Onur Öymen – Adana Kozan ADD, 30 Kasım 2013

Değerli arkadaşlar, geçen yılki nazik davetiniz sırasında dış politika sorunları ve ülkemizdeki gelişmeler hakkındaki görüşlerimi sizlerle paylaşmıştım. O zamandan beri bütün bu konularda çok önemi gelişmeler oldu. Bugün müsaade ederseniz biraz o konulara değinmek istiyorum.

Dış politikadan başlayacak olursak bir yanda Suriye’de 100 bin kişiden fazla insanın hayatını mahveden iç savaş, bir yanda Mısır’da askerlerin yönetimi ele geçirmelerinin doğurduğu sonuçlar, bir yanda da İran ile ilgili son gelişmeler hem dünyanın hem de ülkemizin kamuoyunu yakından ilgilendiren sonuçlar doğurmuştur.

Yurtiçinde de bir terör örgütü ile müzakerelerin sürdürülmesi, devletimizin ve hukuk sistemimizin temel taşı olan anayasamızı değiştirme girişimleri, eğitim ve hukuk alanında daha önce örneğini görmediğimiz gelişmeler halkımızı yakından ilgilendiren bazı köklü değişikliklerin işaretini vermektedir.

Suriye’deki çatışmalarda ayda ortalama 5 bin kişi ölmektedir. Evlerinden barklarından uzaklaşmak zorunda kalanların sayısı 2 milyonu aşmıştır. Sınırımızın Suriye tarafının genişçe bir bölümü PKK’nın uzantısı olan PYD militanları tarafından ele geçirilmiş ve orada Kuzey Irak’takine benzer bir özerk yönetim oluşturulmuştur. Sınırın geri kalan bölümünde de El-Kaide gibi terör örgütleri fiilen duruma hakim olmuşlardır. 910 km’lik sınırın Suriye tarafında tek bir Suriye askeri yoktur ve o bölgede çeşitli gruplar arasındaki çatışmalar ülkemizin güvenliğine zarar vermekte ve vatandaşlarımızın can kaybına yol açmaktadır.

AKP hükümeti oradaki çatışmaların başlangıcında Suriye cumhurbaşkanı Esad’a karşı çok katı ve suçlayıcı bir tavır almış, Esad’ın meşruiyetini yitirdiğini söylemiş ve ona karşı savaşan çeşitli gruplara destek vermiştir. Suriye’deki bir kimyasal silah saldırısı vesilesiyle kapsamlı bir askeri müdahaleye davet etmiştir. Oysa bu mesele diplomasi yoluyla çözümlenmiş ve Türkiye bu aşırı radikal tutumu ile yalnız kalmıştır.

Şimdi Cenevre’de Suriye hükümeti dahil bütün ilgili tarafların katılımıyla barış görüşmelerinin başlaması beklenmektedir. Türkiye’nin gayrimeşru ilan ettiği Esad hükümeti taraflardan biri olacaktır.

Suriye meselesi ile ilgili yapılan değerlendirmeler sırasında hiç değilse başlangıçta, bunun rejimin baskıcı politikalarına karşı masum vatandaşların direniş gibi değerlendirenler veya göstermek isteyenler olmuştur. Zaman içinde çeşitli ülkelerden gelen silahlı terör gruplarının orada silahlı mücadelenin esas unsuru haline geldikleri ve PKK yanlısı PYD’nin de o ortamdan yararlanarak özerk bir yönetim kurduğu da görülmektedir.

Dikkatten kaçan bir nokta da Suriye’deki gelişmelerle ilgili olarak İran ve İsrail’in konumudur. Belli ki İsrail İran’ın Suriye üzerinden Lübnan’daki Hizbullah örgütüne füzeler ve başka silahlar göndermesinden büyük rahatsızlık duymaktadır. Son haftalarda İsrail’in Suriye’deki bazı hedeflere yönelik hava saldırıları bu füze sevkiyatını engellemeye ve füzeleri tahrip etmeye yöneliktir. Suriye’de Nesturî kökenli ve İran yanlısı bir iktidarın devrilmesi İsrail’in temel hedeflerinden biridir. Ancak bunun silah zoruyla olamayacağını herhalde İsrail de anlamaya başlamıştır. Çünkü ABD ve diğer batılı ülkeler Suriye’ye karşı silahlı bir müdahale seçeneğinden uzaklaşmış görünmektedirler. Türkiye ise öyle anlaşılıyor ki Suriye’de Nasturi yönetiminin devrilip, yerine Müslüman Kardeşler ağırlıklı, Sünni bir hükümetin geçmesini arzu etmektedir. Böylelikle Suriye’den , Gazze, Mısır, Libya, Tunus üzerinden Atlantik’e kadar uzanacak bir Sünni Müslüman Kardeşler kuşağı oluşturulması hedeflenmektedir.

Mısır’da Müslüman Kardeşlerin temsilcisi olan Mursi’nin büyük bir halk hareketi sonucunda devrilmesi ve askerlerin yönetimi üstlenmeleri bu oyunu bozmuştur. Bu projeyi hiç değilse şimdilik gündemden düşürmüştür. İşte AKP iktidarının Mısır’daki geçici yönetime tepkisi de buradan kaynaklanmaktadır. Çünkü AKP adeta Müslüman Kardeşlerin bölgede hamiliğini üstlenmiş gibi görünmektedir. Müslüman Kardeşler nasıl bir örgüttür? Bu örgüt 1928 yılında Mısır’da Hasan El Banna tarafından kurulan ve Ürdün, Filistin, Kuveyt, Suriye, Irak, Sudan ve Bahreyn’de ve Kuzey Afrika’daki diğer ülkelerde örgütlenen bir kuruluştur. Başlangıçta Mısır’daki İngiliz kuvvetleri ile mücadele amacıyla yola çıkan, zaman içinde teşkilatlanarak bir şeriat devletinin kurulması için çaba gösteren bir kuruluş haline gelmiştir.

1949 yılında örgüte üye kuruluşların sayısı 2000’e yükselmiştir. Üye sayısının ise şimdi 2 milyona ulaştığı ifade edilmektedir. El Banna, açıkça seçilmiş bir parlamentonun Mısır meselelerini çözmeyeceğini savunmuştur. Başlangıçta parlamentoya ve siyasi partilere karşı olan grup, zaman içinde farklı partilerin listelerinden meclise üyeler sokmuş ve demokrasinin olanaklarından yararlanarak şeriat devleti kurma amacını sürdürmüştür.

Müslüman Kardeşler cihadın bütün Müslümanların görevi olduğu görüşünü her vesile ile dile getirmiştir. 1930’lu yıllarda Müslüman Kardeşler Javvala denilen bir silahlı milis örgütü oluşturmuş ve çeşitli eylemlere geçmiştir. Özel Bölüm isimli grup, 1940’lı yıllarda bir yandan İngilizlerin askeri tesislerini ,bir yandan da Mısır hükümet mensuplarına saldırmaya başlamıştır. 1948 yılında İsrail’in bağımsız bir devlet olarak kurulmasından sonra El Banna, bazı milisleri Filistin’de savaşmaya göndermiştir. Bu arada Mısır’daki Yahudilerin evlerine ve iş yerlerine saldırılar düzenlenmiş, insanlar öldürülmüştür. 1948 yılında bir yüksek mahkeme hakiminin öldürülmesi üzerine Müslüman Kardeşler yasaklanmıştır. Birkaç hafta sonra aynı örgütün bir üyesi başbakan Nukrasi Paşa’yı öldürmüştür. Daha sonra da örgüt başkanı EL Banna bir çatışmada hükümet kuvvetleri tarafından öldürülmüştür.

1954 yılında örgütün mensuplarından bir Nâsır’a karşı başarısız bir suikast girişiminde bulunmuş ve daha sonra da yasaklanmıştır. Uzun süre yer altında çalışan bu örgüte yakın kimseler başka partilerin çatısı altında girdikleri parlamentoda sürekli olarak şeriat çağrılarında bulunmuşlardır. Başkan Enver Sedat da bir İslamcı militan tarafından öldürülmüştür.

Başkan Mübarek’in görevinden uzaklaştırılmasından sonra işbaşına gelen Tantavi’nin başkanlığındaki askeri cunta Müslüman Kardeşleri serbest bırakmıştır. Tantavi’yi ilk ziyaret eden yabancı devlet adamları arasında başbakan Erdoğan’da vardır. Erdoğan 2011 yılının Eylül ayında Kahire’ye yaptığı ziyaret sırasında askeri hükümetle bir stratejik işbirliği ve ekonomik yardım antlaşması imzalamıştır. 2013 yılının temmuz ayında büyük bir halk hareketinden sonra cumhurbaşkanı Mursi’nin görevden uzaklaştırılmasına tepki gösterenlerin başında Türkiye gelmiştir. Arap Ligi, Suudi Arabistan be Kuveyt gibi ülkeler eni hükümetle ilişki kurup yardım vaat ederken, Türkiye bu geçici hükümeti tanımadığını söylemiş ve Müslüman Kardeşleri desteklemeye devam etmiştir. Gerekçe olarak da onların bir darbe ile işbaşına gelmesini göstermiştir. AKP hükümetinin Tantavi’nin başkanlığındaki bir önceki askeri hükümetle yakın ilişki kurarken Sissi’nin başkanlığındaki hükümete tepki göstermesinin sebebi, bir önceki yönetimin Müslüman Kardeşleri serbest bırakması, bir sonraki ise yeniden yasaklamasıdır. Şurası da unutulmamalıdır ki başta Sudan olmak üzere AKP iktidarının yakın ilişki kurduğu Arap ülkelerinin hiçbirinin hükümeti gerçek anlamda demokratik seçimlerle iş başına gelmemiştir.

Türkiye’nin izlediği bu politikanın sonucunda Mısır büyükelçimizi sınır dışı etmiş ve ilişkilerimizi maslahatgüzar seviyesine düşürmüştür. Bu, ilişkilerimizi uzun vadede olumsuz etkileyecek bir gelişme olmuştur.

İran’a gelince Cumhurbaşkanı Nejat zamanında izlediği nükleer politikalar nedeniyle dışlanan ve ağır yaptırımlara maruz kalan İran, İsrail ile de bir askeri çatışmanın eşiğine gelmişti. Yeni seçilen Cumhurbaşkanı Ruhani ise hiç değilse şimdilik Batı ile meselelerini diyalog ve diplomasi yoluyla çözmeyi tercih etmiş ve nükleer silah üretme programı olmadığını açıklayacak bu konuda uluslararası denetimi kabul etmişti.

Geçen hafta içinde BM daimi üyeleri ve Almaya ile İran arasında bu konuda bir geçici anlaşma imzalanmıştır. Bu anlaşmanın İran ile ABD arasında Umman’da yürütülen gizli görüşmelerin sonucunda ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Evvelce İran ile ABD ve Avrupa ülkeleri arasında arabuluculuk yapmaya çalışan, İran’In zenginleştirilmiş uranyumunu batının vereceği nükleer yakıtla takas etmek igib önerileri ortaya atan Türkiye bu son gelişmelerde devre dışı kalmıştır. Şimdi İran’daki gelişmeleri ihtiyatla izlemek gerekir. Bu anlaşmanın ne sonuçlar vereceği ve 6 ayın sonunda kapsamlı bir anlaşmanın yapılıp yapılmayacağı bilinmemektedir. Ama İran şimdiden dış baskılara direnen fakat makul uzlaşmalara açık po yaptırımlarını kaldırmayı başarmış ve en az 7 milyar dolar kazanç elde etmiştir. İsrail bu işten son derece rahatsızdır ve önümüzdeki aylarda ABD kongresini ve hükümetini yeniden İran’a karşı sert tutum izlemesi için zorlamaya çalışacaktır.

Diğer bir dış politika konusu Barzani ile ilişkilerdir.
Hükümetin olumlu bir kamuoyu algısı yaratma çabalarına rağmen Başbakanın Diyarbakır’da Barzani’le yaptığı görüşme bir çok bakımdan ciddi sakıncalar yaratacak niteliktedir.

Bir kere Başbakanın muhatabı bir yerel yönetim lideri değil, Irak Başbakanıdır. Başka bir şehirde düzenlenen uluslararası toplantılar gibi istisnai durumlar dışında Başbakanın dış temaslarını yürüteceği yer Türkiye’nin veya ilgili ülkenin Başkentidir. Barzani Türkiye’nin Başbakanı tarafından kabul edilmek istiyorsa kendisini Ankara’da ziyaret etmeliydi.

Suriye’deki durum gibi konular uluslararası ilişkiler kapsamına girer. Bu gibi konuların yerel yönetim liderleriyle görüşülmesi de doğru değildir.

Türkiye’nin Irak’la arasındaki en önemli sorun PKK terör örgütünün Kuzey Irak’taki varlığına yıllardan beri müsamaha edilmesidir ve PKK’nın fiili denetimi altında Mahmur Kampında yaşayan 11,000 Türk vatandaşının durumdur. BM Güvenlik Konseyinin kararları ve Irak Anayasası Irak Hükümetine topraklarında terörist faaliyetlere müsamaha etmeme yükümlülüğü getirmektedir. Oysa Irak Hükümeti de Barzani de PKK’nın Irak topraklarını terk etmesini sağlayamamış ve özellikle son yıllarda bu yolda hiç bir gayret göstermedikleri gibi Türkiye’nin müdahalesini de engelleyici bir tavır içine olmuşlar, hatta Türk milletini rencide edici beyanlarda bulunmuşlardır.

Başbakanın şimdiye kadar “Kuzey Irak Yerel Yönetimi” tabirini kullanırken şimdi “Kürdistan’dan söz etmesi bu bölgenin adım adım bağımsız bir devlete dönüştürülmesi çabalarına Türkiye’nin de destek olabileceği, hiç değilse karşı çıkmayacağı izlenimi uyandırmıştır.

Barzani’nin Diyarbakır’a askeri üniformaya gelmesi dikkatlerden kaçmamıştır. Bu kıyafet onun bağımsız bir silahlı kuvvetin komutanı olduğunun simgesinin göstergesidir. Kendisinin daha önce Türkiye’ye bir çok defa sivil kıyafetle geldiği bilinmektedir. Diyarbakır’daki görüşmeye katılan bir ses sanatçısının da askeri kıyafete benzer bir giysiyle geldiği de göze çarpmıştır.

Eğer basının yazdığı gibi Barzani’nin toplu nikah töreninde hediye vermek üzere üç bavul dolusu altını Türkiye’ye getirdiği doğruysa, bu da uluslararası alanda örneği pek görülmeyen ve yasalarımıza göre geçerliliği tartışmalı bir durum yaratmıştır.

Başbakanın “çözüm süreci” olarak adlandırdığı gelişme, bütün sakıncaları bir yana, Türkiye’nin bir iç meselesidir. Böyle bir konuda Barzani’den destek istenmesi onu Türkiye’nin bir iç meselesine karışmaya davet etme anlamı taşır ve bu açıdan son derecede sakıncalıdır.

Bütün bunlardan daha vahimi Barzani’nin ziyaretinden birkaç gün önce Diyarbakır’daki Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm Diyene” sözlerini içeren bir tabelanın kaldırılmalıdır. Bunu Barzani’ye hoş görünmek için ulusal değerlerimizden vazgeçebileceğimiz şeklinde yorumlayan vatandaşlarımızın milli duyguları incitmiştir. Ülkemizin milli bütünlüğünü zedelemek isteyenleri memnun etmeye çalışanlar Halkımızın ezici çoğunluğunun temel değerlerini feda etmek hakkına sahip değildirler.

Bu gelişmeler karşısında sessiz kalan muhalefet partileri de Hükümetin tarih karşısındaki sorumluluğunu paylaşmış olacaklardır.

AKP hükümeti bütün bu konularda maalesef iyi bir sınav verememiştir. Sıfır sorun politikası ile yola çıkar Türkiye şimdi maalesef bölgedeki birçok ülke ile sorunlu bir hale gelmiştir.

Yurtiçindeki gelişmelere gelince, hükümetin çözüm süreci adı altında terör örgütü iel müzakerelere girişmesi ve Güneydoğu Anadolu’da yaşan vatandaşlarımızın sosyal hakları gibi konuların çok ötesinde anayasal konuları dahi onlarla görüşme yoluna gitmesi bir yandan terör örgütünü meşrulaştırma riskini doğurmuş, bir yandan da terörü tasfiye çalışmalarına zarar vermiştir. Terör örgütü sık sık ateşkesi bozup yeniden saldırıya geçme tehdidinde bulunmaktadır. Silahlı örgüt atam olarak tasfiye edilmeden bunlara girişilmesi çok ciddi risk yaratmıştır. Hükümet yetkililerinin bazı söylemleri Türkiye’nin Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana izlediği temel devlet anlayışı ile bazı söylemleri bağdaştırmak mümkün değildir.

Yeni bir anayasa hazırlama süreci de sekteye uğramış görünmektedir. Bu bizim başından beri itiraz ettiğimiz ve temel hukuk kurallarına aykırı bulduğumuz süreç, sadece 60 madde üzerinden mutabakata varıldıktan sonra fiilen sona ermiştir ancak başbakan yakında kendi taslaklarını meclise getireceklerini söyleyerek muhalefeti devre dışı bırakacağının işaretini vermiştir.

Türk kamuoyu aklaşan yerel seçimlerle meşgulken ülkemizde Cumhuriyetin kazanımlarının teker teker feda edildiğini üzüntü ile görüyoruz. Başka 4+4+4 diye adlandırılan eğitim sistemi olmak üzere çıkartılan çeşitli yasalar ve idari düzenlemeler ile iktidar mensupları bazı söylemleri, Türkiye’nin laik devlet temellerini aşındıracak niteliktedir.

Gerek yurtiçinde gerek yurtdışında yaşanan bütün bu olumsuzluklara rağmen kötümserliğe kapılmamak lazımdır. Türk milleti geçmişte çok daha zor koşullar altında başarıya ulaşmasını bilmiştir ve bugün de bu zorlukları aşacağımızdan hiç kimsenin kuşkusu olmayacaktır.


Bu belge Belgeler arşivinde bulunmaktadır.