AİHM Kararı, AB ve İncirlik Konularında Basın Toplantısı

CHP GENEL BAŞKAN YARDIMCISI SAYIN ONUR ÖYMEN’İN 12 MAYIS 2005 TARİHLİ BASIN TOPLANTISINDA YAPTIĞI KONUŞMA

Çok Değerli Arkadaşlar,

Aslında Sayın Haluk Koç ile birlikte bugün düzenlediğimiz basın toplantısının amacı başkaydı. Ancak bu arada Abdullah Öcalan ile ilgili AİHM kararı açıklandığı için bir iki hususu belirtmekte fayda görüyoruz. Bir kere şunu tespit etmek lazım. AİHM’nin geçmişte de  gördüğümüz gibi zaman zaman siyasi baskı altında karar verdiğinin örneklerine rastlıyoruz. Bunun en tipik örneği Loizidou davasıdır. Bu dava Türkiye’nin sınırları dışında egemenlik haklarına sahip olduğunu iddia eden ve bizim hiçbir şekilde kabul edemeyeceğimiz bir karardı. Dört yıl boyunca bütün Türk hükümetleri bu karara direnmiştir ve Avrupa Konseyi Delegeler Komitesinde yapılan çalışmalarda bu kararı kabul etmemişlerdir. Ne yazık ki, bu Hükümet zamanında bu karar kabul edilmiştir. Bu durum bu kararın siyasi niteliği ağır basan bir karar olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Öcalan davasının kararının tam metnini ve gerekçelerini okuyup, çok iyi değerlendirmemiz gerekiyor. Bunun ne kadar hukuki ne kadar siyasi baskı altında alınmış olan bir karar olduğuna bakmak lazım. Ayrıca bu kararda ne söylenmek isteniyor? Alt Mahkemenin aldığı kararının teyit edildiği görülüyor. Üç noktada İnsan Hakları Sözleşmesinin ihlal edildiği söyleniyor. Fakat bize şu ana kadar gelen bilgilere göre AİHM yeniden yargılama konusunda net bir karar almış değil. Tam metni gördükten sonra daha sağlıklı bir değerlendirme yapabiliriz. Bu demektir ki, konuyu Delegeler Komitesine bırakıyorlar. Delegeler Komitesi siyasi bir makamdır. Türkiye orada bu meseleyi bütün siyasi boyutları ile açıklamalıdır ve yeniden yargılanmanın niçin doğru ve mümkün olamayacağını orada savunmalıdır ve kabul ettirmelidir. AİHM’nin aldığı kararlardan hiçbiri eğer bu ihlaller olmasaydı dava başka türlü sonuçlanırdı düşüncesine ulaştıracak kararlar değildir. 30000 insanın ölümünden sorumlu bir terör örgütünün liderinin bundan daha hafif bir cezaya çarptırılacağının uygun olacağı yolunda bir yorum çıkartmak mümkün değildir. Türkiye bu meseleyi Delegeler Komitesinde çok etkin bir şekilde dile getirme olanağı ve gücü vardır. Ne yazık ki, bazı hükümet yetkilileri ve iktidar partisi milletvekilleri daha karar açıklanmadan önce yeniden yargılanmanın mümkün olduğunu, şeriatın kestiği parmağın acımayacağını söylemişlerdir. Bunlar son derece talihsiz, zamansız ve kendi kendimizi güç duruma düşürecek açıklamalardır. Biz böyle bir görüş beyan etmeden önce kendilerine kararın tam metnini görmelerini tavsiye ederdik. Sayın Genel Başkanımız Grup Toplantısında görüşlerimizi açıkladı, ve biz uyarı görevimizi yerine getirdik. Ancak iktidarın tavsiyelerimizi yeterince dikkate almadığını görüyoruz.
Hükümet kendini güç duruma sokmuştur. Daha açıkça mahkemeden yeniden yargılanma konusunda bir karar çıkmamışken böyle bir karar çıkmış gibi açıklama yapılması son derece yanlış olmuştur. Geçmişte bazı başka davalarda da yeniden yargılama yolunda kararlar almıştır fakat bize şu ana kadar ulaşan bilgilere göre bu kararda net olarak böyle bir unsur yoktur. Bu da Türkiye’nin elini kuvvetlendiren bir husustur. Ancak şu da unutulmamalıdır ki, maalesef uluslararası hukuk iç hukuktan farklı olarak hala siyasi unsurlardan tamamen arındırılmış bir nitelik kazanamamıştır. O bakımdan bizim son derece duyarlı ve dikkatli olmamız gerekiyor.
Bir de bazı ihlal kararlarının oy çokluğuyla alındığını da dikkate almak gerekiyor. Bu demektir ki, bütün hakimler o noktalarda ihlal olduğu kanısında değiller. Bunu da bizim önemli bir şekilde değerlendirmemiz gerekiyor.
Değerli arkadaşlar;
Bunun dışında iki konuda daha sizlerle görüşlerimizi paylaşmak istiyoruz. Bunlardan bir tanesi AB ile ilgilidir. Biz hükümeti AB konusunda 17 Aralık tarihinde çıkan ve bizim için son derece olumsuz koşullar içeren kararına rağmen kararlı ve dikkatli bir politika izlemeye davet ediyoruz. Bu noktada baş müzakereci tayininin de gecikmesinin makul olmadığını anlatmaya çalışıyoruz. Hatta bu konuda bir yazılı soru önergesi de verdik ancak henüz bir cevap alabilmiş değiliz. Bu arada basında Sayın Başbakanın bir demecini gördük ve hayretler içinde kaldık. Sayın Başbakan diyor ki, “Baş müzakereci benim. Ne gerek var baş müzakereci atanması konusunun defalarca dile getirilmesine. Hiçbir aday ülke baş müzakereci atamamıştır.” Öyle anlaşılıyor ki, Sayın Başbakanı yanıltmışlardır, kendisine yanlış bilgi vermişlerdir. Elimde görmüş olduğunuz belgede aday ülkelerin baş müzakerecileri ve sıfatları yer alıyor. Yardımcılarını bu gibi konularda Başbakanı daha iyi bilgilendirmeye davet ediyoruz. Aksi takdirde, şimdi olduğu gibi kendisi kamuoyunda mahcup duruma düşebilecektir. Burada hepsi var. Mesela İspanya’nın baş müzakerecisi Carlos Westendorp. Kendisi benim de yakın arkadaşımdır ve baş müzakerecilikten önce AB İşleri Genel Direktörü’ydü. Hiçbir zaman İspanya Başbakanı Felipe Gonzales “Ben Başbakanım, baş müzakereci benim” dememiştir. Müzakere masasına başbakanlar değil baş müzakereciler oturur. Gerektiğinde ilgili bakanlar veya başbakanlar müdahale edebilir, ama bu Başbakana müzakereci sıfatı vermez. Gayet tabii ki, müzakereciler talimatlarını Başbakanlardan alırlar, ama baş müzakereci demek masaya oturup bilfiil müzakereleri yürüten insan demektir ve şimdiye kadar hiçbir ülkenin Başbakanı müzakere masasına oturarak bilfiil müzakereleri yürütmemiştir. Başbakanın bu gibi sözleri, Avrupa Birliğinde, Türkiye’de üst düzeyde bu konunun ne kadar az bilindiğini gözler önüne sermiştir. O bakımdan bizi biraz güç durumda bırakacak ifadelerdir. Aday ülkeler içerisinde baş müzakerecilik görevini yapanlar ya Dış İşleri Bakanlığı müsteşarlarıdır, ya AB işlerinden sorumlu bakanlardır, ya başbakanlık danışmanlarıdır, ya da büyükelçilerdir.
Sonuç olarak Türkiye’nin beş aydan beri bir baş müzakereci atayamaması büyük bir eksikliktir. Çünkü baş müzakereci müzakere stratejisinin belirlenmesinde en etkili bir rol oynayacaktır. Meclisle ve devlet makamlarıyla görüşecektir, müzakere pozisyonlarını saptayacaktır. Şu sıralar AB kendi içinde bu çalışmayı yapıyor ve müzakere pozisyonlarını saptıyor. Biz ne yapıyoruz? “Başbakanımız yetkilidir, o nasıl olsa ne yapılacağını bilir”, diyoruz ve işi geçiştiriyoruz. Beş aydır bir baş müzakereci tayin edilememesinin bir izahı yoktur. Belli ki aralarında bazı görüş ayrılıkları var, bir isim üzerinde uzlaşamıyorlar, o yüzden de “buna ihtiyaç yoktur” diye kestirip atıyorlar. Bu ciddi bir devlete yakışmıyor. AB üyeliğini ciddi bir hedef olarak alıyorsak adımlarımız da ciddi bir şekilde atmamız lazım. Bu büyük bir eksikliktir.
Üzerinde konuşacağım ikinci mesele de İncirlik meselesidir. Aylardan beri bu konu tartışılıyor. Kamuoyunda öyle bir hava uyandı ki, biz Amerika ile bir anlaşmaya vardık ve İncirlik üssünü belli koşullarla Amerika’ya tahsis ediyoruz. Bir bakıyoruz ki, gerçek o değil. Hükümetin kararnamesinde İncirlik’in adı bile geçmiyor. Ne geçiyor? Türkiye’deki havaalanlarının, üslerin, limanların adı geçiyor ve bir sınırlama yok. Amerikanın da adı geçmiyor. Sadece Amerika’ya değil başka ülkelere de tahsis edebiliyorsunuz. İnanılacak gibi değil. Üsteli Sayın Dışişleri Bakanı üç gün önce ilgili komisyonlarda konuşurken kesinlikle asker geçmeyeceğini söylüyor. Ancak kararnamede askeri teçhizat, mühimmat ve personel diyor. Bu personel asker değilse nasıl bir personeldir. Orada bahçıvanlar, aşçılar, temizlikçiler mi kastediliyor. Asker değilse bu personel kimdir?
Şimdi bu konu neden onay için Meclis’e getirilmiyor? Biz zannettik ki, bu yalnızca Amerika ile yapılan İncirlik ile ilgili bir antlaşmadır. O zaman Türkiye ile Amerika arasında 1980 tarihli SEİA Antlaşmasının bir İncirlik eki var. Belli ki Amerika bu antlaşma ile elde ettiği haklardan tatmin olmuyor. Daha fazlasını istiyor. Ne istiyor, bilmiyoruz. Hükümet ne verdi onu da bilmiyoruz. Niçin tatmin olmuyor? Çünkü orada NATO’ya atıf var. Siz bu defa NATO’nun dışında bir antlaşma yapıyorsunuz. Peki bunu neden Meclise götürmüyorsunuz? Diyorlar ki, BM kararı var, bunun için Meclise gelmek gerekmez. Nereden çıkarıyorsunuz bunu? Anayasanın 92. maddesi diyor ki, yurt dışından asker gelecekse, yurt dışına asker gidecekse, savaş ilan edilecekse bu kararı Meclis alır diyor. Ama iki tane istisnası var. Bir tanesi diyor ki, törenlere katılmak üzere yurt dışından asker gelecek veya yurt dışına asker gidecekse bunun için Meclis kararına gerek yoktur. İkincisi de eğer bir uluslararası antlaşmanın uygulamasına binaen asker gönderilecek veya kabul edilecekse bunun için Meclis kararına gerek yoktur diyor. Mesela Türkiye’de bir NATO tatbikatı yapılacaksa bu tatbikat için ülkemize asker gelmesi için Meclisten yetki almaya gerek yoktur. Peki bir BM kararının olması Meclisten yetki almaya bir muafiyet kazandırıyor mu? Kazandırmıyor. Nereden biliyoruz? Şimdiye kadar buna benzer BM kararları çerçevesinde yurt dışına asker göndermeye karar verildiğinde, bundan önceki hiçbir Hükümet “bu, anayasanın 92. maddesine bir istisna teşkil eder, bu nedenle konuyu Meclise getirmeye gerek yoktur” dememiş. Mesela Somali’ye 1992 yılında BM Güvenlik Konseyi’nin 794 sayılı kararı çerçevesinde asker gönderirken Hükümet Meclisten yetki istemiş ve bu yetki 10 Aralık 1992’de 204 sayılı kararla Hükümete verilmiş. Yine 1992’de Bosna’ya ve 1997’de Arnavutluk’a asker gönderirken de ilgili BM kararlarına rağmen Hükümet Meclisten yetki almıştır. 1998’de Kosova’ya asker gönderirken de NATO kararı olmasına karşın, dönemin Hükümeti gelip Meclisten yetki almıştır. Yani sizden önceki bütün hükümetler Meclisin iradesine saygı göstermiş ve anayasanın 92. maddesindeki istisnaların arkasına saklanmamıştır. Bunu ilk defa siz yapıyorsunuz. Niçin yapıyorsunuz? Mecliste çoğunluğunuz mu yok? Acaba 1 Mart tezkeresinde karşılaştığınız durumla bir kez daha karşılaşmaktan mı çekiniyorsunuz? Niçin Meclisin iradesini göz ardı ediyorsunuz? Niçin bu kararı Meclise getirmiyorsunuz? Acaba başka ülkelerle de benzeri antlaşmalar yaptınız mı? Yaptıysanız nerede bu antlaşmalar? Niye bunları Meclise getirmiyorsunuz?
Anayasamızın 90. maddesine göre Meclisimize getirilmesine gerek olamayan antlaşmalar sadece süresi bir yılı geçmeyen ekonomik ve teknik nitelikteki antlaşmalardır. Bu antlaşmaların ekonomik ve teknik niteliği yoktur. Bunlar askeri ve siyasi boyutu olan antlaşmalardır. Bu antlaşmalarla savaşan taraflardan birine lojistik destek veriyorsunuz. Meclisin bu kararınızın siyasi denetimi yapmasına neden izin vermiyorsunuz? Acaba Meclisin siyasi iradesi bu yolda mıdır? O bakımdan bütün bunların Mecliste enine boyuna tartışılması lazım. Hükümetin anayasanın istisna maddelerinin arkasına saklanarak Meclise konuyu getirmemesini yadırgıyoruz ve bunu Meclisin iradesine saygılı bir davranış olarak görmüyoruz. Hükümeti bu konuyu bir kere daha değerlendirmeye davet ediyoruz ve ilerine bunun siyasi bedelinin çok ağır olduğunu düşünüyoruz.

Teşekkür ediyorum.


Bu belge Basın Bültenleri arşivinde bulunmaktadır.