendirilmektedir ve anayasada silahlı kuvvetlere ülke savunmasının dışında sosyalist devrimin kazanımlarının korunması görevi de verilmektedir.

Geçici askeri yönetim, yurtiçinde henüz halkın beklentilerine cevap verememiştir. Ekonomik ve sosyal haklarda gelişme olmamıştır. Halk zaman zaman Tahrir Meydanı’nda gösteriler yapmakta, taleplerini ve tepkilerini dile getirmektedir.

Dış politikada yeni yönetim, FKÖ ile Hamas arasında arabuluculuk yapmış ve bir mutabakat sağlamıştır. Buna göre gelecek yıl Filistin’de seçimler yapılacaktır. Ancak İsrail,  bu mutabakatı tepki ile karşılamış ve Hamas’ın dahil olacağı bir Filistin yönetimi ile müzakerelere oturmayacağını bildirmiştir. Yeni Mısır yönetimi İsrail’e karşı çok sert bir üslup kullanmakta, İsrail’den Siyonist devlet olarak bahsetmektedir. ABD’ye de  Filistin’de kurulacak devleti tanıması için çağrıda bulunmaktadır.

Suriye’de de gelişmeler kaygı vericidir. Suriye hükümeti direnişçilere karşı aşırı güç kullanmış, Dera kentini askeri birliklerle işgal etmiştir. 500’den fazla Suriyeli hayatını kaybetmiştir. 30 yıldan fazla bir zamandan beri devam eden sıkı yönetimi kaldırmasına rağmen Suriye yönetimi katı politikasını sürdürmektedir. ABD Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’a sınırlı tepki göstermekle birlikte onun kardeşinin mal varlığını dondurmuştur.

Göstericilere en kuvvetli tepki Bahreyn hükümetinden gelmiştir. Aşırı derecede şiddet uygulamanın yanı sıra Suudi Arabistan askeri birliklerini davet ederek direnişçileri güç kullanarak bastırmıştır. Şehrin merkezinde direnişçilerin sembolü olan İnci Anıtı yıkılmıştır.

Yemen’de de direniş güçlü biçimde sürdürülmektedir. Suudi Arabistan’ın Yemen cumhurbaşkanı ile direnişçiler arasında yürüttüğü arabuluculuk faaliyetleri henüz sonuç vermemiştir. Ürdün’de de ciddi protestolar yaşanmaktadır.

Bu direnişlerin yakında diğer Arap ülkelerine de sirayet etmesi ihtimali kuvvetlidir. Büyük devletlerin şimdilik ülkeden ülkeye değişen bir tavır içine girdikleri görülmektedir. Bu devletlerin  politikalarını daha çok petrol ve diğer stratejik çıkarların yönlendirdiği anlaşılmaktadır. Ancak bu ayırımcı politikalar, bölgede batı ülkelerine duyulan güveni büsbütün azaltabilir.

Türkiye, son yıllarda Orta Doğu ülkelerine yakınlaşma politikası izlerken, daha çok otoriter bölge ülkeleri ile ilişkileri güçlendirme yoluna gitmiştir. Bu politikalar, muhalif güçlerin yönetimi devralabilecekleri ülkelerde Türkiye’nin uzun vadeli menfaatleri açısından sıkıntılı sonuçlar doğurabilir. Örneğin Libya’da muhaliflerin elindeki Bingazi’de Türkiye aleyhindeki protestolar dikkat çekici boyuta ulaşmıştır. Türkiye, son günlere kadar Kaddafi ile iyi ilişki içinde olmaya özen göstermiş, diğer batılı ülkeler oradaki büyükelçiliklerini kapatırken, Türkiye 2 Mayıs’a kadar büyükelçiliğini açık tutmuştur. Sonunda Türk hükümeti kurt ile kuzu arasında aarabuluculuk yapamayacağını anlamış ve başbakan Erdoğan, Kaddafi’nin görevini terketmesini istemiştir.

NATO, gecikerek devreye girmiş ve ilk günlerde Fransa’nın İngiltere’nin sivil hedeflere yönelik saldırılarının sorumluluğu da NATO’ya yüklenmiştir. NATO son günlerde BM Güvenlik Konseyi’nin 1973 sayılı kararına aykırı  olarak sivil hedeflere de saldırmaya başlamıştır. Bu saldırıların sonucunda Kaddafi’nin bir oğlu ve üç torunu hayatını kaybetmiştir. Bu Arap dünyasında, NATO’nun ölçüyü kaçırdığı izlenimini uyandırmıştır.

Bütün bu çalkantıların sonunda bölgenin demokrasi yolunda ilerleme kaydedeceği düşünülmektedir. Bununla birlikte gerçek bir demokrasiye varılmasının zaman alacağı kuşkusuzdur. Bölgenin demokratikleşmesi hem bölge ülkelerinde yaşayan insanların, hem de Türkiye’nin yararına olacaktır. Demokratik bir Orta Doğu’da savaş olasılığı azalacaktır. Tarihte şimdiye kadar demokrasiler arasında hiçbir savaş çıkmamıştır. Aynı zamanda demokratikleşmiş bir Orta Doğu’da komşu ülkelere yönelik saldırılarda bulunan terör örgütlerinin barınması zor  olacaktır. İşte bütün bu nedenlerle Türkiye bütün bölge ülkelerinde demokrasinin yerleşmesi için çaba göstermelidir. Ancak bunu yapabilmek için öncelikle kendisinin demokrasi alanındaki eksikliklerini gidermesi gerekmektedir. Bugün Türkiye, dünya  ülkeleri arasında demokrasi ölçüsüne göre 89. sırada,  basın özgürlüğünde 112. sırada, kadın – erkek eşitliğinde 129. sırada yer almaktadır. İşte bu demokratik eksikliklerini giderebildiği takdirde Türkiye bütün bölge için örnek ülke olma özelliğini kazanabilir.


Bu belge Konferanslar, Konuşmalar arşivinde bulunmaktadır.