HUKUK AÇISINDAN LOZAN

Lozan Antlaşması bir yandan da çöken bir imparatorluğun yerine çağdaş ve uygar bir devletin temellerini atan antlaşmadır. Bu nedenle Lozan Antlaşması devletimizin temel taşıdır. Lozan’a sahip çıkmak devletimize, cumhuriyetimize sahip çıkmaktır.

Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde ülkenin düştüğü durumu hatırlamadan Lozan’ın değerini anlamak zordur. Devleti yönetenler yabancılara teslim olmuşlardı. Frew adlı bir rahibin başkanlığını yaptığı İngiliz Dostları Derneği bir numaralı üyesi Padişah Vahdettin’di. Damat Ferit Paşa, İçişleri Bakanı Ali Kemal gibi bazı devlet adamları bu derneğin üyesiydiler. Atatürk Büyük Nutuk’ta bu derneği kuranların amacının Lord George hükümeti aracılığıyla İngiliz himayesini sağlamak olduğunu söylüyor. Ne yazık ki, o dönemde İstanbul basınının büyük bir bölümü de bu teslimiyetçileri destekliyor ve Kurtuluş Savaşını yapanlara ateş püskürüyordu.

Size mütareke basını hakkında fikir vermek için Refi Cevat Ulunay’ın Alemdar gazetesinde yayınlanan birkaç cümlesini okumak istiyorum:

• “Osmanlı İmparatorluğu İngiltere’ye yanaştıkça daima kazanmış, uzaklaştıkça kaybetmiştir. …Bizim için yol İngiltere’nin açacağı yoldur.” (İngiltere ve Biz, 19 Aralık 1918)

• “Dört baldırı çıplağın İngiltere’ye buğz etmesi yüzünden memleketin nasıl bir felaket uçurumuna sürüklendiğini gördük. Türkler için yegane çare İngilizlerle ele ele yürümektir. (İki Büyük Söz, 16 Haziran 1919)

• “Kilit Türkiye anahtar İngiltere’dir. Alem-i İslam kilidinin anahtarını İngiltere’nin emin ve itimat edilir eline tesliminde Alem-i İslam için hiçbir tehlike yoktur.” (Heyeti Murahhasa Hakkında bir İzahat, 23 Temmuz 1919)

• “Önce Müslümanım sonra Osmanlıyım… Yeniden kurcalanmak istenen bu milli cereyandan karnımız doydu.

• “Biz Anadolu’daki Kuva-yi gayri millicilerin işgal kuvvetleriyle baş edebileceğini sanmıyoruz. Salah-ı mevcudiyetimiz için bunların temsilcilerini yok etmemiz gerekir. Millet Anadolu’yu soyup, kasıp kavuran Kuva-yı gayrı milliyeye karşı halifesinin ve tahtının etrafında birleşecektir. ( Salah-ı Mevcudiyyet İçin, 26 Temmuz 1920)

İşte değerli konuklar, mütareke basını buydu. Atatürk ve arkadaşları yalnız ülkeyi istila eden yabancı ordularıyla değil, bu iç düşmanlarla da mücadele ederek büyük zaferi kazandılar.

Atatürk teslimiyetçiler için söylediği şu sözler bugün her zamankinden daha büyük önem kazanıyor:

“Güçsüz ve korkak insanlar, herhangi bir felaket karşısında milletin de uyuşukluğa düşmesine ve çekingen duruma gelmesine yol açarlar….Derler ki, biz adam değiliz ve olamayız! Kendi kendimize adam olmamıza imkan yoktur. Biz kayıtsız ve şartsız olarak varlığımızı bir yabancıya teslim edelim…”

Atatürk şuna inanmıştı: Türkiye’yi yalnız ve ancak milletin gücü ve iradesi kurtaracaktı. Yabancı himayesini savunanların büyük bölümü daha sonra yanlışlarını anladılar, milli mücadelede aktif görev aldılar ama bazıları cumhuriyeti içlerine sindiremediler, Padişahı, hiç değilse hilafeti korumayı savundular.

17 Haziran 1919 günü Osmanlı Hükümetinin Sadrazamı Damat Ferit Paşa, müttefik liderler, Wilson, Lloyd George ve Clemenceau ile Paris’te bir görüşme yaptı Damat Ferit Paşa. Bu görüşmede 15 Haziran tarihli muhtırasındaki görüşleri tekrarladı. Clemenceau’nun ona verdiği cevap uluslararası ilişkilerde örneği pek rastlanmayan cinstendi. Clemenceau şöyle dedi: “Avrupa’da, Asya’da veya Afrika’da hiçbir yer yoktur ki, orada Türklerin hakimiyeti refahı azaltmamış ve kültür düzeyini düşürmemiş olsun. Ve Türklerin çekildiği hiçbir ülke yoktur ki, refahı gelişmemiş ve kültürü yükselmemiş olsun. Türkler ister Hıristiyan Avrupalıların yaşadıkları yerlerde, ister Müslümanların yaşadığı Suriye, Arabistan ve Afrika’da, fethettikleri her yerdeki varlıkları tahrip etmekten başka bir şey yapmamışlardır.”

Türk heyetine bavullarını toplayıp ülkelerine dönmeleri söylendi. Hem de ilk trenle… Bir ülkeye ve bir millete bundan büyük hakarette bulunulamazdı. Daha da vahimi Türk Hükümetinin Başbakanının bu sözleri sineye çekebilmiş olmasıydı.

O dönemde Osmanlı yönetimi üzerinde yabancıların etkisi neydi? Bunun en açık örneklerinden biri İngilizlerin 1920 yılının Ocak ayında Osmanlı Hükümetine verdikleri bir notayla Milli Savunma Bakanının ve Genelkurmay Başkanının 48 saat içinde görevlerinden uzaklaştırılmalarını istemeleridir.

Ne yazık ki, İstanbul hükümetinin yabancıların bu pervasız isteklerine direnecek gücü yoktur. Onların istediği gibi Milli Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı görevlerinden ayrılıyorlar. Ali Rıza Paşa Hükümeti, Müttefiklerin istekleri doğrultusunda yabancıların imtiyazlarını genişletmeyi, azınlıkların haklarını koruyucu düzenlemeler yapmayı da kabul ediyor. Adalet, Maliye, Bayındırlık gibi bakanlıklarda yabancılara kontrol yetkisi vereceğini söylüyor.

12 Şubat 1920 tarihinde Londra’da toplanan Konferansta Sevr antlaşmasının temel unsurları ortaya çıktı. Bir şey daha ortaya çıktı, Müttefiklerin, özellikle İngilizlerin Türklerle ilgili düşünceleri. O Konferans sırasında İngiltere Başbakanı Lloyd George Türkleri “Bir insanlık kanseri, yönettikleri toprakların etine işlemiş bir yara “ olarak tanımlıyordu. Onun esas amacı Türkleri Anadolu’dan tamamen geri püskürtmektir. Ama diğer büyük devletlerin tutumu buna pek imkan vermiyor. Bu nedenle Lloyd George kaygılıdır. Konferansta şöyle diyor: “Bu belayı ve potansiyel dert kaynağını Avrupa’dan def etmek gibi büyük bir fırsatı şu anda gerçekten kaçırıyor olabiliriz.

O sıralarda Atatürk şu görüşleri dile getiriyor: “…İtilaf devletleri Türkiye içinde ayrılık ve iç çatışmalar çıkartılarak Kuvai Milliye’yi dağıtmaya çalışmaktadırlar. Kendi arzularını yerine getirecek zayıf hükümetler istemektedirler.”

Sevr Antlaşmasının imzalanmasından önce Müttefikler 16 Temmuz 1920 tarihinde Türklere bir muhtıra verdiler. Orada da Türkleri küçültücü, aşağılayıcı şu sözlere yer veriliyordu: “…Türkiye, bütün milletlerin özgürlüğüne karşı düzenlenen bir suikasta kendi arzusuyla katılmıştır… Türkiye böylece dostlarına ihanet etmiştir…Müttefikler Türklerin diğer milletler üzerindeki hakimiyetlerine son verme zamanının geldiğine görmektedirler…Bu sebeplerle Müttefikler Türk ırkından olmayan çoğunlukların bulundukları bütün toprakları Türk boyunduruğundan kurtarmaya azmetmişlerdi. Türkler bu anlaşmayı imzalamadıkları takdirde müttefiklerin onları ebediyen Avrupa dışına atmaları ihtimali vardır.”

151. madde büyük devletlerin azınlıklar konusunda Milletler Cenmiyetine danışarak alacağı bütün kararlara uymayı Osmanlı İmparatorluğu peşin olarak kabul ediyordu. Daha sonra imzalanacak Lozan’ın 45. Maddesinde, Batı Trakya’daki Türk kökenlilerin Türkiye’deki Rumlarla de aynı haklara sahip olacakları yolunda yer alana benzer bir ifade Sevr antlaşmasında mevcut değildi. Sevr’de din, dil ve ırk azınlığından söz ediliyordu. Böylece farklı ırktan olan ve farklı dili konuşanlar da farklı dine mensup olanlar gibi azınlık sayılacaktı. Lozan ise sadece dini azınlıklardan söz ediyordu.

Sevr Antlaşmasında İstanbul’daki Rum Patrikhanesinin de yetkileri genişletilmekte, Patrikhanenin yönettiği okul ve yetimhaneler üzerinde devletin sahip olduğu denetim yetkisi kaldırılmaktaydı.

19 Nisan 2004 tarihli ve Irak’ın Kürdistan Bölgesi Anayasası başlıklı belgenin başlangıç bölümünde Sevr antlaşmasından söz ediliyor ve uluslararası menfaatlerin Kürtleri bu antlaşmadaki haklarından mahrum ettiği söyleniyor. “Güney Kürdistan”ın 1925’de Irak devletine bağlanması eleştiriliyor.

İşte Atatürk’ün önderliğinde zaferle sonuçlandırılan milli mücadeleyi ve daha sonra 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Barış antlaşmasını değerlendirirken Türklerin canları pahasına yırtıp atarak tarihin çöplüğüne gönderdikleri Sevr Antlaşmasını daima hatırda tutmakta fayda var.

Lozan Barış Antlaşması İsmet Paşa’nın tabiriyle Türkiye için çok büyük bir sınavdı. İsmet Paşa şöyle diyor:

“Mudanya Mütarekesinden sonra Lozan Konferansı, milletimizin Avrupa ortasında davet olunduğu büyük bir imtihandır. Türkiye, medeni âlem ortasında davasını açık ve kesin olarak izah ve müdafaa edecek medeni ve siyasi bir seviyede midir? Acaba ortadaki manzara Anadolu dağlarında şu veya bu tesadüfün, veya Türkiye’ye hasım devletler tarafından işlenen şu veya bu hatanın tesadüfi neticesi midir? Yoksa bir milletin belli bir hedefe doğru giriştiği şuurlu bir mücadele midir? Lozan imtihanında, işte bu suallerin cevabı verilmiştir.”

Lozan’la taçlandırılan Milli Mücadelenin amacı neydi? Lozan Barış Antlaşması daha sonuçlanmadan Atatürk bu amacı şöyle anlatıyor:

“Milli mücadelenin maksat ve gayesi ülkemizin tam istiklalini ve kayıtsız şartsız egemenliğini sağlamak ve sürdürmektir”… Türk halkı asırlardan beri hür ve müstakil yaşamış ve bağımsızlığı hayatın bir zorunluluğu sayan bir kavmin kahraman evlatlarıdır. Bu millet istiklalsiz yaşamamıştır, yaşayamaz ve yaşamayacaktır.”

İşte İsmet Paşa ve Arkadaşları Lozan’a bu ruhla, bu azim ve iradeyle gittiler. Karşılarında dünyanın en büyük devletleri vardı. Türkiye’nin yanında olan, onu destekleyen kimse yoktu. Türkiye yalnızdı ama çaresiz değildi. Şerefli bir barış sağlanamazsa silahlı mücadele sonuna kadar sürdürülecekti. Bugün Türkiye’nin tek başına kaldığı mücadelelerde yılgınlığa düşenler Lozan’da o yalnızlığın içinden nasıl bir zafere ulaşıldığını hatırlamalıdırlar.

Lozan’da ne oldu?

Lozan’da ele alınan başlıca konular Sınırlar meselesi, Boğazlar konusu, Kapitülasyonların kaldırılması, Azınlıklara verilecek haklar, Ahali Mübadelesi gibi başlıkları altında müzakere edildi. Türk heyeti üzerinde büyük baskılar yapıldı. Özellikle kapitülasyonların kaldırılmasına karşı büyük direnç gösterildi. Türkiye’nin ekonomik ve mali bağımsızlığına kavuşmasına büyük devletler bir türlü razı olmak istemiyorlardı. Ama Türk heyeti kapitülasyonların kaldırılmasını en önemli hedeflerinden biri olarak ortaya koydu.

Lozan’da İsmet Paşa’ya büyük baskı yapmaya çalıştılar. Ama Türkiye’nin bu baskılara boyun eğmeğe niyeti yoktu. İsmet Paşa Atatürk’ün talimatıyla sonuna kadar direnecekti. Neye mal olursa olsun. Bir noktada İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon hazırladıkları bir metni Türk heyetine adeta bir ültimatom şeklinde verdi. Türkler ya bu metni kabul edecekler veya Lord Curzon Konferansı terk edip Londra’ya dönecekti. İşte o günü Amerikan Delegesi Grew anılarında şöyle anlşatıyor:

3 Şubat 1923
“(…) Curzon bugün İsmet’e, yarın öğleden sonra antlaşma metninin masaya konulacağını, eğer isterse gelip imzalamasını, bunun kendisine verilmiş son şans olduğunu söylemiş. Curzon, Bombard ve Garroni [İngiltere, Fransa, İtalya temsilcileri] ile birlikte yaptıkları toplantıda Müttefiklerin son fedakârlıklarını da içine alan kesin antlaşma hükümleri İsmet Paşa’ya verildi.
“Böylece bekledik ve her an antlaşmanın imza törenini görmek için davet edilmeyi umduk. Ansızın saat tam 20’de yukarıda bir kapının açıldığı duyuldu. Herkes kalktı ve merdivene doğru ilerledi. Bir an içinde Paşa göründü, arkasında delege arkadaşları olduğu halde merdivenden inmeye başladı.
“Son basamaklara gelince melon şapkasını çıkardı, neşeli bir insan tavrı ile gülerek ve başını sağa sola çevirerek, nezaketle salondaki kalabalığı selamladı ve otelden çıkıp gitti. Bu sahneyi ömrüm oldukça unutmayacağım. Konferans bitmişti. Hiçbir imzalama olmayacaktı. Chaild ve Bristol ile birlikte hemen Curzon’un odasına gittik. “Herkes dışarı çıkmıştı. Bir anda Curzon göründü, kızgın bir boğa gibi odaya hücum etti, bizlere baktı, parmağını havada dalgalandırarak aşağı yukarı yürümeye başladı. Durmadan ter döküyor ve içeridekilerin yüzüne bakıyordu. Birden bağırdı: “Dört korkunç saatten beri burada oturduk ve İsmet her sözümüze şu bayat ve adi kelimelerle cevap verdi: ‘Bağımsızlık ve ulusal egemenlik.’ Biz elimizden geleni yaptık. Hatta Bombard bile masayı yumrukladı ve İsmet’i savaş kundakçılığı ile suçladı. Şimdiye dek kendisinden duyduğum en kuvvetli konuşmayı yaptı.
“Her şey bitmişti. Curzon ızdırap ve korku içinde idi.”

Atatürk daha kurtuluş savaşı sonuçlanmadan önce, 1 Mart 1922 tarihinde Meclis’in Üçüncü Toplantı yılını açarken yaptığı konuşmada şöyle diyordu:

“Bugünkü mücadelelerimizin gayesi, tam bağımsızlıktır. Bağımsızlığın tamamı ise ancak mali bağımsızlık ile mümkündür. Bir devletin maliyesi bağımsızlıktan mahrum olunca o devletin bütün hayati kuruluşlarında bağımsızlık felç olmuştur. Çünkü devletin her organı, ancak mali kuvvet ile yaşar.”

İşte bu anlayışa sahip olan İsmet Paşa Lord Curzon’un hemen arkasından Konferansı terketti, Ankara’ya döndü.

Bir süre sonra geri adım atan Batılılar oldu. İsmet Paşa’yı tekrar Lozan’a davet ettiler ve Türklerin önerileri doğrultusunda bir antlaşma yapmaya razı oldular. Türklerin blöf yapmadığını anlamışlardı ve yeni bir savaşı göze alacak durumları da yoktu.

İsmet Paşa şöyle diyor: “Gerek Mösyö Poincaré ile yaptığım konuşmada, gerek Lozan Konferansında anladım ki, kapitülasyonlarla ilgili devletler Türkiye’de bunun kaldırılmasının Çin’e kadar bütün şark milletlerini harekete geçireceği endişesindeydiler.

Ama korkunun ecele faydası yoktu. Atatürk “Doğu milletlerinin bağımsızlıklarına kavuşacaklarını güneşin doğuşunu gördüğüm gibi görüyorum” diyordu. Öyle de oldu.

Bir gün İngiliz Dışişleri Bakanı ve Baş Delegesi Lord Curzon İsmet Paşayı davet eder. Yanında da ABD temsilcisi vardır. Curzon İsmet Paşa’ya şöyle der:

“Paşa, sizden hiç memnun değiliz. Ne söylesek reddediyorsunuz. Bu reddettiklerinizi biz cebimize koyuyoruz. Ülkeniz haraptır, perişandır, imara ihtiyacı vardır. Yarın gelip bunun için paraya ihtiyacınız olacak. Bu para bir bizde var bir de şu yanımdaki Amerikalılarda var. Biz önümüze gelip de diz çöktüğünüz, bizden borç istediğiniz zaman bu cebimizdekileri ortaya çıkartacağız”

İsmet Paşa bu konuşmayı yıllar boyunca defalarca anlatmıştır. Lord Curzon’un bu sözlerinin kendisine ders olduğunu ve siyasi hayatı boyunca dış borç almamaya özen gösterdiğini söylemiştir.

“Biz Cumhuriyeti elli sene tatbik ettik, bu müddet esnasında yatırım yaptık, demiryolları yaptık, demiryolları satın aldık, endüstriler kurabildik. Şeker endüstrisi, dokuma endüstrisi vs. gibi mütevazı endüstriler.. Diğer endüstrileri kurmadan yapamayız. Bu endüstrileri kurmak için, demiryollarını satın almak için, yeni demiryolları yapmak için istikraz mı ettik? İstikraz etmedik, hiç birini istikraz etmedik. Kendi paramızla yaptık…”

Rıza Nur hatıralarında şöyle anlatıyor:

“Frenkler ekalliyet diye üç nevi biliyorlar. Irkça ekalliyet, dilce ekalliyet, dince ekalliyet. Bu bizim için gayet vahim bir şey, büyük bir tehlike. Aleyhimize olunca şu adamlar ne derin ve ne iyi düşünüyorlar. Irk tabiri ile Çerkez, Abaza, Boşnak ve Kürt’ü Ermeni ve Rum’um yanına koyacaklar. Dil tabiri ile Müslüman olup başka dil konuşanları ekalliyet yapacaklar. Din tabiri ile halis Türk olan bazı Türkmen boylarını da ekalliyet yapacaklar. Yani bizi hallaç pamuğu gibi dağıtıp atacaklar. Bu taksimi işittiğim vakit tüylerim ürperdi.”

Lozan Antlaşması’nın 37 ila 45. maddeleri azınlıklarla ilgili olarak varılan uzlaşmayı yansıtmaktadır. Sevr Antlaşmasında çok ağır koşullara bağlanmıştı. Üstelik antlaşmanın 151. maddesi Büyük devletlerin bu konudaki direktiflerini Osmanlı İmparatorluğuna bildireceklerini, Osmanlıların da bunları aynen yerine getireceğini yazıyordu. İşte Lozan bu hükmü de yırtmış ve yerine Sevr’de olmayan “karşılıklılık hükmünü getirmiştir”.

bugün Yunanistan’ın Lozan’ı ve daha sonra yapılan anlaşmaları ihlal ederek Batı Trakya Türklerine eğitim, dini haklar, vakıflar, vatandaşlık hakları gibi alanlarda yaptıkları baskılar ve kısıtlamalar karşısında Türk Hükümeti sessiz kalmakta, bunları sineye çekmektedir.

Lozan Antlaşmasının her maddesini burada tahlil etmeye yetecek vaktimiz yok, ama Antlaşmanın 16. maddesi üzerinde kısaca durmakta yarar var. Bu madde göre Sevr’den farklı olarak Türkiye’ye Ege denizinde Yunanistan’a açıkla bırakılmış olanların dışındaki ada, adacık ve kayalıklar üzerinde söz hakkı veriyordu. İşte Türkiye’nin Sayın Genel Başkanımızın Dışişleri Bakanı olduğu dönemde Yunanistan’ın Kardak’ı bir emrivaki ile ele geçirme girişimine karşı başarılı bir müdahale yaparken dayandığı madde bu maddedir. 1950’li yılların sonlarında İngilizlerin Kıbrıs’taki egemenliklerinden vaz geçecekleri anlaşılınca Türkiye’nin Adanın kaderi üzerinde söz sahibi olma girişimlerinin ve Londra ve Zürih Antlaşmalarıyla bu girişimleri başarıya ulaştırmasının altında da bu madde yatar. Yani hukuki ve siyasi açıdan Kıbrıs’ta bugün sağladığımız kazanımların kökeninde de Lozan Antlaşması yatıyor. Acaba bugünkü Türk Hükümeti de bunun farkında mı? Taviz vermiyoruz diye diye her gün Kıbrıs’ta büyük tavizler verenler Lozan’ın en büyük kazanımlarını bilerek veya bilmeyerek feda ediyorlar.

Değerli konuklar,

Lozan’da kazandığımız büyük zaferin anlamı nedir? Atatürk bunu şöye anlatıyor:

“Lozan antlaşması, Türk milleti aleyhine, asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr antlaşmasıyla tamamlandığı zannedilmiş, büyük bir suikastın yıkılışını ifade eden bir belgedir. Osmanlı devrine ait tarihe eşi geçmemiş bir siyasi zafer eseridir.”

Lozan müzakerelerinde yapılanlara benzer baskılarla, dayatmalarla karşılaştığımız zaman bugün de aynı direnci, gösterebiliyor muyuz? Türkiye çağının en büyük devletleriyle Lozan’da dişe diş bir müzakere yapmıştı.

Çıkış yolunu da Atatürk’ün büyük nutkunda buluyoruz. Atatürk şöyle diyor:

“Türk halkı asırlardan beri hür ve müstakil yaşamış ve bağımsızlığı hayatın bir zorunluluğu sayan bir kavmin kahraman evlatlarıdır. Bu millet istiklalsiz yaşamamıştır, yaşayamaz ve yaşamayacaktır.”

İşte bu İngiliz mandacılarından Sait Molla, Vahdettin’in üye olduğu derneğin başkanı Rahip Frew’e yazdığı bir mektupta İçişleri Bakanlığından istifa etmesine rağmen Padişaha ve onun teslimiyetçi görüşlerine bağlılığı devam eden Ali Kemal’den söz ederken “Bu zatı elde bulundurmak gerekir. Bu fırsatı kaçırmayalım. Bir hediye takdimi için en uygun zamandır…Ali Kemal Bey talimatınıza harfi harfine uyacak” diyordu. Sait Molla’nın bu sözlerini Atatürk Büyük nutkunda naklediyor

Lozan Antlaşması sırasında İsmet Paşa Batı Trakya’da bir plebisit yapılmasını önermiş, ancak İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon buna şiddetle karşı çıkmıştır. Zira o tarihte Batı Trakya’da Türklerin Rumlara karşı büyük sayısal üstünlükleri vardı. İsmet Paşa’nın Lozan’da sunduğu resmi belgelere göre Gümülcine’de 59,000 Türk’e karşı sadece 8,800 Rum yaşıyordu. Yani Türkler Rumların yaklaşık yedi misliydi. İskeçe’de 48,000 Türk’e karşı 6,000 Rum vardı. Yani orada da Türkler Rumların altı misliydi. Sonra ne olmuştur? Yunanistan’ın yıllardan beri sistemli olarak izlediği eritme politikası sonucunda Gümülcine’de Türklerin oranı toplam nüfusun % 55’ine, İskeçe’de % 45’ine düşmüştür Dedeağaç’ta da Lozan zamanında Rumların iki mislinden fazla olan Türklerin oranı bugün % 5’e inmiştir.

Gene Lozan’a aykırı olarak Türklerin kendi Müftülerini seçme hakkı da tanınmıyor.

Türk heyetine yapılan baskıları o tarihte Lozan’da Amerikan heyetinin üyesi olan Büyükelçi Grew anılarında şöyle anlatıyor:

“Müttefikler bir gece, sabahın ikisine kadar süren yedi saatlik bir toplantı sırasında İsmet Paşa’ya öyle yüklenmişlerdi ki, New York zenci mahallesindeki karakolda geçen bir soruşturma bunun yanında kibar bir yemek sohbeti gibi kalırdı.”

Lozan görüşmelerinde Türk heyetinin sergilediği azimli tavrı ünlü İngiliz tarihçi Toynbee şöyle anlatıyor:

“Türk delegasyonu Misak-ı Milli’de belirtilmiş olan toprak konuları, kapitülasyonlar, borçlar ve diğer milli çıkarlar sorunlarında bir adım dahi gerilememiştir.

Hemen hemen her konudaki Türk milliyetçi istekleri Lozan’da Müttefikler tarafından kabul edilmiştir. Ve dünya tarihte bir eşi olmayan bir olayla karşılaşmıştır. Yenilmiş, parçalanmış bir ulusun, bu harabe içinden ayağa kalkması ve dünyanın en büyük ulusları ile, tam eşit şartlar içinde karşı karşıya gelmesi ve Büyük Savaşın bu galiplerini dize getirerek her isteğini bunlara kabul ettirmesi şaşılacak bir şeydi.

Müttefikler, Misak-ı Milli’de belirtilmiş olan tam bağımsızlığın hiçbir unsurundan en ufak bir fedakarlıkta bile bulunmayan bir ulusu karşılarına dikilmiş bulmuşlardır. Bu düelloda kazanılan başarının en büyük şeref payı, kulağı ağır işiten fakat her şeyi son derece iyi hesaplayan, inatçı devlet adamı ve asker İsmet Paşa’ya ait bulunmaktadır.. .Ayrıca Türk baş delegesinin gerilemek bilmez karakteri, arkasında bulunan bir Devlet Başkanının, bir Parlamentonun ve Anadolu halkının azmi ile de desteklenmiştir. Lozan Konferansında İsmet Paşa değil Türkiye konuşuyordu.

Atatürk şöyle diyordu: “Bize milliyetperver derler. Fakat biz öyle milliyetperveriz ki, bizimle işbirliği yapan bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların bütün milliyetlerinin icabatını tanırız. Bizim milliyetperverliğimiz herhalde hodbinane ve mağrurane bir milliyetperverlik değildir.”

20 Nisan 1924 tarihinde kabul edilen Türk Anayasası da Atatürk’ün milliyet düşüncesine ışık tutması açısından özel bir önlem taşıyor. 1924 Anayasasının 88. maddesinde Türklerin kimliği tarif ediliyor. Maddede şöyle deniliyor: “Türk kimdir? Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk sayılır. Türkiye’de yabancı bir babadan doğup da rüşt yaşında Türklüğü seçen veya Türk vatandaşı kabul edilen herkes Türk sayılır.”

Atatürk bu konudaki düşüncelerini, milli siyasetle ilgili fikirlerini Meclise açıklarken şunları söylüyor: “ Bizim kendisinde açıklık ve uygulama imkanı gördüğümüz ilke milli siyasettir. Dünyanın bugünkü genel şartları, yüzyılların dimağlarda ve karakterlerde yerleştirdiği gerçekler karşısında hayalci olmak kadar büyük yanlış olamaz. Milli siyaset dediğim zaman kastettiğim anlam ve öz şudur: Milli sınırlarımız içine her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanmakla varlığımızı koruyarak millet ve memleketin gerçek saadet ve refahına çalışmak.”* Nutuk, s. 299

Atatürk 1923 yılında yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: “Mutlaka şu veya bu sebepler için milleti savaşa sürüklemek taraftarı değilim. Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır. Milleti harbe götürünce vicdanımda azap duymamalıyım. Öldüreceğiz diyenlere ölmeyeceğiz diye harbe girebiliriz. Ancak, milletin hayatı tehlikeye düşmedikçe savaş bir cinayettir. *Atatürk’ten Düşünceler, Enver Ziya Karal, METU Press, Ankara 1998, s. 85.

Hem milliyetçi olmak hem de ulusal çıkarlardan tek taraflı olarak vazgeçmek mümkün değildir. “Ulus ve ülkenin çıkarları gerektirdiği zaman insanlığı meydana getiren uluslardan her biriyle uygarlık gereği olan dostluk ve siyaset ilişkilerini büyük bir duyarlılıkla karşılarım. Ancak benim ulusumu esir etmek isteyen herhangi bir ulusun da, bu isteğinden vazgeçinceye dek, amansız düşmanıyım.” *Gökçen 343.
Lozan’da kazanılan diplomatik zaferi Atatürk Büyük Nutkunda şu sözlerle anlatıyor:

“Lozan antlaşması, Türk milleti aleyhine, asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr antlaşmasıyla tamamlandığı zannedilmiş, büyük bir suikastın yıkılışını ifade eden bir belgedir. Osmanlı devrine ait tarihe eşi geçmemiş bir siyasi zafer eseridir.”

Churchill Lozan için şunları söylüyordu:

“Türklerin yeniden Avrupa’ya girmeleri Müttefikler için en kötü aşağılanmadır…Müttefiklerin zaferi hiçbir yerde Türkiye’deki kadar tam olmamıştı. Şimdi galibin gücü hiçbir yerde Türkiye’deki kadar gösterişli bir şekilde aşağılanmamıştır. Ve sonunda başarılı bir savaşın bütün meyveleri, uğrunda binlerce askerin hayatını verdiği Gelibolu, Filistin, Mezopotamya…başarıları, bunların hepsi bir utanç içinde sona ermiştir.”

Türklerin büyük başarısı dünyanın en büyük ve en güçlü ülkesinin hükümetinin devrilmesine yol açmıştı. Başbakan Lloyd George Avam Kamarasında yaptığı veda konuşmasında şunları söylüyordu:

“İnsanlık tarihinde dahiler pek ender görülür. Fakat kötü talih, Tanrı bir dahiyi Türkiye’de dünyaya getirdi ve biz onunla çarpışmak zorunda kaldık. Mustafa Kemal gibi bir dahiyi yenmemiz imkansızdı.”

Fransız Başbakanı Aristide Briand’ın 1921 yılında yeni Türk Devleti ile Ankara Anlaşması’nın imzalanması nedeniyle; “Bizi arkadan vurdu, dağ başındaki haydutlarla, Mustafa Kemallerle anlaştı” diyenlere Fransız Meclisinde verdiği cevap:
“Dağ başındaki haydutlar diye isimlendirdiğiniz kahraman Mustafa Kemal ve onun tüm askerlileri burada olsalardı, teker teker hepsinin heykellerini dikerdik. Böylesine kahraman bir anlaşma imzalamaktan gurur duyuyorum.”


Bu belge Belgeler arşivinde bulunmaktadır.