Son Eklenenler:
- HUKUK AÇISINDAN LOZAN
- CUMHURİYET KİTAP DERGİ, SÖYLEŞİ
- TÜRKİYE’NİN ULUSAL GÜCÜ, BOĞAZİÇİ AYDINLAR DERNEĞİ-HAZİRAN 2021
- 23 NİSAN, ÇYDD DERGİSİ-23 NİSAN 2021
- AFGANİSTAN’IN DRAMI, AĞUSTOS 2021
- YUNANİSTAN TARİHTEN DERS ALMIYOR
- ATATÜRK’ÜN DIŞ POLİTİKA İLKELERİ VE TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI
- ULUSAL ÇIKARLARIN KORUNMASINDA GÖRÜŞ BİRLİĞİNİN ÖNEMİ
- ONUR ÖYMEN’İN CUMHURİYET GAZETESİ, TUNCAY MOLLAVEİSOĞLU’NA VERDİĞİ MÜLAKAT – 17 HAZİRAN 2019
- ONUR ÖYMEN’İN YENİÇAĞ GAZETESİNE VERDİĞİ MÜLAKAT “TÜRKİYE, ÖNCELİKLE ÇIKARLARINI KORUMALI” – 15 NİSAN 2019
CHP Bursa Milletvekili Onur Öymen’in 67 TV’ye Verdiği Mülakat-4 Şubat 2011
CHP Bursa Milletvekili Onur Öymen’in 67 TV’ye Verdiği Mülakat
4 Şubat 2011
Şimdi uluslararası hukuk, iç hukuka benzemiyor. İç hukukta hakları zarara uğrayan insanlar mahkemelere gidebiliyorlar. Haklarını elde edebiliyorlar. Ama uluslararası hukuk henüz bu düzene geçmiş değil. Uluslararası alanda etkili olan menfaat ilişkileridir. Bütün ülkeler her şeyden çok kendi menfaatlerini düşünüyorlar. 1856 yılından İngiliz Başbakanı Lord Palmerston demiş ki İngiltere’nin ebedi dost ve düşmanları yoktur. Değişmez menfaatleri vardır. O bakımdan uluslararası ilişkilerde çıkar çatışmaları vardır, çıkar ilişkileri vardır. Zaman zaman uzlaşmalar ve anlaşmalar olur. Ama hukukun çözdüğü konular çok azdır. Bunun istisnası İnsan Hakları’dır. İnsan Hakları alanında AİHM, Avrupa Konseyi’ne üye ülkelerin vatandaşlarının uğradıkları haksızlıklara karşı bir güvence oluşturuyor. Fakat devletlerarasındaki ilişkilerde Lahey Adalet divanı vardır belki ama senede devletlerin adalet divanına müracaat sayısı bir veya ikiyi geçmiyor. Hiçbir ülke hukuk yoluyla meselelerini halledebileceğini düşünmüyor. Öyle olsaydı dünyada çatışmalar çıkmazdı, savaşlar çıkmazdı. Uluslararası ilişkilerin tabiatı çok daha yumuşak olurdu.
Bir kere BM hukuk alanındaki kolu BM Adalet Divanıdır. Ayrıca BM İnsan Hakları Komisyonu var, demin dediğim gibi hukuk maalesef uluslararası ilişkilerin en etkili yolu olma özelliğini henüz kazanmadı. NATO’ya gelince. NATO aslında başlangıçta büyük ülkelerin güvenliğini korumak için, savunmalarını ortak bir şekilde gerçekleştirmek için kurulmuş bir örgüttür. Bir süreden beri üye ülkelerin topraklarının dışında da görev üstlenmektedir. Bunun bir örneği Bosna’da oldu. Türkiye o zaman ısrar etti Sırp saldırıları karşısında. Sırpların Boşnaklardan çok sayıda insanı öldürmesinin karşısında. NATO’nun etkili bir rol oynamasını önerdi Türkiye. Bu önerimiz kabul edildi ama 2 yıl gecikme ile. Bu süre içinde 200.000 Boşnak hayatını kaybetti. Ondan sonra ikinci defa NATO Kosova’da görev yaptı. Orada da 10.000 Kosovalı hayatını kaybetti. Bosna meselesi uluslararası ilişkilerin tabiatına uygun olmayan bir şekilde çözüldü. Orada iç içe devletçikler yaratıldı. Bir taraftan Boşnaklar, Bir taraftan Bosnalı Sırplar, diğer taraftan da Bosnalı Hırvatlar arasında ortak yönetim biçimi oluşturulmaya çalışıldı. Zor bir antlaşmaydı. Bir yerde barışı sağladı ama gerçek anlamda bir devlet oluşturulmasında sınırlı ölçüde başarılı oldu. Düşünün ki Bosna’da Sırpların saldırıları sonucunda sadece Srebrenka şehrinde 7500 sivil Boşnak hayatını kaybetti ve BM’nin gözünün önünde oldu bu. Orada bu geçmişin acılarını unutabilmek için biraz daha zamanın geçmesi lazım. Sırbistan’ın da geçmişin sorumluluğunu üstlenerek hareket etmesi lazım. Bosna-Hersek’in durumu çağımızda Avrupa’da yaşanmaması gereken bir dramdır. Bu acı yaşanmıştır Türkiye de oraya çok katkıda bulunmuştur. Ama epey zaman geçmesi lazım.
Irak’ta gerekçe olarak ABD’nin müdahalesine, Irak’ın Saddam Hüseyin zamanında nükleer, biyolojik ve kimyasal silahlara sahip olması gösteriliyor. Daha sonra anlaşıldı ki bu silahlar Irak’ta yok. Gerekçesiyle daha sonraki gelişmeler birbirini tutmuyor. İngiltere de bu konuda güç durumda kaldı. Çünkü o zamanki İngiliz Başbakanı Tony Blair de bu silahların bulunduğunu halkına açıklamıştı. Böylelikle halk destek sağladı Amerika ve İngiltere’de. Amerika’nın müdahalesinden sonra Irak’ta yeni bir durum ortaya çıktı. Hükümet kurulmasına çalışıldı. Orada da görüyoruz ki bu yeni hükümetin oluşturulmasında ciddi sıkıntılar yaşandı. Bir taraftan Şiiler var. Bunların İran ile özel ilişkileri var. İkincisi, farklı gruplardan oluşan Sünniler var. Arap, Şii ve Kürtler olarak. Türkmenler var. Yani dini ve etnik yapısı çok karmaşık. Normal olarak bir devlette 1 ordu olur. Irak’ta ise 3 ordu var. Hatta daha fazla. Merkez ordu, Barzani ordusu, Talabani ordusu, Şiilerin ordusu. Çok zor bir durum var. Orada bizi ilgilendiren konu Irak fiilen bölünmedi ama bu silahlı grupların merkezi yönetimde baskısı çok fazla. Şimdi bizi ilgilendiren tarafı şu, Irak kuzeyi itibariyle Türkiye’ye yönelik terörist saldırıların merkezidir. bu saldırıları durdurmak lazım. Çünkü bu bölgede bir terör örgütünün cephanesi, eğitim kurumları olduğu sürece Türkiye’nin özellikle Güneydoğusunda yaşayan vatandaşlarımızın huzura kavuşması çok zordur. Ülkemizin barışa ve istikrara kavuşması çok zordur. Oradan bunları tasfiye etmek lazım. BM’nin kararı var Irak Hükümeti’ni zorunlu olarak tedbir almaya itiyor. Irak Anayasası’nın 7.maddesi var. Irak hükümeti topraklarından komşularına saldırı düzenlenmesini engellemekle görevli. Bunu da yapmıyor. Amerikan birlikleri var orada çok sayıda, 130.000 civarında, bir ülkede büyük miktarda silahlı kuvvet bulundurursanız o ülkenin güvenliğinden siz sorumlusunuz. Irak hükümeti, Barzani, Talabani tasfiye etmiyor bu terör örgütünü. ABD de etmiyor. O zaman Türkiye yapacak. Uluslararası hukuka göre komşularınızdan gelen bir saldırıyı defetmek yetkini var. Meclisten hükümet yetki aldı ama 8 senelik iktidarda bazı hava operasyonları hariç, sadece 1 kere 7 günlük kara operasyonu yapabildi. Buna da Amerikan Savunma Bakanı Robert Gates, derhal durdurun bu operasyonu askerlerinizi geri çekin yoksa size verdiğimiz hava istihbaratını da geri çekeriz dedi. Neticede Türkiye’yi zorluyor. Ne Iraklılar yapıyor, ne Amerikalılar, ne de Türkiye’nin yapmasına izin veriyorsunuz. Bunun anlamı nedir? Bunun anlamı açık bir şekilde terörün oradaki varlığını sürdürmesine göz yummak. Bir müttefik ülkeye karşı orada sizin bulundurduğunuz bir ülkeye saldırı yapılması sizi rahatsız etmiyor mu? Bu durumda Türk hükümetine görev düşüyor. Diplomasi yoluyla. Çünkü dünyadaki bütün hükümetlerin birinci hedefi ülkelerinde barış, huzur, istikrar ve güveni sağlamaktır.
Kıbrıs konusunda Türkiye’ye ve Kıbrıslı Türklere çok büyük haksızlık yapılmıştır. Bir kere Kıbrıs Antlaşmaları’nı bozan taraf Türk tarafı değil, Rum tarafıdır. Türklere saldıran, onları öldüren, onların yaşadıkları köylerden uzaklaştırılmasını doğuran saldırılarda bulunanlar Rumlardır. Kıbrıslı Türkleri devlet teşkilatından, meclisten hükümetten, yargıdan uzaklaştıran bunlardır. Türklerin hiçbir sorumluluğu yoktur. O zamanki Cumhurbaşkanı Makarios’un Kıbrıs devletini kuran Zürih ve Londra Antlaşmalarından duyduğu rahatsızlığın sonucudur bu. Önce antlaşmayı imzalıyor, sonra Türkleri devlet ortaklığından uzaklaştırmak için silahlı saldırıda bulunuyor. İşin özü bu. Şimdi işin hazin tarafı ise şu, Türklere karşı yapılan silahlı müdahaleden sonra devletin, iki kanatlı niteliğini tahrip ettikten sonra Rumlar, BM’ye gidiliyor. BM de Rumlara hak veriyor. Yani bütün büyük devletler, batılı devletler özellikle Rumların Kıbrıs devletinin tek temsilcisi olduğunu kabul ediyor. Londra ve Zürih Antlaşmaları’nı yok sayıyor. Bütün sıkıntı o tarihten sonra çıkıyor. Niye böyle yapıyorlar? Çünkü Kıbrıs’ta çok değerli İngiliz egemen güçler var. Bu güçler İngiltere’nin Akdeniz’de sahip olduğu yegane egemen güçtür. Oradaki radarlarda tüm bölgeyi izleyebiliyorlar. Üslerin arazisi üzerinde Rum köyleri var. İngilizler ne zaman tarafsız davranmaya çalışsa üsler ile Rumlar İngilizlere şantaj yaparlar, İngilizler de boyun eğerler. 1974’te o zamanki Yunan cuntası darbe yaparak Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleşmesine çalıştı. Makarios’u da devirerek. Bir terörist başını Nikos Sampson’u cumhurbaşkanı yaptılar ve adanın Yunanistan ile birleşeceğini ilan ettiler. Türkiye de antlaşmalardan doğan haklarını kullanarak askeri müdahalede bulundu, bu saldırıyı durdurdu. Oradaki Türklerin can ve mal güvenliğini sağladı ve Kuzey Kıbrıs’ı Türklerin özgürce ve güvenli şekilde yaşayacakları bir bölge haline getirdi. Barış görüşmeleri oldu. Barış planları her defasında Türkler tarafında kabul edildi, Rumlar tarafından edilmedi. Uzlaşmaya yanaşmayan taraf Rumlar oldu. Fakat her defasında hep Türkler suçlanıyor. İlave tavizler isteniyor Türklerden. Kofi Annan Planı bunun somut örneğidir böyle bir plan dünyada yok. BM Genel Sekreterinden öneri istiyorlar. Halkımıza sunalım referandum ile diyorlar. Eğer böyle bir yöntem varsa niçin İsrail-Filistin ihtilafını böyle çözmüyorsunuz? Keşmir ihtilafı, Azeri-Ermeni ihtilafını böyle çözmüyorsunuz? Çünkü hiçbir ülke müzakerede kendi yetkilerini başka bir ülkeye, makama devretmiyor. Uluslararası ilişkilerde böyle bir şey yok. Tek örnek bu. Öyle bir metin çıktı ki 9000 sayfa. Planı gören yok. Denktaş bile görmemiş. Halk okumadığı, bilmediği, tamamını görmediği bir plana oy verecek. Böyle bir oylama yaptılar. Sonunda Türkler evet dedi, Rumlar hayır. Bizim için çok kötü tarafları olan bir plan. Adada Türk askerlerinin sayısı sembolik hale getiriliyor. Onlar da Türkleri koruyamayacak hale sokuluyor. Hiçbir güvencesi olmayacak Türklerin. Rumlara çok büyük topraklar vereceksiniz, kalan Türk topraklarının içine de 80.000 Rum’u yerleştireceksiniz. Kolay kolay kabul edilmeyecek bir plan. KKTC’ye uluslararası ambargolar var, o kadar çok ki, bugün mesela bir Türk takımı gitse Kıbrıs’a maç yapsa Türkiye’yi FIFA’dan atarlar. Dünyada hiçbir ülkeye KKTC kadar ağır ambargo uygulanmamıştır. Referanduma evet demiş Türkler, hiç değilse bu ambargoları kaldırın. Rumlar mükafatlandırıldı hayır oyu vermelerine rağmen ve AB’ye üye yapıldı. Bu tabloya rağmen bugün bile hala Türk tarafına baskı yapılıyor. Türkler taviz vermezlerse biz Türkiye’nin AB üyeliğini engelleriz. 8 başlılığı AB Konseyi engelledi Kıbrıs dolayısıyla. Bütün başlıkların tamamlanmasını Kıbrıs’ta Türk tarafının taviz vermesine bağladılar. Kıbrıslı Rumlar 6 başlığı, Fransa da 5 başlığı engelledi. Yani Kıbrıs ile ilgili müzakereleri fiilen askıya almış oldular. 18 başlık üzerinde ambargo var. Müzakereye açılan 13 başlık var. Türkiye şu an üstüne düşen her şeyi yapsa açabileceği 3 başlık var onu da açtırmıyorlar. Geçen 6 aylık dönemde Belçika başkanlığında bir tek başlık açılmadı. Kıbrıs ile AB ilişkileri kötü bir mecraya girdi.
Yunanistan bir şantaj politikası izledi. Birçok AB üyesi devlet diyordu ki Kıbrıs meselesi halledilmeden biz Kıbrıs’ı AB’ye üye yapmayız. Fakat Yunanistan’ın o zamanki Başbakanı Simitis dedi ki eğer siz Rumları üye yapmazsanız Doğu Avrupa ülkelerinin üye olmasına izin vermem, bunların hepsini veto ederim. Şantaj yaptı. Bu şantaja boyun eğdi AB ülkeleri. Garanti antlaşmasında bir hüküm var ona göre Kıbrıs, hem Türkiye hem de Yunanistan’ın üye olmadığı milletlerarası bir kuruluşa üye olamaz. Yani Türkiye üye olamadan Kıbrıs’ın üye olması hukuken mümkün değil. Üye oldukları andan beri bu Kıbrıslı Rumlar Türkiye ile AB ilişkilerini tahrip etmek için her şeyi yaptılar. Diğerleri de buna göz yumdular. Bu Türkiye’ye karşı yapılmış en büyük haksızlıklardan biridir. Türkiye bunlarla mücadele edemedi yeterince. Hatalar burada. Halbuki siz Atatürk’ün kurduğu bir cumhuriyet olarak haklarınızı savunmasını bileceksiniz. 700.000 kişilik bir topluluk Türkiye’ye kafa tutacak. Bunu yaptırmayacaksınız. Devletlerin uluslararası ilişkilerde yapacakları çok şey vardır. Ellerinde çok manivela vardır.
Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkilerinin temelinde önce Gümrü Antlaşması var. Sonra Kars ve Moskova Antlaşmaları imzalanıyor koşullara göre. Bu antlaşmalar, Türkiye’ye çok büyük avantajlar sağlıyor. Uzun yıllar bu çerçevede ilişkiler devam ediyor. Sovyetlerin yıkılmasından sonra, yeni bir durum ortaya çıktı. Ermenistan Azerbaycan ile savaşarak Azeri topraklarının %20‘sini ele geçirmesi oldu. 1 milyon Azeri soydaşımız göçmen durumuna düştü. Türkiye dedi ki bu topraklardan çekilmezseniz biz de Ermenistan ile diplomatik ilişkiler kurmaz ve sınırı açmayız. 17 sene bu politikayı izledik. Bu hükümet zamanında Ermenistan ile İsviçre’de gizli görüşmeler yapıldı, ABD ve İsviçre hükümeti isteğiyle. Bu görüşmelerin sonucunda bize iki tane protokol imzalattılar. Sınırın açılması, diplomatik ilişkilerin kurulması vb. unsurlar var. Ama Ermenistan’ın işgal ettiği Azeri topraklarından çekilmesi yok. Niye koydurmadınız bunu? Niye imzaladınız koydurmadıysanız? Biz CHP olarak büyük tepki gösterdik. Azerbaycan ile ilişkilerimiz bozuldu. Başbakan gidiyor, işgal bitmeden bu protokolleri onaylamayacağız diyor, garanti veriyor Azerbaycan’a. Peki o zaman niye imzaladınız? Hükümet imzaladığı bu iki protokolü onaylayamadı. Ermenistan Anayasa Mahkemesi bir karar aldı, bu protokolleri Ermenistan’ın hiç istemediği, hiç beklemediği, tamamen Ermenistan’ın klasik tezlerine uygun bir şekilde yorumladı. Ermenistan Anayasası’nda da bir hüküm var, Türkiye’nin doğu toraklarından Batı Ermenistan olarak bahsediyor. Ayrıca soykırım iddiasını savunuyor. Hiç de dostane değildir. Türkiye bunlarla mücadele edeceğine bazı büyük devletlerin baskısı ile gitti bu protokolleri imzaladı. Bu hükümetin dış politikada yaptığı hatalar saymakla bitmez.
Soykırımı tarif eden ölçüler var. BM’nin Soykırım ile Mücadele Sözleşmesi çerçevesinde bir durum olması lazım. Yetkili milletlerarası mahkeme kararı lazım. Ermeni Sorunu olayında böyle bir karar yok. ABD’nin 1978 yılında ve 85 yılında 70 civarında uzmanın ortaklaşa yayınladıkları bildiri var. Bu olaylar soykırım sayılamaz. Ermenilerin Türklere yaptıkları mezalimden bahseden yok. 500.000 Türk’ü katletmişler. Türkiye aleyhine yayınlanan kitaplarda bunların adı bile geçmiyor. Ermeniler katliam yapacak ordumuzun geri birliklerini kesecekler, insanlarımızı öldürecekler ve bunun üzerine Türkiye Ermenilerin savaş alanından çıkarılıp- o sırada Türkiye Rusya ile savaş halinde güneye yönlendirilmesi kararı ile dünyayı başımıza yıkacaklar. bu kadar haksızlık yapılamaz Türkiye’ye karşı. Atatürk döneminde Ermeni konusunda kimse bir şey diyememiştir. İsmet paşa döneminde de, Celal Bayar döneminde de. Kıbrıs harekatı sonrası gündeme çıkıyor bu durum. Kıbrıslı Rum terör örgütleri bir bildiri yayınladılar. Dediler ki biz Kıbrıs’ta Türk askerleri ile savaşamayız ama dünyanın hey yerinde Türkiye’nin menfaatlerini vuracağız. Birkaç ay sonra Viyana Büyükelçimiz, Paris Büyükelçimizi öldürdüler. Sonra dünyanın her yerinde başladılar. Kim yapıyor bunu? ASALA terör örgütü. Ermenilerin ne alakası var Kıbrıs ile? O sıra anladık ki Kıbrıslı Rumları Ermeniler, Kürt terör örgütleri ortak dernekle kurmuşlar Atina’da. Küçük Asya Halkları Kurtuluş Derneği adı altında. Bu dernek vasıtasıyla yönlendiriyorlar bu faaliyetleri. Bu saldırılar, 1984 yılına kadar sürdü. Bu tarihte ASALA terörü bitti, PKK terörü başladı. Bu bir tesadüf mü? İşte Türkiye bu sıkıntılardan geçti. Bu PKK terörünü bugüne kadar bitirmek mümkün olmadı. Devletimizin elinde PKK’nın başından itibaren hangi devletler tarafından nasıl desteklendiğine karşı birçok belge var. Ama devlet cesaret edip de bunları halka açıklayamıyor. PKK’yı nasıl desteklediler, nasıl politikacıları aracılığı ile ziyaret ettiler, silahlandırdılar? Bunları bir türlü anlatmıyorlar.
Dış politikada sıfır sorun diye bir şey yoktur. Bir ülke ile itilaflarınızı çözeceksiniz, nasıl çözeceksiniz? Yani sizin istemeniz yetiyor mu? Yetmiyor. Karşı taraf da çözecek. Bir tek yolu var bunun karşı taraf ne istiyorsa o tavizi vereceksiniz. Bu ancak kaybedilen bir savaştan sonra olur. I. Dünya Savaşı bitti, Almanya kaybetti, her istediklerini Almanya’ya dikte ettirdiler. Türkiye savaş mı kaybetti? Ermenistan ile sıfır sorun. Nasıl yapacaksınız? Ermenistan çekilirse Azeri topraklarından. Çekilmiyor. O zaman nasıl çözeceksiniz? Ermenilerle imzaladıkları protokolleri meclise getiremediler. Kıbrıs meselesi. Kaç yıldır sürüyor ve karşı taraf çözüme yanaşmadığı için çözülemiyor. Nasıl sıfır sorun yapacaksınız? Ege’de Yunanistan’ın 70 yıldır geri adım atmadığı politikaları var. Hukuka aykırı, her şeye aykırı. Yunanistan 6 millik kara sularına rağmen 10 mil hava sahası savunuyor. Kıta sahanlığı, adaların silahsızlandırılması, Ege’de deniz sınırlarının tespiti, sahipsiz adalar, vs. pek çok sorunumuz var. Bunların hiçbirini Türkiye tek başına çözemez. Bu sıkıntılar varken sıfır sorunu nerden çıkartabiliyorsunuz? Dışişleri Bakanı bunu ideal olarak gösterdik hedef olarak diyor. Bunlarla halkın önüne çıkılmaz.
1923 yılında cumhuriyeti kurduğumuz zaman dünyada başkanlık sistemine sahip olan ülkeler vardı. Bunların başında ABD geliyordu. Atatürk başkanlık sistemini bilmediği için mi parlamenter sistemi önerdi? tam tersine parlamenter sistemin halkın iradesinin daha iyi şekilde temsil edileceği bir sistem olduğu için parlamenter rejimi kurdu. Parlamenter sistemde cumhuriyetten beri meclisin ağırlığı var. Cumhurbaşkanının sınırlı yetkileri var. Esas güç mecliste. Meclisin içinden çıkan hükümettedir. Siz bu sistemden rahatsızsınız. İktidar olmak yetmiyor Türkiye’de her şeyi ele geçirmek istiyorlar. Başkanlık sistemi ile daha rahat yapacaklar bunu. Bütün güç başkanın elinde olacak. Adı konmamış padişahlık. Meclisin, Bakanlar Kurulu’nun, başbakanın etkinliği kalmıyor. Cumhurbaşkanı ne derse o oluyor. Dış politikayı Fransa’da yarı başkanlık sisteminde cumhurbaşkanı belirliyor. De Gaulle 5. cumhuriyet ile yarı başkanlık sistemine geçildi. Oradaki 16. maddeye göre cumhurbaşkanının istediği zaman meclisi feshetme yetkisi var. Ülkeyi kararnamelerle yönetebilir. Yani parlamenter sistem sizi neden rahatsız ediyor. Amerikan sistemi diyorlar. Amerikan sisteminde meclisin yetkisi sınırlı. Hükümet başkan tarafından seçiliyor. Onlara sekreter deniyor. Başkan istediği adamı bakan yapıyor. Başkana bağlı hükümet. Bu Türkiye’nin siyasi geleneklerine uymayan bir sistemdir. Bakanları dışarıdan seçiyor. İstediğini bakan yapıyor. Amerika vaktiyle ayrı devletçikler olarak kurulduğu için federal sistem var. Her eyaletin kendi anayasası var. ABD, Türkiye’ye hiçbir şekilde örnek olarak gösterilemez. Amerikan sistemini Türkiye’ye uygulayın dağılma sürecine gider. Başbakan bu konuları kime danışıyor? Mecliste hiç konuşulmadan, barolarda konuşulmadan geliştirilen bir sistem olabilir mi? Gözler Osmanlı sistemine çevrilmiş. Osmanlı son dönem gibi bir akıbete gidilecek. 19.yy başından itibaren reformlar ve bunlara karşı ayaklanmalarla geçiyor dönem. Bunları mı, Kanuni dönemini mi istiyorsunuz?
Resmin bütününü görmek lazım. SSCB yıkılmasından sonra doğu Avrupa ülkeleri birer birer demokrasiye geçtiler. Macaristan ile başladı devam etti. Onlar geçerken batı ülkeleri de onları desteklediler. İki tane radyo vardı Avrupa’da ve ikisi sadece bu demokrasiye geçmeyi destekleyecek yayınlar yaptılar. Ben o yıllarda Çekoslovakya’da görev yaptım ve yakından gördüm. Sonra Latin Amerika demokrasiye geçi. Evvelce koyu diktatörlükler altında yaşıyordu. Derken Uzak Doğu ülkeleri sonra da Afrika ülkeleri. İstisnası Orta Doğu ülkeleri. Fas’tan Afganistan’a kadar olan ülkede demokratikleşme hareketi göremedik. Tek bir devlet gerçek demokrasi haline gelemedi. Acaba neden büyük devletler bu bölgelerdeki petrol ve doğal gaz kaynaklarını ve bölgenin stratejik özellikleri, Süveyş kanalı gibi dikkate alarak bu bölgelerde kendilerine yakın olacak, işbirliği yapacak yönetimleri tercih ettiler. O ülkenin halkına kendi ulusal çıkarlarına hizmet edecek yönetimler olsunlar demediler de, enerji çıkarlarına zarar vermeyecek hükümetler olsun diye düşündüler, onları desteklediler. İşin diğer boyutu, başından itibaren demokratikleşme cereyanı başlamıştı. 1953 yılında Musaddık İran Parlamentosu’nda beni başbakan seçerseniz İran petrollerini millileştireceğim dedi. Seçildi. Şah Tahran’dan kaçtı. Petrol çıkarlarını kaybeden büyük devletler Musaddık’ı devirebilmek için komplo yaptılar. Roosevelt’in torununa verdiler bu görevi. Bu plan için Kıbrıs’a yerleşti, hazırlandı, İran’a geçti ve İran’da Musaddık’ı destekleyen halkı kışkırttı. Sonun da büyük bir halk ayaklanması düzenlediler. Şah geri döndü. Zahidi başbakan oldu ve petrollerin Amerikalılara ve İngilizlere verilmesini kabul etti. Oysa İran o sırada demokrasiye geçebilseydi cumhuriyet gelecekti ve hem İran’ın hem Orta Doğu’nun kaderi değişecekti. Buna izin vermediler. Ondan sonra hiçbir ülkede özgürlükçü akımlara tahammül edemediler. Nasır Mısır menfaatleri için Süveyş Kanalı’nı millileştirdiği zaman muazzam bir tepki gösterdiler, askeri harekat yaptılar İngilizler, Fransızlar ve İsrailliler. ABD baktı ki fazla ileri gidiliyor, baskı ile onları geri çekti. Yani özgürlükçü akımlara bölgede fırsat verilmedi. Artık bu devletlerin halkları da dünyadaki bu akımları görüyorlar. Tabanda bir patlama yaratıyor. halkın özlemleri. Tunus’ta patladı önce, sonra Mısır’a sıçradı. Arkadan Ürdün, Yemen. yarın nereye gidecek belli değil. Buna domino teorisi diyorlar. Halkı Müslüman olan ülkelerde Türkiye hariç hiçbiri laik değildir. Halkı Müslüman olan bir ülkede laiklik olmadan gerçek demokrasi olmuyor. Türkiye’nin demokrasiye geçmesini nedenlerinden biri laikliği kabul etmiş olmasıdır. Din kuralları ile çağdaş demokrasi kuralları bağdaşmaz. Kadın erkek eşitliği mesela. Allah ile kul arasında görecek ama devlet işlerini yürütürken ele almayacaksınız. bu ülkelerde iyi teşkilatlanmış aşırı dinci örgütler var. Mısır’da Müslüman Kardeşler. Filistin’de Gazze bölgesinde bu Müslüman Kardeşlerin uzantısı olan HAMAS var. Sudan’da var. Lübnan’da Hizbullah örgütü var. İran’ın yapısını biliyoruz zaten koyu bir din devleti. Halktan gelen bu akımlar köklü değişikliklere yol açar mı bunu göreceğiz. Tunus’ta büyük ölçüde başarıldı. Mısır’da kısmi bir başarı var. Mübarek’in aday olmayacağım diye şahsi teminatı dışında bir güvence var mı? Halk tatmin oldu mu? Olmadı. Hüsnü Mübarek gibi başka lider gelirse ne olacak? Çoğunluk hemen sonuç almak istiyor. Diğer ülkeler endişeli. Büyük devletler ne yapacak? Şimdiye kadar otoriter rejimlerle işbirliği yapmış devletler ne yapacak? O ülkelerin halklarının aynı Doğu Avrupa ülkelerinin halkları gibi kendi kaderlerine sahip çıkmalarına razı olacak mısınız, olmayacak mısınız? Eğer olmazsanız demek ki siz çeşitli formüler altında gene baskıcı rejimlere, devletlerle birlikte yaşamak isteyeceksiniz. Türkiye laikliği kabul etmiş tek Müslüman devlet olarak bölgede demokrasiye geçmiş ilk ve tek ülke alarak nasıl bir tavır alacak? Ben sayın Başbakanın ve Dışişleri Bakanının da demokrasiden bahsettiklerini hiç duymadım. şimdi şimdi söylüyorlar. Bu hükümetin bölgenin demokratikleşmesi için bir gayret sarf ettiğini ben görmedim. Demokratikleşirse bölgede ne sağlanır? 1. Bölgede yaşayan insanların, özgürlüğü, hakları, çıkarları sağlanır, aynı zamanda demokrasinin bölgeye yayılması barışı getirir. Çünkü dünya tarihinde demokratik ülkeler arasında bir savaş hiç yaşanmamış. Demokrasi barışın sigortasıdır. Demokrasi özgür basının olduğu rejimdir. O bakımdan demokrasi denetim rejimidir, hükümetleri maceralardan alıkoyan bir sistemdir. Şimdiye kadar bu iktidar batının çağdaş değerler sisteminden uzaklaşıp ekseni kaydırarak bir Orta Doğu ülkesi olmaya yöneldi. Demokrasi, İnsan hakları, kadın-erkek eşitliği, çağdaş yaşam, laiklik, basın özgürlüğü var. Uluslararası kuruluşların yayınladıkları endekslerde baktığınız zaman dünya içinde 28 demokrasi var diyorlar Türkiye bunların içinde yok. 50 civarında arızalı rejimler var Türkiye bunların içinde de yok. Karma rejimler var, totaliter ülkelerle ile demokratik ülkeler arasında, Türkiye bunların içinde. Dünya ülkeleri arasında Türkiye 8. sıradadır. Üzüntü verici bir şey bu. basın özgürlüğü ile ilgili Freedom House’un değerlendirmeleri var Türkiye 106.sırada. Sınır tanımayan gazeteciler örgütüne göre Türkiye 132. sırada. Kadın-erkek eşitliğinde Türkiye sürekli geriye gidiyor son yıllarda. 3-4 sene önce 95. sıradaydı sonra 115. sıraya düştü. Son olarak ise 129. sırada. İran ile Suudi Arabistan arasında yer alıyor. yargı bağımsızlığında tüm çağdaş ülkelerin arkasında geliyor Türkiye. Bu kadar geriye giden bir ülke demokrasi açısından Orta Doğu ülkelerine örnek olabilir mi? Siz halkın sesine, protestosuna kulak veriyor musunuz? Daha dün torba kanunu protesto eden insanların üstüne biber gazı sıkıyorsunuz, milletvekilleri de onlarla beraber, onlara da sıkıyorsunuz. Stadyumda millet başbakanı ıslıkladı diye soruşturmalar açılıyor. Hangi demokratik ülkede olmuş bu? Var mı? Yok. Birçok gazeteci hapiste. 100.000‘den fazla insanın telefonunu dinliyorsunuz. Herkes darbecidir. Böyle bir ülke sıkıntı içinde iken, bölge ülkelerine nasıl örnek olacak? Atatürk’ü Şah ziyaret ediyor ve yapılanları görüp hayran oluyor. Biz de yapmak istiyoruz nasıl başlayacağız diyor? Halkın iradesi ile başlayacaksınız. Biz ilk önce meclisi kurduk diyor Atatürk. Söz veriyorum buna yapacağım diyor Şah. Bir süre sonra mesaj gönderiyor ben size verdiğim sözü unutmadım ama burada softalar var bana engel oluyorlar. Önce oğlumu eğitime göndereceğim o yapacak bunları diyor. Oğlunun ne yaptığını gördük. Afgan Kralı geliyor çok etkilendim ben de Afganistan’ı çağdaş bir ülke yapmak istiyorum diyor. Atatürk zamanından beri Afganistan’a öğretmenler, uzmanlar gönderiliyor, oralarda çağdaşlık sembolü oluyor. Bir o günkü bir de bugünkü Türkiye’ye bakın. Onun için Türkiye’de başka bir devlet anlayışının egemen olması lazım. O da Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet doğrultusunda olabilir. Halkın çoğunluğunun bu doğrultuda bir tercih yapması lazım. Osmanlının son zamanlarında bir filozof Sakallı Celal demiş ki Türkiye garptan şarka doğru giden bir gemidir. Üzerinde bazıları garba doğru koşarlar. Atatürk bu geminin yönünü değiştirdi. Ama üzerinde daima doğuya doğru koşmak isteyenler oldu. Son 8 yıldır doğuya doğru koşanlar geminin kaptan köşkünü ele geçirdiler. Türk halkının elindeki şans seçimlerdir. 60 yıldan beri bu şansı elimizde tutuyoruz. Halk bu altın anahtarı kullanırsa Türkiye’nin yöne yine çağdaş ülkelerde olacaktır.
Bunun ekonomideki anlamı ne? Türkiye çok büyük ve zengin bir ülkedir başından itibaren, Tesisler, fabrikalar, demiryolları, madenler… Bu servetin sonucunda Türkiye GSMH ile dünyada 16. sıradayız. Buna karşılık bireysel refahta 63.sıradan 80. sıraya düştük. Niye böyle? Biz zengin bir ülkenin fakir çocukları olduk. Ülkenin kötü yönetilmesi neden oldu. Başka izahı yok. Her şeyimiz var, doğal kaynaklarımız var, tarımımız zengin. Adil bir gelir dağılımı yok. Zenginler daha zengin, fakirler daha fakir hale gelmiş. 15 milyon insanımız İspanya’nın hayat düzeyinde yaşıyor. En fakir 15 milyon insanımız da Fas’ın düzeyinde yaşıyor. Halkın %20’si milli gelirin yarınını alıyor. En fakir %20’si de %5‘ini alıyor. İşte Türkiye bunu düzeltmek zorunda. Normal bir hayat düzeyi için biz aile sigortası diyoruz, çeşitli sosyal projeler geliştiriyoruz. Türkiye zengin bir ülke, demokrasiye herkesten önce geçmiş bir ülke, Fransa’dan 11 sene önce kadınlara seçme-seçilme hakkı vermiş bir ülkenin geldiği duruma bakın. Demokrasiyi yaşatmak zorundayız. Türk halkı ülkemizi bu selamete ulaştıracaktır. Gerçekten bir demokrasi haline getirecektir.
Bu belge Görsel Basın arşivinde bulunmaktadır.