Son Eklenenler:
- Kıbrıs’ta beklenmedik gelişmeler – Onur Öymen – Cumhuriyet Gazetesi – 18 Nisan 2025
- SPUTNİK AJANSININ ADANA MUTABAKATIYLA İLGİLİ SORULARINA KARŞILIK VERDİĞİM MÜLAKAT 27 OCAK 2019
- ODA TV’DEN NURZAN AMURAN’A VERİLEN MÜLAKAT 27 EKİM 2019
- 3 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramının 99. yıldönümü Hakkında 25 NİSAN 2019
- CUMHURİYETTE “ ABD’NİN AMACI DEVLETÇİKLER OLUŞTURMAK” ADLI MÜLAKAT 24 AĞUSTOS 2019
- GAZETE DURUM’DAN BAHADIR SELİM DİLEK İLE MÜLAKAT “VETO HAKKINI SONUNA KADAR KULLANMALIYIZ 23 MAYIS 2022
- Cumhuriyet gazetesi Tuncay Mollaveisoğlu imzasıyla ve “Türkiye Geri Adım Atamaz” başlığıyla yayınlanan mülakat 22 TEMMUZ 2019
- ABD BAŞKANI TRUMP’IN AMERİKA’NIN 1987 TARİHLİ ORTA MENZİLLİ NÜKLEER SİLAHLAR ANTLAŞMASINI (INF) ASKIYA ALMA KARARIYLA İLGİLİ OLARAK SPUTNİK HABER AJANSINA VE BAŞKA YAYIN ORGANLARINA VERİLEN DEMEÇ 22 ŞUBAT 2019
- Türkiye’deki Demokrasi, İnsan Hakları, Basın Özgürlüğü ve Düşünce Özgürlüğü Alanlarındaki Eleştiriler Hakkında 21 KASIM 2019
- Erdoğan ve ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence görüşmesi ardından 18 EKİM 2019

Avrupa Birliği Uzmanlar Derneği Konuşması
CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in
Avrupa Birliği Uzmanlar Derneği’nde Yaptığı Konuşma
18 Kasım 2009
Değerli arkadaşlar, hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Konuşmamda öncelikle Türkiye – Avrupa Birliği ilişkilerinin geçmişine değinmek istiyorum. Eskiden Türkiye’de, Avrupa değerler sisteminin Türkiye’nin değerlerine ve hedeflerine uymadığı yönünde bir düşünce yoktu. O zamanlar ister merkez sağda, ister merkez solda olsun bütün partiler bu değerler sistemini benimsemişti. Avrupa’daki genel hava ise Türkiye’nin üyeliğine çok sıcak bakan bir havaydı.
1963 yılında Avrupa Birliği ile ortak üyelik antlaşması olan Ankara Antlaşmasını imzaladığımız zamandan beri Avrupalılar, Türkiye’ye her zaman Avrupa Birliği üyeliğinin Türkiye’nin elinde olduğunu söylediler. Bu antlaşmanın 28. maddesi uyarınca, Ankara Antlaşmasının amacı Türkiye’nin tam üyeliğidir. Her toplantımızda bize “Eğer antlaşmadan doğan yükümlülüklerinizi ve Avrupa temel değerler koşullarını yerine getirirseniz Avrupa Birliği’nin kapıları size ardına kadar açık olacaktır” mesajını verdiler. O dönemde o kadar sıcak bir hava vardı ki biz Avrupa Birliği yetkilileriyle yaptığımız görüşmelerde kendimizi evimizde hissederdik. Avrupa Birliği’nde bizi daima anlayışla karşılayan ve bize iyi niyetle yardımcı olmak isteyen insanlar vardı.
Avrupa’da Türkiye’nin üyeliğine karşı olanlar da vardı ama bugünkü gibi sözleri geçmiyordu. “Türkiye hiçbir zaman üye olamaz. Türkiye bizim değerler sistemimizle bağdaşmaz, bu yüzden Avrupa’da yeri yoktur. Bizim politikamız Türkiye’yi Avrupa’dan dışlamak üzerine olmalıdır” diyen politikacılar olmasına rağmen çoğunluğun havası farklıydı.
O dönemde Yunanistan da Avrupa Birliği’ne üye değildi. Ancak bizden önce davrandı. Türkiye üyelik sürecine Yunanistan’la aynı zamanda girmemekle, bence hata yapmıştır. Dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun bir sözü vardır; “Yunanistan boş bir havuza atlasa, siz de onun arkasından atlayın” demiştir. Bu sözüyle biz genç diplomatlara verdiği mesaj, Yunanistan’ın gerisinde kalmamamız gerektiği mesajıdır.
Yunanistan Avrupa Birliği sürecine girdiği zaman biz giremedik. Ama Avrupa Birliği Türkiye ile Yunanistan arasındaki dengeleri korumaya o kadar önem veriyordu ki Türkiye – Avrupa Birliği Ortaklık Konseyi kararı aldılar. Bu kararla, şimdiye kadar Türkiye ile Yunanistan arasında bir denge koruduklarını ve Yunanistan’ın üyeliğinin Türkiye- AB ilişkilerini hiçbir zaman etkilemeyeceğini deklare ettiler. Biz Avrupa Birliği üyelik başvurusu için Hükümetimizi ikna edemedik ama bu karardan sonra Avrupa Birliği’nin ayrım yapmayacağını düşünerek rahat ettik.
Değerli arkadaşlarım, Yunanistan’ın üye olduğunun birinci günü ilk icraatı, Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki 4. Mali Protokolü ve Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye vermeyi taahhüt ettiği mali yardımı veto etmek oldu. Bizim çeşitli itirazlarımıza rağmen Yunanistan bu vetosunu hiçbir zaman kaldırmadı. Bugün de hala kaldırmış değildir. Çünkü Yunanistan, Avrupa Birliği üyeliğinden yararlanarak Türkiye’nin üyeliğini engellemek istemektedir. Bunun için de öncelikle finansal kaynakları kısma yoluna gitmektedir. Avrupa Birliği’ne yaptığımız itirazlar karşılığında Avrupalılar bize, üye olana kadar bir ülkeye her türlü baskıyı ve engellemeyi yapabileceklerini ama üye olduktan sonra artık yapamayacaklarını söyleyerek Yunanistan’ın bu vetosunu kaldırmasını sağlayamadılar.
Özetle Yunanistan, AB üyeliğini sürekli olarak Türkiye’yi engellemek için kullandı. Mesela meşhur Kardak Krizinden kısa bir süre önce biz Avrupa Birliği ile Gümrük Birliği sürecine girmiştik. Buna göre biz Avrupa Birliği’nden önemli bir mali yardım alacaktık ve Avrupa Yatırım Bankası’nın kaynaklarından yararlanacaktık. Yunanistan daha birinci gün vetosunu koydu ve hiçbir mali yardım alamadık. Niçin? Kardak Krizini bahane ederek Türkiye’nin bütün parasal kaynaklarını kesti. Yıllarca bunu yaptı. Biliniz ki bizim yolumuz çok zor bir yol olmuştur.
Yunanistan engelini bir tarafa bırakırsak, o zamanlar Avrupalı siyasetçilerin genel yaklaşımı, Türkiye’nin üyeliği lehineydi. Ben 1978-79 yıllarında dönemin Dışişleri Bakanı rahmetli Gündüz Ökçün’ün özel danışmanıydım. Kendisiyle Avrupa Birliği ile ilgili pek çok seyahat yaptık. Bir gün Karma Parlamento Komisyonu toplantısı vesilesiyle Londra’ya gitmiştik. O dönmede Avrupalıların, Ecevit Hükümetinin Avrupa Birliği konusunda nasıl bir tavır sergileyeceği yönünde çekinceleri vardı. Türkiye’nin AB üyeliğinden vazgeçmesinden korkuyorlardı. Sayın Gündüz Ökçün’e Türk Hükümetinin AB üyeliğini destekleyip desteklemediklerini sordular. Gündüz Ökçün de “Evet, destekliyoruz” dedi. Bir anda salonda büyük bir alkış koptu. Yani, Türkiye’nin üyelik hedefinden vazgeçmemesine çok sevindiler. Yıllarca bu böyle devam etti. Avrupa Birliği’nin üst düzey yetkilileri Türkiye’ye ziyaretler yaptılar. Bizim yetkililerimiz Avrupa’ya gitti. Rahmetli Turgut Özal’la Brüksel’e yaptığımız seyahatleri hatırlıyorum. Orada önemli üst düzey yetkililer ve iş adamlarıyla çeşitli toplantılar yaptık. O toplantılarda Türkiye’nin üyeliği konuşulduğu zaman müthiş bir heyecan doğuyordu ve herkes desteklediğini söylüyordu. Ne zamana kadar? 1987’ye kadar.
1987 yılında, dönemin Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu başkanlığında toplandık ve birkaç Dışişleri mensubu ile Ankara Palas Otelinde aramızda küçük bir toplantı yaptık. Toplantımızın konusu, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik başvurusunda bulunup bulunmaması gerektiği idi. Toplantı sonrasında başvuruda bulunmamız gerektiği kanaatine vardık. Bu kanaatimizi dönemin Başbakanı Turgut Özal’a ilettik. İlk başta bize “Siz Avrupalıları tanımazsınız, Türkiye’ye çok güçlük çıkarırlar” dese de sonunda kendisini ikna ettik ve müracaatımızı kabul etti. Ancak şunu da söyledi; “Türkiye’nin Avrupa Birliği yolu dikenli, taşlı, yokuş yukarı bir yoldur. Bu yolda büyük güçlüklerle karşılaşacağız” dedi. İleri görüşlü bir devlet adamı olarak bugün yaşadıklarımızı daha o günden öngördü.
Bizim müracaatımızdan kısa bir süre önce Avrupa’dan, özellikle Almanya’dan pek çok heyet Türkiye’ye geliyordu ve gelen her heyet ısrarla Avrupa Birliği’ne müracaat etmememizi söylüyordu. O sırada Dışişleri Bakanlığı’nda Siyaset Planlama Başkanlığı görevini yürütüyordum. Bir gün İngiliz Büyükelçisi ile yaptığımız bir görüşmede, kendisi bana Avrupa Birliği, üyelik müracaatımızı reddettiği takdirde ne yapacağımızı düşünüp düşünmediğimizi sordu. Bu soruya çok şaşırdım. De Gaulle’ün, İngiltere’nin başvurusunu iki defa veto etmiş olmasını kastettiğini sandım. “Siz ne yaptıysanız onu yaparız. Siz iki defa reddedildiniz ama mücadele ettiniz ve sonunda üye oldunuz. Biz de mücadele eder ve üye oluruz” dedim. Bunun üzerine “Reddedilirseniz ne yapacağınızı biliyor musunuz? Alternatifiniz hazır mı?” diye tekrar sordu. Buna çok şaşırdım ama aklımın bir kenarına yazdım. Bu sorunun aslında bir mesajı vardı.
Neticede, Mayıs 1987’de Avrupa Birliği üyeliğine müracaat ettik. Temmuz ayında Avrupa Parlamentosundan zehir zemberek bir karar çıktı. Bu kararda Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi dost bir ülke olarak mı, yoksa düşman mı gördüğü açıkça bellidir. Türkiye’yi ailenin müstakbel bir üyesi olarak mı, yoksa ailelerine sokmamaya ant içtikleri bir ülke olarak mı gördükleri ortadadır. Bugünkü ilerleme raporlarında hangi konular varsa, Ermeni meselesinden Kıbrıs konusuna kadar her konu bu kararda da vardır. O günden bu yana çıkan bütün raporlar da hep bunun tekrarıdır. Belli ki Türkiye’ye yönelik ciddi bir tepki var. İki ay öncesine kadar Türkiye’nin üyelik hedefinden vazgeçmemesi yönünde telkinler yapan Avrupalılar, bir anda her konuda bizi engellemeye başladılar.
Gümrük Birliği müzakereleri sırasında üye ülkelerle zorlu bir müzakere süreci yaşadık. Sadece sanayii ürünlerinin Gümrük Birliği’ne dahil olması, tarım ürünlerinin dahil olmaması üzerinde müzakere yapılıyordu. Oysa ki Türkiye asıl tarımda zengin bir ülkedir. Hizmetler sektörünü de Gümrük Birliği’ne dahil etme konusunda çetin müzakereler yaptık. Her üye ülkeyi ikna etsek de Almanya’yı ikna edemedik. Dolayısıyla hizmetler sektörünü Gümrük Birliği’ne dahil edemedik. Gümrük Birliğinden sonra tam üyelik için çalışmalara başladık ve bu konuda en önemli partnerimiz Almanya idi.
O tarihlerde ben Almanya Büyükelçiliği görevimi tamamlamış ve Ankara’ya dönmüş, Dışişleri Müsteşarı olarak görev yapmaktaydım. 1995–1996 yıllarıydı. Alman Dışişleri Müsteşarı, Türkiye’nin üyeliğini konuşmak üzere beni Almanya’ya davet etti. Yaptığımız görüşmede Türkiye’nin hedefinin ne olduğunu sordu. Ben de kendisine hedefimizin tam üyelik olduğunu söyledim. Bunun üzerine bana tam üyeliği unutmamız gerektiğini söyledi. Nedenini sorduğumda Başbakanları Kohl’un Türkiye’nin üyeliğine kesin suretle karşı çıktığını ifade etti. Neticede, Kohl’ün Başbakanlık yaptığı on altı yıl boyunca ilişkilerde hiçbir ilerleme olmadı. Türkiye’den pek çok devlet adamının kendisini ziyarete gitmesine rağmen Kohl hiçbir şekilde Türkiye’nin üyeliğini destekleyeceğinin sinyalini vermedi.
Daha sonra parti başkanlığına seçilen Schröder verdiği bir demeçte “Türkiye’yi hiçbir zaman üye yapmayacağımızı kendilerine söyleyecek cesarete sahip olmalıyız” ifadesini kullanmıştır. Konuyla ilgili kendisine yaptığım bir ziyarette bu söyleminin nedeni sordum. Avrupa Birliği’nin bir kültür projesi olduğunu ve kültürden kasıtlarının da din olduğunu söyledi. Bu örnek, Avrupa Birliği’ndeki zihniyeti açıkça göstermektedir.
Bugüne geldiğimizde ise karşılaştığımız tablo daha vahimdir. Bugün Meclis Plan ve Bütçe Komisyonundaki görüşmelerde, Dış İşleri bütçesinin görüşüldüğü sırada, bu durumu orada da ifade ettim. Türkiye ciddi anlamda bir eksen kayması yaşamaktadır. Avrupa ülkeleri sürekli olarak Türkiye’yi iterken Ortadoğu ülkeleri kucak açmaktadır. Suriye ve İran gibi ülkelerle vize muafiyet anlaşmaları yaparken tek bir Avrupa ülkesiyle böyle bir anlaşma yapamıyoruz.
Bu tehlikenin boyutu somut olarak karşımızdadır. Biraz önce Sayın Bakan, yaptığı konuşmada Batı medeniyeti ile İslam medeniyeti arasında daha yakın bir ilişki kurma adına başlattıkları Medeniyetler İttifakı Projesinden bahsetti ve İspanya ile birlikte bu projeye başkanlık yaptıklarını söyledi. Peki, İspanya orada hangi medeniyeti temsil ediyor? Batı medeniyetini. Bu durumda biz hangi medeniyeti temsil ediyoruz? Türkiye, İslam medeniyetini mi temsil ediyor? Biz İslam medeniyetinin bir mensubu muyuz, yoksa Atatürk döneminden beri olduğu gibi, Batı medeniyetinin bir parçası mıyız? Neden bizi Batı medeniyetinin dışına çıkararak bizim gibi laik bir ülkeyi İslam ülkelerinin temsilcisi olarak o masaya oturtuyorsunuz? Tüm bu soruları Sayın Bakana sordum ama hiçbir cevap alamadım.
Özetle, Türkiye süratle Batıdan Doğuya doğru kaymaktadır. Elbette ki Doğu ülkeleriyle de ilişkilerimizi geliştirmeliyiz. Onlarla da tarihi ve kültürel ilişkilerimiz var. Ancak farkında olunması gereken nokta, Batı ülkelerinin değerler sistemi ile Doğu ülkelerinin değerler sisteminin farklı olduğudur. Bizim yanaştığımız limanın değerler sistemi demokrasi, fikir özgürlüğü, basın özgürlüğü, kadın-erkek eşitliği gibi değerlerden yoksundur. Osmanlı’nın son zamanlarında yaşamış Sakallı Celal adlı bir filozofun meşhur bir sözü vardır: “Türkiye sürekli olarak Garptan Şarka doğru giden bir gemidir. Bazıları bu geminin güvertesinde Batıya doğru koşarak Batıya gittiklerini sanırlar” demiştir. Atatürk bu geminin yönünü değiştirdi ve Türkiye’yi Doğudan Batıya giden bir gemi haline getirdi. O zaman da geminin üzerinde Batıdan Doğuya koşanlar vardı. Günün birinde bir baktık ki, bu geminin üzerinde Batıdan Doğuya koşanlar kaptan köprüsündeler. Gemiyi ele geçirmişler ve geminin yönünü tekrar yavaşça Doğuya doğru çeviriyorlar. İşte şimdi bu noktadayız.
Değerli arkadaşlarım, bir tercih yapalım. Ya Atatürk’ün özlediği çağdaş bir Batı ülkesi olacağız, ya da bütün yönleriyle bir Ortadoğu ülkesi olacağız. Üçüncü ihtimal ise Norveç gibi Avrupa’nın dışında bir Avrupa adası olmamızdır. Böyle bir şey olabilir mi? Ne kadar şansımız var bilemem ama çok bir şansımız olmadığı ortadadır. Yani, Avrupa’nın alternatifi Çin veya Rusya değil, Orta Doğudur. Türkiye Avrupa Birliği’nden uzaklaşırsa Ortadoğu’ya yaklaşacaktır. Asıl tehlike budur.
Hem o değerler sistemine dahil olacağımızı, hem de aynı zamanda Avrupa Birliği üyeliği için mücadele edeceğimizi söylüyorlar. Size şöyle bir hikaye anlatayım; Amerika’da, köyde yaşayan küçük bir kız hayatında ilk defa çarşıya gitmiş. Daha önce hiç görmediği garip bir alet görmüş ve dükkan sahibine onun ne olduğunu sormuş. Dükkan sahibi de bunun termos olduğunu söylemiş. Küçük kız ne işe yaradığını sormuş. Sıcak şeyleri sıcak olarak, soğuk şeyleri ise soğuk olarak koruduğu cevabını almış. Küçük kız termosu satın alıp evine gitmiş. Bir dahaki sefer o dükkana gittiğinde, satıcı termosu kullanıp kullanmadığını sormuş. Küçük kız da kullandığını, içine dondurma ile kahve koyduğunu söylemiş. Bir sıcak, bir de soğuk maddeyi aynı anda içine koymuş. Bu hikaye, birbiri ile uzlaşmayan iki şeyin aynı yerde bulundurulmamasına örnek olarak anlatılır. Yani, ya bir Ortadoğu ülkesi ve bir İslam devleti olacaksınız ya da Avrupa devleti olacaksınız. İkisi birden olmaz.
Türkiye’ye Avrupa’dan pek çok heyet gelir. Yine bu vesileyle gelen bir Fransız heyetine “Bizimle açık konuşun. Bizim sizlerle yüzlerce yıllık dostluğumuz var. Açık konuşalım” dedik ve Türkiye’nin üyeliğine neden bu kadar karşı çıktıklarını sorduk. Onlardan önceki Fransız hükümetlerinin, Avrupa’da Türkiye’ye en büyük desteği veren hükümetlerden biri olduğunu söyledik. Türkiye’yi en çok destekleyen diğer ülke de Hollanda idi. Politikalarını neden değiştirdiklerini sorduk. Türkiye’ye karşı politikalarını değiştirmelerinin en önemli sebebinin, Türkiye’nin Atatürk’ün kurduğu laik ve çağdaş devlet olmaktan çıkarak, bir din devleti olmaya doğru gitmesi olduğunu söylediler. Fransa’da 6-7 milyonluk Kuzey Afrikalı Müslüman bir toplulukla baş edemediklerini ve bu şekilde kökten dincilik ile din devletine kayan 70 milyonluk bir Türkiye’yi Avrupa’da hazmedemeyeceklerini söylediler. Ertesi gün yaptığımız bir görüşmede önümüze Türkiye ile ilgili hazırladıkları 37 sayfalık bir rapor çıkardılar. Ve “İşte bu raporda Türkiye’nin nasıl Doğuya kaydığını, laiklikten nasıl uzaklaştığını tespit ettik ve bizim tespitimize göre Türkiye, 2014 yılında laiklikten tamamen uzaklaşmış bir ülke olacaktır” dediler. Peki, biz ne yapmalıyız? Biz bütün gücümüzle bu hesabı ve tespitleri boşa çıkarmalıyız. Anlattığım tüm bu olumsuzluklara karşı mücadele azmimizi kaybetmemeli ve Avrupa Birliği üyeliği hedefimizden vazgeçmemeliyiz. El birliği ile mücadele etmeliyiz. Bu mücadeledeki en önemli unsur, en önemli itici güç de sizsiniz; Sivil toplum örgütleridir.
Şunu unutmamak gerekir ki Avrupa’da iki tür sivil toplum örgütü vardır. Biri NGO - Non Governmental Organisation - adlı hükümet veya meclisten bağımsız, görüşlerini açık bir şekilde ifade eden, savunan ve mücadele eden tam bağımsız örgütlenmelerdir. İkincisi GONGO – Government Organised Non Governmental Organisation – adlı sivil toplum örgütleridir. Bunların perde arkasında hükümet vardır. Hükümet her şeyi idare eder ama ortada bir sivil toplum örgütü varmış gibi gözükür.
Aramızda açık konuşalım, Türkiye’de NGO’lara tahammül yoktur. GONGO isterler. Siz bir sivil toplum örgütü olarak bir toplantıya katılacaksanız ve paraya da ihtiyacınız varsa Hükümete başvuruyorsunuz. Bunun sonucunda Hükümetin izinden ayrılamazsınız. Bu kadar basit. Türkiye’de böyle olmasını isterler. Buna rağmen mücadele edebiliyorsanız ve gerçek bir NGO olabiliyorsanız Türkiye’de çok şeyi değiştirirsiniz, Avrupa’da da çok şeyi değiştirirsiniz. Biri “Türkiye hiçbir zaman Avrupa Birliği üyesi olamayacaktır, çünkü o bir Asya ülkesidir” dediğinde ilk tepki sizden gelmelidir. Mesela Fransa’da Fransa Cumhurbaşkanı gazete ilanlarıyla protesto edilir. Siz bunu yapabiliyor musunuz? Türkiye’de, Türkiye’yi Doğuya götürecek demeçler veriliyor. Bunları protesto edebiliyor musunuz? Edemiyorsunuz. O zaman NGO olamazsınız.
Sizler çok önemli bir işe giriştiniz ve ben başarılı olacağınıza inanıyorum. Bu başarının tek bir şartı var, o da cesarettir. Cesaretiniz varsa bu işi mükemmel yaparsınız. Cesaretiniz yoksa, maalesef bu ümit dolu, güzel girişim başarılı bir sonuç vermez. Size tek bir tavsiyede bulunuyorum: Cesur olun.
Atatürk’ten bir örnekle bitireyim: “Gerçekleri söylemekten korkmayın”. Gerçekleri tespit ettiğiniz zaman, bunları söylemekten hiçbir zaman korkmayacaksınız. Bizi izliyorsunuz. Biz korkuyor muyuz? Hayır. Siz de korkmayın.
Hepinize saygılar sunuyorum, başarılar diliyorum.
Bu belge Konferanslar, Konuşmalar arşivinde bulunmaktadır.