ONUR ÖYMEN’İN TÜM ÖĞRETİM ELEMANLARI DERNEĞİNDE YAPTIĞI LOZAN KONULU KONUŞMA – 24 TEMMUZ 2017

Değerli Arkadaşlar,

Son günlerde Lozan’la ilgili tartışmalar yeniden ön plana çıktı. Özellikle Lozan’da çok toprak kaybettiğimizi söyleyenler var.

Tarih boyunca bakacak olursak büyük devletlerin, imparatorlukların topraklarının zaman içinde daraldığını görüyoruz. Örneğin, bir zamanlar 55 milyon km2’lik topraklar üzerinde yaklaşık 500 milyon insana hükmeden eden İngiliz İmparatorluğundan bugünkü Birleşik Krallığa kala kala 242 bin km2’lik bir toprak kaldı.

Osmanlı İmparatorluğu en geniş döneminde 5 milyon 200 bin km2’lik topraklara sahipti. Duraklama ve gerileme dönemlerinde kaybedilen toprakların sonucunda Birinci Dünya Savaşına girildiğinde bu toprakların yarısından fazlasını kaybetmiş durumdaydı. Birinci Dünya Savaşından yenilgiyle çıkan Osmanlı İmparatorluğu imzaladığı Sevr Anlaşmasıyla bugünkü Anadolu topraklarının yaklaşık yarısına, o da kısıtlı egemenlik haklarıyla sahip bir devletçik haline gelmişti. Eğer bir hesap sorulacaksa, 5 milyon 200 bin km2’lik bir koca imparatorluktan 480 bin km2’lik bir devletçiğe nasıl düştüğümüzü, bunda kimlerin sorumluluğu olduğuna, dünyaya hükmeden devletlerden biri olan Osmanlı İmparatorluğunun hangi kötü yöneticiler tarafından bu hale getirildiğini sorgulamamız lazım. Bilimde, teknolojide, sanayide, silah endüstrisinde, gemicilikte nasıl olmuştur da dünyanın en ileri düzeylerinden en gerilere düşmüşüzdür? Nasıl olmuştur da Türkiye medeniyete yeni bir ufuk açan matbaayı, icadından 300 yıl sonra görebilmiştir? Geldikten sonra da yayınlanan kitap sayısında Türkiye Avrupa ülkelerinin çok gerisinde kalmıştır.

Türkiye’nin Lozan’da toprak konusunda kaybı değil büyük kazancı vardır. Ölçü olarak Sevr Anlaşması ile bırakılan toprakları almak ve onlara ne kadar toprak ilave ettiğimize bakmak lazımdır. Bize kalan toprak 480 bin km2 idi. Millî Mücadelenin sonucunda imzalanan Lozan Barış Antlaşması ile Türkiye buna 256 bin km2 daha toprak ekleyerek 736 bin km2’ye ulaştı. 1939 yılında Hatay’ın anavatana katılmasıyla bu yüzölçümüne 47 bin km2 daha eklendi ve Türkiye yüzölçümü 783 bin km2 oldu.

Bugün Türkiye, Rusya hariç Avrupa’da en geniş topraklara sahip ülkedir. İşte Lozan bunu sağlamıştır. Lozan aynı zamanda harap olmuş bir imparatorluğun külleri üzerinde çağdaş cumhuriyetin temellerini atmıştır. Türkiye bu başarıyı Millî Mücadele sırasında Yunanların halkımıza ve ülkemize karşı yaptıkları vahşete ve tahribata rağmen gerçekleştirmiştir. Bir fikir vermek için söyleyeyim, Yunan kuvvetleri şehirlerde 54,200, köylerde ise 88,000 binayı tahrip etmişlerdi. Chicago Tribune gazetesi Yunan işgalinden Türkiye’de şehirlerin oturulamaz hale geldiğini, köylerin yerle bir edildiğini yazıyordu. İsmet Paşa Lozan’da bu felaketi anlatırken “Şu anda evsiz barksız, işsiz bir milyon insanımız dağlarda serseri gibi dolaşıyor” demişti.

Gerçekten Birinci Dünya Savaşı Türkiye için tam bir yıkım olmuştur. İngilizler ve Fransızlar, doğrudan doğruya savaşmadıkları bazı cephelerde yerel halkı kışkırtarak aracılı savaş yapmaya yönelmişlerdir. O devletlerin teşviki, tahriki, silah ve para yardımı ile bugünkü Suudi Arabistan topraklarında bulunana Mekke Şerifi Emir Hüseyin, Arabistanlı Lawrence’ın ve başka İngiliz istihbarat subaylarının desteği ve yönlendirmesiyle büyük bir ayaklanma başlatmıştı.

İngilizler Arabistan’da başlattıkları bu ayaklanmanın bir benzerini Mezopotamya’da Kürtleri kışkırtarak gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Bu amaçla görevlendirilen istihbarat binbaşısı Noel böyle bir ayaklanmayı tertiplemeye çalışmış, ancak başarılı olamamıştır.

Türklerin işte böyle bir yıkıntının üzerinde inşa ettikleri modern cumhuriyet diğer Avrupa ülkelerinden çok daha geniş toprakları elinde tutmayı başardı.

Türkiye’de bazılarının bir başarısızlık gibi takdim etmeye çalıştıkları Lozan için bakınız Amerika’nın Ankara Büyükelçisi Grew hatıralarında şöyle yazıyor: “Dünyada bu iki insanın (Atatürk ve İnönü) bu şahane zaferinden daha ince ve zarif bir cesaret ve ileriyi gören devlet adamlığı örneği vermek mümkün müdür? Beş yıl önce Türkiye düşmanlarla çevriliydi. Bugün güvenilir dostlarla kuşatılmaktadır. Bu aydınlık politikayı gerçekleştirmek bütün ülkeler için değerli bir ders değil midir?”

Lozan’da Musul meselesi ne şekilde ele alındı? Lozan’da Türk heyeti Musul’u da topraklarımıza katmak için büyük çaba sarf etmiştir. O bölgede yaşayan Kürtler, Türkler ve Araplardan hiçbirinin nüfus açısından mutlak çoğunluğu yoktu. Buna rağmen İsmet Paşa orada plebisit yapılarak halkın iradesine göre bu toprakların kaderinin belirlenmesini önerdi. Çünkü, Kürtlerin Türklerle birlikte oy kullanıp bölgenin Türkiye’ye katılmasına destek olacaklarına inanıyordu. Ankara’ya bölgeden bu yolda bilgiler geliyordu. Bunu fark eden İngilizler, plebisit önerisine karşı çıktılar. Lord Curzon “Kürtleri niye size bırakalım” diyerek niyetini açığa çıkardı. Çünkü, İngiliz arşiv belgelerine bakacak olursanız, İngiltere’nin hedefi Türkiye ile Musul petrolleri arasında tampon bir Kürt devleti kurdurmaktı. Sevr Anlaşmasına konulan hükümlerin arkasında bu yatmaktadır.

Neticede Lozan’da Musul meselesinin Türkiye ile İngiltere arasında yapılacak müzakerelerle çözülmesi kararlaştırıldı. 19 Mayıs 1924 tarihinde İstanbul’da başlatılan müzakerelerde İngiltere’nin uzlaşmaya yanaşmayacağı hemen anlaşıldı. Musul’u vermek şöyle dursun, Hakkari’yi de bizden istediler. Bu görüşmelerden bir sonuç çıkmadı. Sonunda konu Milletler Cemiyetine havale edildi.

İngiltere 6 Ağustos 1924 tarihinde Milletler Cemiyetine başvurdu. 7 Ağustos’ta Hakkari’de Nasturi denilen Hristiyan Kürtlerin ayaklanması başladı. Irak’taki İngilizler bu ayaklanmacıları açıkça desteklediler. Savaş uçaklarıyla asilerle savaşan Türk birliklerine ateş açtılar. Türk askerleri ayaklanmayı kısa sürede bastırdı.

Milletler Cemiyeti İngiltere’nin başvurusunu incelemek üzere üç kişilik bir komisyon kurmuştu. Komisyon üyeleri 25 Ocak 1925’te Musul’a geldiler. Komisyon halkın Türkiye’ye mi Irak’a mı bağlı olmayı tercih ettiği konusunda bir araştırma yaparken 13 Şubat günü Şeyh Sait isyanı patlak verdi. Uzun zamandan beri hazırlanan bu isyanın zamanlaması da ilginçtir.

General Ali Fuat Cebesoy, Şeyh Sait’in 1914 yılında bir ayaklanma başlattığını ve bu isyan askerler tarafından bastırılınca Rus Konsolosluğuna sığındığını, Birinci Dünya Savaşında da Rusya lehine tahriklerde bulunduğunu anılarında yazıyor ve 1925 ayaklanmasını İngilizlerin desteğiyle çıkardığını vurguluyor. Bu görüş aslında Amerika’nın İstanbul’daki Yüksek Komiseri Amiral Bristol’e sunulan bir rapordaki ifadelerle de örtüşmektedir. O raporda İngilizlerin, Mustafa Kemal’in Kürt sorunu ile meşgul olduğu sürece Musul’a el koyamayacağı düşüncesine yer veriliyor.

Hükümetin aldığı önlemler sayesinde Şeyh Sait ayaklanması da bastırılıyor. Ancak dış destekli ayaklanmaların sonu gelmiyor. Milletler Cemiyeti 7 Kasım 1925 günü Musul Komisyonu Raporunu görüşmeye başlıyor. Aynı gün, Hazro’da yeni bir isyan patlak veriyor. İsmet Paşa bu konuda şöyle demektedir: “Bu olayın, Doğu’da yeni bir harekât yapılması için yabancıların tahrikleri ve telkinleriyle, tertiplendiği görülmektedir.”

Ermeni meselesinde de benzeri bir durum ortaya çıkmıştır. Bir taraftan Ruslar, bir taraftan Fransızlar ve İngilizler devlete karşı ayaklanan ve masum insanları katleden Ermenilere hem siyasi destek sağlamış hem de silah yardımı yapmışlardır. Bakın Atatürk Nutuk’ta bu konuda ne diyor: “Şüphe etmemek gerekirdi ki, Ermeni soykırımı konusundaki sözler, gerçeğe uygun değildir. Aksine, güney bölgelerinde, yabancı kuvvetler tarafından silahlandırılan Ermeniler, gördükleri koruyuculuktan cesaret alarak bulundukları yerlerdeki Müslümanlara saldırmaktaydılar. İntikam düşüncesiyle her tarafta insafsız bir şekilde öldürme ve yok etme siyaseti gütmekteydiler. Maraş’taki feci olay bu yüzden çıkmıştı. Yabancı kuvvetlerle birleşen Ermeniler, top ve ağır makineli tüfeklerle Maraş gibi eski bir Müslüman şehrini yerle bir etmişlerdi. Binlerce çaresiz ve suçsuz ana ve çocukları işkenceyle öldürmüşlerdi. Tarihte bir benzeri görülmemiş olan bu vahşeti yapan Ermenilerdi. Müslümanlar yalnız namuslarını ve canlarını korumak için karşı koymuş ve kendilerini savunmuşlardı. Yirmi gün süren Maraş soykırımında, Müslümanlarla birlikte şehirde kalan Amerikalıların, bu olay hakkında İstanbul’daki temsilciliklerine çektikleri telgraf, bu faciayı yaratanları, yalanlanamayacak bir şekilde ortaya koymaktaydı.

Adana ili içindeki Müslümanlar, tepeden tırnağa kadar silahlandırılan Ermenilerin süngülerinin baskısı altında her dakika öldürülmek tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyorlardı. Canlarının ve bağımsızlıklarının korunmasından başka bir şey istemeyen Müslümanlara karşı uygulanan bu zulüm ve yok etme politikası, uygar dünyanın dikkatini çekecek ve onları insafa getirecek nitelikteyken, aksinin yapıldığını iddia ederek ondan vazgeçilmesini isteme gibi bir teklif nasıl ciddi olarak kabul edilebilirdi?”

İşte Lozan zaferini değerlendirirken bütün bunları düşünmek gerekiyor. Onun içindir ki Atatürk, Lozan zaferinden sonra şunları söylemiştir: “Bu antlaşma, Türk milletine karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Anlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın sonuçsuz kaldığını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasi zaferdir.”

Gerçekten Sevr Antlaşması tam bir siyasi suikastın parmak izlerini taşıyordu. Ünlü bir tarihçinin tanımıyla “Sevr modern tarihte en ağır cezalar getiren barış antlaşmalarından biriydi ve savaş yağmalarının en insafsız biçimde paylaştırılmasını öngörüyordu.”

Lozan şimdi bazıları ne derse desin bizim için gerçekten büyük bir zaferdi, ama Birinci Dünya Savaşının galipleri açısından tam bir yenilgiydi. Bakınız Churchill ne diyor: “Türklerin yeniden Avrupa’ya girmeleri Müttefikler için en kötü aşağılanmadır… Müttefiklerin zaferi hiçbir yerde Türkiye’deki kadar tam olmamıştı. Şimdi galibin gücü hiçbir yerde Türkiye’deki kadar gösterişli bir şekilde aşağılanmamıştır. Ve sonunda başarılı bir savaşın bütün meyveleri, uğrunda binlerce askerin hayatını verdiği Gelibolu, Filistin, Mezopotamya…başarıları, bunların hepsi bir utanç içinde sona ermiştir.”

Lozan’ın en önemli özelliklerinden biri de şudur: Lozan, Birinci Dünya Savaşını kaybeden ülkeler arasında galiplerle egemen eşitlik esasına göre imzalanan tek anlaşmadır. Almanlarla, Bulgarlarla ve Macarlarla imzalanan Versailles, Neuilly ve Trianon Anlaşmaları mağluplara diz çöktürmüş ve galiplerin bütün isteklerini aşağılayıcı bir yaklaşımla kabul ettirmiştir. Örneğin Trianon Antlaşmasıyla Macaristan topraklarının ve nüfusunun üçte ikisini kaybetmiştir. Galip ülkelerin isteklerine ve baskılarına başarıyla direnebilen tek ülke Türkiye olmuştur.

Lozan’ın önemli bir siyasi sonucu da şudur: İngiltere Başbakanı Lloyd George Atatürk’e karşı yenilmiştir. Bu yenilgiyi 19 Ekim 1922 tarihinde Avam Kamarasında yaptığı konuşmada şu sözlerle itiraf ediyor: “İnsanlık tarihinde dâhiler pek ender görülür. Fakat kötü talih, Tanrı bir dâhiyi Türkiye’de dünyaya getirdi ve biz onunla çarpışmak zorunda kaldık. Mustafa Kemal gibi bir dâhiyi yenmemiz imkansızdı.” Lloyd George ertesi gün başbakanlıktan istifa etti. İşte Kurtuluş Savaşının en önemli sonuçlarından biri budur.

Lozan’da İngilizler çetin bir cevizle karşılaşmışlardı. İngiliz Delege Yardımcısı William Tyrell bir İngiliz gazeteciye şöyle diyordu: “Biz iki tip Türk tanıyorduk: Eski Türk öldü, Jön Türkler de artık ortalıkta yoklar. Bugün öbür ikisinden çok farklı olan üçüncü tip bir Türk gördük, o da İsmet Paşa’dır. Onun kişiliği ve davranışları Konferansı çok etkiledi, onun büyük bir şahsiyet olduğu anlaşıldı. İşte biz bu Türkle barış yapmak istiyoruz.”

Fakat zannedilmesin ki İngilizler ve müttefikleri bu yenilgiyi ebediyen içlerine sindireceklerdir. Bakınız bir gün Amerikan Delegesi Child ile birlikte, İsmet Paşayla yaptığı bir konuşmada Lord Curzon şöyle dedi: “Konferansta bir neticeye varacağız. Ama memnun ayrılmayacağız. Hiçbir işte bizi memnun etmiyorsunuz. Hiçbir dediğimizi, makul olduğuna, haklı olduğuna bakmaksızın kabul etmiyorsunuz. Hepsini reddediyorsunuz. En nihayet şu kanaate vardık ki, ne reddederseniz hepsini cebimize atıyoruz. Memleketiniz haraptır. İmar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nereden bulacaksınız? Para bugün dünyada bir bende var bir de bu yanımdakinde. Unutmayın ne redderseniz hepsi cebimdedir. Nereden para bulacaksınız, Fransızlardan mı? … Para kimsede yok. Ancak biz verebiliriz. Memnun olmazsak, kimden alacaksınız? Harap bir memleketi nasıl kurtaracaksınız? İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkartıp size göstereceğiz.” İsmet Paşa’nın cevabı kısa olur: “Şimdi meseleleri halledelim. Para istemek için gelirsem, o zaman gösterirsiniz.”360 Lord Curzon’un sözleri o andaki kişisel görüşlerini mi yansıtıyordu? Daha sonraki yıllarda yaşanan tecrübeler bunun pek de böyle olmadığını gösteriyor. Lozan Barış Antlaşması imzalandıktan sonra bile yeni Türk Devleti’nin ekonomik güçlüklerle baş edemeyip diz çökeceği inancı yaygındı.

İngiltere’de yayınlanan New Conventional gazetesi şöyle diyordu: “Gerçekten Türkiye teorik bakımdan bağımsız bir hükümet oldu. Ancak bu, ticaret ve sanatta kabiliyetsiz ve sermayeden yoksun halkı bilenlerce malumdur ki, bu bağımsızlığın ömrü pek kısa olacak ve eski durumu bir başkası üzerine alacaktır.”361 Gerçekten yıllar boyunca Türkiye’yi ekonomik alanda baskı altına almak için çok gayret gösterildi. Ama başarılı olunamadı. Türkiye Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya ekonomisinin büyük çöküntüler yaşadığı yıllarda bile kendi olanaklarıyla bağımsızlığını sürdürmeyi ve kalkınmayı başardı.

Değerli arkadaşlar, büyük devletlerin geri vitesi yoktur ve onlar Türkleri zayıf gördükleri anlarda Lord Curzon’un Lozan’da cebine koyduğu tavizleri çıkartıp her türlü baskı yöntemine başvurarak Türkiye’ye kabul ettirmeye çalışacaklardır ve çalışmaktadırlar.

İşte Kıbrıs konusunda, Kürt konusunda, Ermeni konusunda, Ege meselelerinde bütün bu devletlerin elbirliğiyle Türkiye’ye baskı yapıp taviz kopartmaya çalışmalarını bu çerçevede değerlendirmek lazımdır.

Temelleri Lozan Antlaşmasıyla atılan Türkiye Cumhuriyeti başlangıçta izlenen akılcı ve sonuç verici politikaların yakın zamanlara kadar sürdürülmesiyle dünyanın önemli ülkelerinden biri haline gelmiştir.

Bugün dünyada hem toprakları Türkiye’den büyük hem de nüfusu daha fazla olan ülkelerin sayısı 11’den ibarettir. Toprakları Türkiye’den küçük olmakla birlikte nüfusu Türkiye’den daha fazla olan 5 ülke var. Yüzölçümü ve nüfusu Türkiye’den büyük ülkeler arasında kişi başına milli geliri Türkiye’den daha fazla olan sadece 9 ülke bulunmaktadır.

İşte biz ulaştığımız bu durumu Lozan Antlaşmasıyla temelleri atılmış olan çağdaş Türkiye projesine borçluyuz. Lozan’a giderken Türkiye’de okuma yazma bilenlerin oranı nüfusun %10’undan ibaretti. Kadınlar arasında bu oran %4,8’di. İşte Türkiye, eğitim düzeyi bu kadar düşük olan bir toplumla çağdaş bir devlet yaratmıştır. Büyük bir eğitim seferberliği başlatılmış ve çok kısa zamanda okuma yazma bilenlerin oranı üç misline çıkartılmıştır.

Türkiye, Fransa’dan 11, İsviçre’den 39 yıl önce kadınlara seçme-seçilme hakkı tanımıştır. Atatürk’ün teşvikiyle 1930 yılında Türkiye çok partili hayata geçmiş ve Serbest Fırkanın kurulmasını Atatürk teşvik etmiştir. Bu fırka kendini feshettikten sonra da gene Atatürk’ün girişimiyle muhalefet görevini yapmak üzere bağımsız milletvekillerinin seçimi için çaba gösterilmiştir. Daha sonra Müstakil Grup adı altında CHP içinde bir muhalefet grubu oluşturulmuştur. İşte Türkiye çok partili demokrasiye böyle adımlar atarak geçmiştir.

Lozan Antlaşması aynı zamanda dünyaya karşı bir duruşu simgeliyordu. Bu duruş bütün ülkelerle egemenlik ve tam eşitlik esasına dayalı ilişkiler kurulmasıydı.

Türkiye artık büyük devletler karşısında baş eğecek bir devlet olmayacaktı.

Masayı terk eden taraf biz olmayalım anlayışı Atatürk’ün ve İsmet Paşanın lügatinde yoktu. Lozan’a giden heyete verilen 14 maddelik talimatta kapitülasyonlar, Kürt devleti kurulması gibi konularda taviz verilmesi istenirse heyetimizin Ankara’ya sormaksızın masayı terk etmesi isteniyordu. Şubat 1923’de Konferans bu yüzden kesilmiş ve İsmet Paşa Ankara’ya dönmüştü. Şimdi Kıbrıs’ta masayı terk eden taraf biz olmayalım yolundaki yaklaşım Lozan’daki duruşumuzun tam tersidir.

Geçmişteki başarılarımızı, diplomatik zaferlerimizi küçümseyerek bu gerçekleri gözlerden saklamak mümkün değildir.

Şimdi devlet adamlarımıza düşen görev Lozan’ı başarısız göstererek karşımızdakilere koz vermek değil, Lozan’da Atatürk’ün ve İsmet Paşa’nın sergilediği cesur ve kararlı duruşa sahip çıkarak dış dünyadan gelebilecek baskılara direnmek ve milli birlik ve beraberlik anlayışıyla ülkemizin çıkarlarını korumaya çalıştırmaktır.


Bu belge Belgeler arşivinde bulunmaktadır.