Son Eklenenler:
- HUKUK AÇISINDAN LOZAN
- CUMHURİYET KİTAP DERGİ, SÖYLEŞİ
- TÜRKİYE’NİN ULUSAL GÜCÜ, BOĞAZİÇİ AYDINLAR DERNEĞİ-HAZİRAN 2021
- 23 NİSAN, ÇYDD DERGİSİ-23 NİSAN 2021
- AFGANİSTAN’IN DRAMI, AĞUSTOS 2021
- YUNANİSTAN TARİHTEN DERS ALMIYOR
- ATATÜRK’ÜN DIŞ POLİTİKA İLKELERİ VE TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI
- ULUSAL ÇIKARLARIN KORUNMASINDA GÖRÜŞ BİRLİĞİNİN ÖNEMİ
- ONUR ÖYMEN’İN CUMHURİYET GAZETESİ, TUNCAY MOLLAVEİSOĞLU’NA VERDİĞİ MÜLAKAT – 17 HAZİRAN 2019
- ONUR ÖYMEN’İN YENİÇAĞ GAZETESİNE VERDİĞİ MÜLAKAT “TÜRKİYE, ÖNCELİKLE ÇIKARLARINI KORUMALI” – 15 NİSAN 2019
ONUR ÖYMEN’İN 100. YIL PLATFORMUNUN DÜZENLEDİĞİ PANELDE YAPTIĞI KONUŞMA – 23 NİSAN 2019
Değerli konuklar,
Büyük Atatürk’ün Samsun’a çıkışının 100. Yıldönümüne yaklaştığımız bugünlerde Ulusal Egemenlik konusunda düzenlenen bu panele beni de davet ederek görüşlerimi açıklama fırsatı veren 100. Yıl Platformuna şükranlarımı sunuyorum.
Son günlerde, yerel seçimler vesilesiyle yaşanan bazı gelişmeler ulusal egemenlik konusunun ne kadar önemli ve ne kadar güncel bir mesele olduğunu bir kere daha göstermiştir.
Ulusal egemenlik konusunun bir dış bir de iç boyutu var. Dış boyutunu değerlendirirken Türk milletinin verdiği bağımsızlık mücadelesinin hedefini ve anlamını öncelikle düşünmemiz gerekiyor.
Türkiye’nin tam bağımsız bir Cumhuriyet kurması kolay olmamıştır. Yurt içinden ve dışından bağımsızlık mücadelesini engelleyen pek çok unsur vardı.
Birinci Dünya Savaşının sonunda büyük bir yenilgiye uğrayan Osmanlı İmparatorluğu varlığını neredeyse tamamen kaybetme noktasına gelmişti. Savaştan sonra, 17 Haziran 1919 tarihinde galip devletlerin katılımıyla düzenlenen Paris Konferansında, ABD Başkanı Wilson, İngiliz Başbakanı Lloyd George, Fransa Başbakanı Clemenceau, o kadar ağır sözler söylüyorlar ki, bunları bağımsız bir ülkenin siyasetçilerinin kabul etmesi, içlerine sindirmesi mümkün değildi. Ama ne yazık ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun başında bulunanlar böyle aşağılayıcı sözlere gerekli cevabı verecek güce ve cesarete sahip değildiler.
Clemenceau diyordu ki, “Avrupa’da, Asya’da ya da Afrika’da hiçbir yer yoktur ki orada Türklerin hakimiyeti, refahı azaltmamış ve kültür düzeyini düşürmemiş olsun. Türklerin çekildiği hiçbir ülke yoktur ki refahı gelişmemiş, kültürü yükselmemiş olsun. Yani ister Hıristiyan Avrupasında, ister Müslümanların bulunduğu yerlerde Türkler daima kötülük getirmişlerdir.”
Llyod George da şunları söylüyordu: “Türkler bir insanlık kanseri türüdür, yönettikleri toprakların içine işlemiş bir yaradır.”
İstanbul’daki bazı sözde aydınlar ve gazeteciler kendi ülkelerine zulüm yapan devletlere yaranmaya çalışıyorlardı. Daha kurtuluş savaşı başlamadan İstanbul’daki aydınlar Wilson Cemiyeti adı altında bir dernek kurmuşlar ve ABD Başkanı Wilson’a bir telgraf göndererek Türkiye’nin Amerikan mandası altına alınmasını talep etmişlerdi. Bu görüşleri Sivas Kongresinde de dile getirenler oldu. Atatürk bu gibi önerileri kesinlikle reddetti.
O dönemde İstanbul’daki Türk basınının önemli bir bölümü iyi bir sınav verememişti. Mütareke basını denilen yayın organlarında yayınlanan bazı yazılar basın tarihimiz açısından yüz kızartıcıdır.
Mütareke basınının önde gelen basın organlarından Alemdar gazetesinde Refii Cevat Ulunay diyor ki, “Osmanlı İmparatorluğu İngiltere’ye yanaştıkça daima kazanmış, uzaklaştıkça kaybetmiştir. Bizim için yol, İngiltere’nin açacağı yoldur.”
Aynı yazar Atatürk ve arkadaşları için şunları söylüyor: “Millet Anadolu’yu soyup, kasıp kavuran Kuvayi Gayrımilliye’ye karşı, halifesinin ve tahtının etrafında birleşecektir. Biz Anadolu’daki Kuvayi Gayrımilliyecilerin işgal kuvvetleriyle baş edebileceklerini sanmıyoruz. Salah ve mevcudiyetimiz için bunların temsilcilerini yok etmemiz lazım.”
Paris Konferansında söylenen aşağılayıcı sözler esas hedefin Türkiye’nin egemen ve bağımsız bir devlet olarak varlığının sona erdirilmesinin hedeflendiğini açıkça ortaya koyuyordu. O yıllarda İstanbul’daki devlet adamlarının basının ve aydınların büyük bölümü yılgınlık içindeydi. Çareyi savaşın galiplerinden medet ummakta arıyorlardı. Atatürk’ün başlattığı tam bağımsızlığı hedefleyen Milli Mücadeleye şiddetle karşı çıkıyorlardı. Kendini Paris’e davet ettiren Başbakan Damat Ferit bütün suçu İttihat ve Terakki’ye yüklemeye çalışarak galip devletlerin insafına sığınmak istiyordu.
Oysa Atatürk böyle bir yaklaşımı kesinlikle reddediyordu. Atatürk şöyle diyordu: “İnsaf ve merhamet dilenmekle millet işleri görülemez; millet ve devletin şeref ve bağımsızlığı elde edilemez, insaf ve merhamet dilenmek gibi bir kural yoktur. Türk milleti ve Türkiye’nin çocukları, bunu bir an akıldan çıkarmamalıdır.”
20 Ağustos 1920 tarihinde imzalanan ancak hiçbir zaman onaylanmayan Sevr Antlaşması Türkiye’nin bağımsızlığını açıkça ortadan kaldıran bir Antlaşmaydı. Milli Mücadelenin hedefi ise bağımsızlığımızın korunması için sonuna kadar mücadele etmekti. Atatürk şöyle diyordu: “Bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak olmaktan kurtulamaz…
Ulusun bağımsızlığını, yine ulusun kesin kararı ve direnişi kurtaracaktır. Bağımsızlık, uğruna ölmesini bilen toplumların hakkıdır.
Ben yaşayabilmek için, kesin olarak bağımsız bir ulusun evladı kalmalıyım. Bu yüzden ulusal bağımsızlık bence bir hayat sorunudur. Ya istiklal ya ölüm.”
Bugünlerde çokça dile getirilen beka sorunu budur. Yani bağımsızlık var olmak veya var olmamak meselesidir.
Peki tam bağımsızlık ne demekti? Atatürk onu da söylüyordu: “Tam bağımsızlık denildiği zaman, doğal, siyasal, mali, adli, askeri, kültürel ve her alanda tam bağımsızlık anlaşılır.”
Özetle değerli arkadaşlar 23 Nisan 1920’de kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisinin hedefi ülkemizin tam bağımsızlığını sağlamaktı.
Peki bunu Türkiye nasıl sağlayacaktı? Türkiye bunu başka ülkelerden nasihat ve tavsiye alarak değil, kendi gücüyle ve iradesiyle sağlayacaktı.
Atatürk şöyle diyordu:
“…Güç ve kuvvet, Türkiye’de ve Türkiye halkında olan gelişme cevherine, zehirli ve yakıcı bir sıvı katmıştır.
Bunun etkisi altında kalarak, milletin, en çok da yöneticilerin zihinleri tamamen bozulmuştur. Artık durumu düzeltmek, hayat bulmak, insan olmak için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler ortaya çıktı.
Oysa hangi istiklal vardır ki yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir. Tarihte, böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar, zehirli sonuçlarla karşılaşmışlardır. İşte Türkiye de bu yanlış zihniyetle sakat olan bazı yöneticiler yüzünden, her saat, her gün, her yüzyıl, biraz daha çok gerilemiş, daha çok düşmüştür.”
Sözünü ettiğim acı olaylar ve Türk milletini incitici gelişmeler sadece uzak geçmişte yaşanan olaylar değildir. Yakın geçmişte de ülkemizin bağımsızlığıyla bağdaşmayan bazı gelişmeler yaşanmıştır. 1960’lı yıllarda, Küba Krizi sırasında ABD ile Sovyetler Birliği arasında yapılan gizli görüşmeler sonucunda, evvelce Türkiye’ye yerleştirilen Jupiter füzelerinin Türk Hükümetinin rızası alınmadan, hatta Başbakan İsmet İnönü’ye haber dahi verilmeden geri çekilmesi bağımsız bir devlete gösterilmesi gereken saygıyla bağdaşmayan bir hareket olmuştur.
Kıbrıs konusunda BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından hazırlanan planın ve Kıbrıs Türk Cumhurbaşkanının ve Hükümetinin onayı alınmadan halk oyuna sunulması bağımsız bir ülkeye yapılabilecek bir muamele olmamıştır.
Ortadoğu ülkelerinde 1900’lü yılların başından itibaren başlayan ulusal bağımsızlığa dayalı bağımsızlık, egemenlik ilkelerine dayalı demokrasi hareketleri de devrin büyük devletleri tarafından engellenmiştir.
TBMM’nin Genel Kurul Salonunda Başkanlık divanının hemen arkasındaki duvarda Atatürk’ün şu sözleri yazılıdır: “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir.”
Egemenlik denilen kuvvetin hiçbir bağımlılık, hiçbir taksim, hiçbir eleştiri, hiçbir sınıf kabul etmeyecek şekilde ulusa ait oluşudur.
Atatürk’e göre; ”Toplumda en yüksek özgürlüğün, en yüksek eşitlik ve adaletin devamlı şekilde sağlanması ve korunması ancak ve ancak tam ve gerçek manasıyla ulusal egemenliğin kurulmuş olmasına bağlıdır. Bundan ötürü özgürlüğün de eşitliğin de dayanak noktası ulusal egemenliktir.”
Atatürk diyor ki, “Ulusal egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar batar yok olur. Ulusların tutsaklığı üzerine kurulmuş olan kurumlar her tarafta yıkılmaya mahkumdurlar.” (1924 )
Atatürk; “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletinindir, onun olarak kalacaktır.” der yani egemenlik milletindir ve milletin egemenliği kullanacağı yeri de TBMM olarak gösterir. Yani egemenliği millete ait olduğu sistem olarak Cumhuriyeti gösterir.
Milli egemenlik, Egemenliğin, yani devleti kuran, yöneten en üstün gücün, kişilere veya belli zümrelere değil, doğrudan doğruya millete ait olmasıdır. Cumhuriyetçilik ilkesini bütünler. Gerçek cumhuriyet egemenliğin millete ait olduğu cumhuriyettir. Egemenliğin millete ait olması büyük bir devrimdir. Zira Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşundan sona erişine kadar egemenlik daima tek bir şahsa, yani Padişaha ait olmuştur. 23 Nisan 1920’den sonra millet egemenliği kendi eline almış ve Kurtuluş Savaşı halkın temsilcilerinden oluşan Türkiye Büyük Millet Meclisinin idaresinde yürütülmüştür. Başkomutan Atatürk Ulusal Kurtuluş Savaşını TBMM’den aldığı yetkiyle yürütmüş ve zafere ulaştırmıştır.
Kendilerine milletimizin kaderi emanet edilmiş insanlar, Meclis, cumhurbaşkanı ve hükümet bilmeliler ki kendilerini iktidara ve yetkili makamlara getiren irade ve egemenliğin sahibi, Türk milletidir. İktidar mevkiine saltanat sürmek için değil, millete hizmet için getirilmişlerdir. Milletin kudretini yalnız ve ancak yine milletin çıkarları yolunda kullanmakla yükümlüdürler.
Atatürk’ün milli egemenlik (hakimiyet) ile ilgili özdeyişleri:
“Egemenlik, hiçbir mâna, hiçbir şekil ve hiçbir renkte ve işarette ortaklık kabul etmez.” 1922 (Nutuk II, S. 700)
“Toplumda en yüksek hürriyetin, en yüksek eşitlik ve adaletin devamlı şekilde sağlanması ve korunması ancak ve ancak tam ve kat’î mânasiyle millî egemenliğin kurulmuş bulunmasına bağlıdır. Bundan ötürü hürriyetin de eşitliğin de adaletin de dayanak noktası millî egemenliktir.”
“Arkadaşlar! Türkiye devletinde ve Türkiye devletini kuran Türkiye halkında tacidar yoktur, diktatör yoktur! Tacidar yoktur ve olmayacaktır. Çünkü olamaz.
Bütün cihan bilmelidir ki artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da millî egemenliktir. Yalnız bir makam vardır. O da milletin kalbi, vicdani ve mevcudiyetidir.” 1923 (Atatürk’ün S.D. I, S. 300)
Bir milletin kendi kaderine hakim olarak, kendi geleceğini tayin etme gücünü elinde bulundurması demektir. Yani bir milletin kendini idare etmesi, kendine hükümet edecek heyeti seçmesi anlamına gelir. İç görünüşü itibarıyla demokratik rejimi, yani egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu ortaya koyarken, dış görünüşü ile de milletin özgür ve bağımsız yaşamasını, yani dışa karşı millet birliğini ve bütünlüğünü ifade eder.
Milli Egemenlik, millet iradesini hakim kılması münasebetiyle demokrasinin temel şartıdır. Bu sebeple, bütün demokratik rejimlerde en üstün kuvvet ve devlet yönetimi konusunda belirleyici unsur olarak, devlete yön verirken, aynı zamanda devlet fonksiyonlarının oluşmasını da sağlar.
Milli egemenliğin önemi, 1930’lu yılların başında, Serbest Fırka’nın kendini feshetmesinden sonra basında yer alan bazı rivayetler sırasında da gündeme gelmiştir. Bazı gazeteler, Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığıyla Başbakanlığı birleştirerek Amerikanvari bir sistem kurmayı düşündüğü yolunda haberler çıkmıştı. Atatürk bu iddialara karşı çok sert tepki gösterdi ve şunları söyledi:
“Şaşarım o efendilerin aklı perişanına. Hep biliyoruz ki, memleketimizin başına gelen felaketlerin çoğu şahsi idareden gelmiştir. Bu kadar geri kalmamızın başlıca amillerinden biri budur. Biz öteden beri, böyle bir idareyi bertaraf etmek için mücadele ettik. Şimdi nasıl olur da benim aynı yola gitmekliğim, yeniden devlet hayatında tarafımdan böyle bir çığır açılması istenebilir…Amerikan sistemini memleketimizde tatbik etmeyi hiç hatırıma getirmedim; sistemsiz ve kanunsuz tarzda, Reisicumhurlukla Başvekaleti birleştirmeyi düşünmedim ve düşünecek adam olmadığım bütün milletçe malumdur zannederim.”
Atatürk rejim karşıtı hareketlerin ortaya çıkması durumunda hükümetin başına geçebileceğini söylemiş, ancak o takdirde Cumhurbaşkanlığını mutlaka bırakacağını belirtmiştir.
“… Yapacağımız şey basittir; Devlet Reisliğinden ayrılmak ve Parti’nin başına geçmek. Karşı taraftaki arkadaşlarla birlikte, ilkin beliren anarşi ve gerilik istidatlarını ortadan kaldırmak, ondan sonra da sükûnetle, samimiyetle yolumuza devam etmek…Belki bu suretle gayeye daha çabuk, daha kolay vasıl oluruz.”
“Ya onlar iktidara gelirse?”
“Olabilir. Biz hiçbir zaman daima iktidarda kalacağız diye bir iddiada bulunmadık ki.
“Ya inkılâp esaslarından saparlarsa?”
“Haaa! Bak, işte bu olamaz. Sen, ben ve inkılâpların hayatî kıymetini ve hedefini kavramış olanlar, bu gibileri her zaman bertaraf etmeye ve inkılâp esaslarını muhafazaya muktedir olacaktır.”
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar devrimin esaslarını nasıl muhafaza edeceklerdir? Çağdaş hukuk ve demokrasi yoluyla. Atatürk bu konudaki düşüncelerini 1925 yılında Anakara Hukuk Fakültesinin açılışında yaptığı konuşmada dile getirmiştir. Atatürk o konuşmasında özetle şunları söylemiştir:
“Uluslararası genel tarihin akışında Türklerin 1453 zaferini, yâni İstanbul’un fethini gözlerinizin önünde canlandırınız. Bütün bir Dünyaya karşı İstanbul’u sonsuzluğa değin Türk topluluğuna kazandırmış olan güç ve kudret, aşağı yukarı aynı yıllarda bulunmuş olan basımevini Türkiye’ye kabulü için hukukçuların uğursuz direncini kırmayı başaramamıştır.
Eskimiş hukukun ve izleyicilerinin basımevinin yurdumuza girmesine izin vermeleri için üçyüz yıl beklemek gerekmiştir.
Eski hukukun ve hukukçuların yeni devrim dönemimizde doğrudan doğruya bana çıkarttıkları zorluklardan örnek getirmeye kalksam, başınızı ağrıtma tehlikesiyle karşılaşırım. Fakat bilesiniz ki Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluş anlarında, onun bugünkü nitelik ve durumunu hukuk esaslarına ve bilim esaslarına aykırı sayanların başında ünlü hukuk bilginleri bulunuyordu. Büyük Mecliste egemenliğin kayıtsız – koşulsuz ulusta olduğunu belirten kanunu önerttiğim zaman, bunun Osmanlı Anayasasına aykırı olduğunu iddia ederek karşı çıkanların başında yine eski hünerleri ile ulusu aldatan tanınmış hukuk bilginleri bulunuyordu.
Hattâ Cumhuriyetin ilânından sonra olan feci bir olayı da hatırlatmak isterim. En büyük kentimizin bu yurtta belki Avrupa’da öğrenim görmüş yüksek uzmanlardan oluşan Baro kurulu, açıkça halifeci olduğunu duyuran ve duyurmakla öğünen birisini seçip kendisine başkan yapmıştır. Bu olay eskimiş hukuku izleyen eskimiş hukukçuların Cumhuriyet anlayışına karşı durum ve eğilimini belirtmeye yetmez mi? Bütün bu olaylar, devrimcilerin en büyük fakat en sinsi düşmanının çürümüş hukuk ve onun düzeltilemez hukukçuları olduğunu gösterir. Ulusun ateşli devrim atılımları sırasında sinmek zorunda kalan eski kanun hükümleri, eski hukukçular, iyilik yolunda gidenlerin etkisi ve ateşi yavaşlamaya başlar başlamaz derhal canlanarak, devrim esaslarını ve onun içten izleyicilerini ve onların değerli ülkülerini mahkûm etmek için fırsat beklerler. Bu fırsat eski kanunların varlığı ve eski hukuk esaslarının yürürlüğü ile ve eski anlayışını içten ve yüreğinde olarak korumada inatçılıkla direnen yargıçların ve avukatların varlığı ile sağlanır.
Büsbütün yeni kanunlar yaparak eski hukuk esaslarını temelinden ortadan kaldırmak girişimindeyiz. Ve yeni hukukun esasları ile alfabesinden öğrenime başlayacak bir yeni hukuk kuşağını yetiştirmek için bu kurumları açıyoruz. Bu girişimlerde arkadaşlarımız, yeni hukuku, bizimle birlikte, sözünü ettiğim nitelikte anlamış olan seçkin hukukçularımızdır.
Yeni Türk toplum yaşamının kurucusu ve güçlendiricisi olmak savı ile öğrenime başlayan sizler, Cumhuriyet döneminin gerçek hukuk bilginleri olacaksınız..Bir an önce yetişmenizi ve ulusun isteğini eylemsel olarak tatmine başlamanızı ulus sabırsızlıkla beklemektedir. Sizi yetiştirecek olan profesörlerin üzerlerine düşen görevi hakkıyla yerine getireceklerine eminim.
Cumhuriyetin yaptırımı olacak bu büyük kurumun açılışında duyduğum mutluluğu hiçbir girişimde duymadım ve bunu açığa vurmakla ve belirtmekle hoşnutum.»
Değerli arkadaşlarım Atatürk’ün egemenlik, bağımsızlık, demokrasi ve hukukun üstünlüğü konularındaki görüşlerini ülkemizde son yıllarda hukuk ve adalet konusunda yaşadığımız sorunların ışığında değerlendirmek gerekiyor. Atatürk’ün büyük umutlar bağladığı Cumhuriyet döneminde yetişen hukukçular onun beklentilerine cevap verebildiler mi? Siyasetçiler onun demokrasi bağımsızlık ve egemenlik konularındaki görüşlerini içtenlikle benimseyip uygulayabildiler mi?
Çağdaş Avrupa ülkeleriyle birlikte 1948 yılında imzaladığımız Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin gereklerini yerine getirebildiler mi? Demokrasi ve insan hakları alanlarında dünyanın en ileri ülkeleri arasında yer alabildiler mi? Eğer bu sorulara henüz olumlu cevap veremiyorsak Atatürk’ün hedeflerini gerçekleştirmek için daha alınacak çok yolumuz var demektir.
23 Nisan’ın 99. Yıldönümünde ve 19 Mayıs’ın 100. Yıldönümüne bir ay kala paylaşmamız gereken düşünceler ve kaygılar bunlardır.
Ancak Atatürk’ten öğreneceğimiz bir ders daha var. Hiçbir koşulda kötümser olmamak. Unutmayalım ki, 18 Mayıs 1919’da ülkemizin içinde bulunduğu koşullar bugünkünden iyi değildi. Şimdi hepimize düşen görev o koşullarda bile umudunu hiçbir zaman kaybetmeyen Atatürk’ün izinden giderek onun gösterdiği hedeflere ulaşmaktır.
İki hafta önce gerçekleştirilen seçimler bu alanda ümit ışığı olmuştur. Bu ışık hepimize güç vermeli ve sorumluluğumuzu hatırlatmalıdır.
Bu belge Belgeler arşivinde bulunmaktadır.