ONUR ÖYMENİN BREMEN ADD ‘NİN DÜZENLEDİĞİ TOPLANTIDA YAPTIĞI KONUŞMA, 2 KASIM 2012 –


Sizlerle beraber olmak benim için büyük bir mutluluk vesilesi. Eşimle birlikte nazik davetiniz için Sayın ADD Bremen Şubesi Başkanı Sayın Aydın Genca’ya ve arkadaşlarına tekrar teşekkür ediyoruz. İkinci defa Bremen’e geliyoruz, eğer iki defa buraya gelmişsek bunun bir sebebi olmalı. Buradaki arkadaşlarımızın Atatürk’ün düşüncesine, çağdaşlığa, cumhuriyete içtenlikle sahip çıktıklarını bildiğimiz için Bremen bizim açımızdan daima bir çekim merkezi oluyor.

Şimdi cumhuriyetten bahsedeceğiz. Cumhuriyetin 89. yıl dönümü. Bunu bir tarihi olay olarak anlatmak da mümkün. Ne oldu ne bitti, cumhuriyet nasıl gelişti, neler yaptık, bunları anlatabiliriz. Bir de cumhuriyetin kuruluşundan itibaren bugün için dersler çıkararak, bugünkü gelişmeleri dikkate alarak değerlendirmek kabil. Önce şöyle başlayalım isterseniz: Cumhuriyet artık herkes için normal, tabii, kanıksanmış, tabi ki cumhuriyet yaşatılacak ne var bunda diyenler oluyor. Bunlara bir cevap vermek lazım önce. Cumhuriyeti yaşatmak aslında sanıldığı kadar kolay bir şey değil. Eğer kolay olsaydı Almanlar da Weimar Cumhuriyeti’ni yaşatabilirlerdi. Almanlar Weimar Cumhuriyeti’ni sadece 14 yıl yaşatabildiler. Fransız İhtilal’inden sonra 1792’de kurulan cumhuriyet  kaç yıl yaşatıldı dersiniz? Sadece 8 yıl yaşadı. ondan sonra Napolyon darbesi ile bir imparatorluk haline dönüştü. Fransa’nın ikinci bir cumhuriyete ulaşması için 48 yıl gerekiyor. 48 yıl sonra gelen ikinci cumhuriyet de, bizim ikinci cumhuriyetçilerin kulağına küpe olsun, sadece 4 yıl yaşıyor. Sonra Cumhurbaşkanlığına seçilen Napoleon’un yeğeni  Louis Napolyon on bir imparatorluk haline dönüştürmesini biliyor. Yani tarihte fazla gezinmeyelim belki ama dünyada Türkiye kadar cumhuriyeti uzun süre yaşatabilmiş ülke azdır. İngiltere’de Cromwell’in kurduğu cumhuriyet 10 yıl yaşıyor. Bunun dünyada örnekleri çok ama bilmemiz lazım ki 89 yıl, 90 yıl bir cumhuriyeti yaşatan ülke azdır. Almanya’nın bugünkü cumhuriyetinin de doğum tarihi 1949. O tarihten bu yana 60 yıldan biraz fazla olmuş.

Cumhuriyetin kuruluşunu kutluyoruz bu günlerde, hangi cumhuriyetin kuruluşunu? Bakıyoruz Türkiye’de herkes cumhuriyetçi. Cumhuriyeti savunanlar, sokaklara dökülenler cumhuriyetçi de biz cumhuriyetçi değil miyiz diyenler var. Cumhuriyetçi olmak tek başına yeterli değil. Cumhuriyetçi olan çok insan var ama hangi cumhuriyetten yanasınız? Dünyada adı cumhuriyet olan ama kendisi demokratik olmayan pek çok ülke var. Kaddafi zamanında Libya’nın adı da cumhuriyetti. Sovyetler Birliği zamanında devletin adı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği idi. O da cumhuriyetti ama hiçbir zaman demokrasi ile bağlantısı yoktu. O bakımdan cumhuriyet deyince bizim anladığımız Atatürk’ün cumhuriyeti. Bizde ikinci cumhuriyetçiler çıktı, bir süredir televizyonlarda hep onları görüyorsunuz. Atatürk cumhuriyetini savunanlara pek rastlamaz olduk. Televizyonlarda onların sayıları giderek azalıyor. Pek göstermek istemiyorlar gerçekten Atatürk cumhuriyeti neydi, ne yapmak istiyordu Atatürk diye. Onun yerine ikinci cumhuriyet daha çağdaş, daha modern, bireyi esas alan, özgürlükçü falan., onu savunmaya çalışıyorlar.

Şimdi değerli arkadaşlar bu binanın yerine siz yeni bir bina yapmak isterseniz önce ne yaparsınız? İlk iş bu binayı yıkmak değil mi? Bu binayı yıkmadan yeni bir bina kurabilir misiniz? Bunun gibi Atatürk cumhuriyetini yıkmadan da siz ikinci cumhuriyeti kuramazsınız. Boşuna değil uzun zamandan beri Atatürk cumhuriyetine bu kadar dil uzatılması, o dönemi küçümseyici sözler söylenmesi, o dönemin baskıcı olduğu söylenmesi, yumruklarımızı sıkıyorduk, dudaklarımızı ısırıyorduk denmesi, tek parti rejimi şöyleydi böyleydi denmesi boşuna değil. Amacı şu, biz Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin yerine kendi cumhuriyetimizi kuracağız. Kendi cumhuriyetleri nasıl bir cumhuriyet onu birlikte birazdan değerlendireceğiz. Ama şunu bilelim ki Atatürk’ün cumhuriyetine sahip çıkmak aslında hepimizin en önemli görevlerinden biridir.

Atatürk cumhuriyete giden yolda ne düşünüyordu? Bazılarını görüyoruz, gazetelerde de yazıyorlar, Atatürk diktatördü gibi sözler ediyorlar. Bunlar son derece yakışıksız sözler. Bir yabancı gazeteci sormuş siz diktatör müsünüz diye, Atatürk şöyle cevap vermiş: diktatör olsam siz bana bu soruyu sorabilir miydiniz?

Atatürk daha genç bir subayken, Samsun’a çıkmadan önce savaş alanlarında arkadaşlarıyla konuşurken diyor ki hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve çöküntü vardır. Her terakkinin ve kurtuluşun anası hürriyettir. Atatürk’ün çıkış yolu hürriyet. Namık Kemal’den, Tevfik Fikret’ten etkilenmesi aslında bu düşünceden kaynaklanıyor. Hürriyet fikri Atatürk’te  çok daha önce yıllarda başlamış. Yani diyor ki baskıcı, otoriter bir din devleti olan Osmanlı İmparatorluğu yerine çağdaş, milli iradeye dayanan bir devlet kuracağız. Atatürk’ün çabası başından itibaren böyle. Tabi günün şartlarında düşüncelerini, cumhuriyet fikrini ilk başta açıklaması mümkün değildi. Türkiye’deki o zamanki koşullar biliniyor. Daha Samsun’a çıkmadan Ulusal Kurtuluş’u örgütlemeden daha sonra yapacağı şeyi ilan etmesi kolay değildi. Ama şunu da hatırlatayım, Atatürk diyor ki: dava, yıkılmak üzere olan bir imparatorluktan öncelikle bir Türk devleti çıkartmaktır.

Özgürlükçü dedik ama özgürlükçü olmak yetmiyor. Milli vasfı olacak. Bir milli Türk devleti çıkaracaksınız. Atatürk’ün sözü bu: Köhneleşmiş olan Osmanlı İmparatorluğu gövdesi üzerine değil, aksine Türk çoğunluğunun yaşadığı kısım üzerine oturtacaktır milli devleti. Düşmanların yani büyük devletlerin yapacağı tasfiye yerine kendi başına bir Türk devleti kurulmalıdır. Atatürk’ün söylediği bu.

Buradan biraz bugüne geçelim. Bakıyoruz Türkiye’de millet kavramı tartışılmaya başlandı, diyorlar ki anayasadan millet kavramını çıkaralım. Ne olsun? Hukuk bağı olsun. Alman anayasasından Alman sözünü çıkartmaya çalışan var mı? Yok. Ama Türkiye’de Türk anayasasından Türk kelimesini çıkartmak isteyenler var. Bazılarının  aklına böyle parlak fikirler geliyor onun için mi yoksa bunun arkasında başka şeyler mi var? Kim bize telkin ediyor bunu? Türk kelimesini çıkarın diyen kim? Size bir örnek vereyim, 2009 yılında David Philips’in hazırladığı Kürt raporunu okuyun. Philips sıradan birisi değil. Onun Atlantic Council adındaki örgütü de sıradan bir örgüt değil. Bu raporu hazırlarken ABD hükümetinden, Norveç hükümetinden destek alıyor. Parayı Norveç hükümeti ödüyor. Ankara’daki eski ABD ve İngiltere büyükelçileri var, subaylar var, böyle bir grup. Amacı da şu: Kürt meselesine çare bulacaklarmış. Teröristlerle veya onların temsilcileriyle masaya oturun diyor, çare bulun, müzakere yapın diyor. Oslo görüşmelerini şimdi hatırlayanlarınız olabilir. Bunu o zaman öneriyor. 2009 yılında. Belki o sırada başlamış bile görüşmeler. Yeni bir anayasa hazırlayın diyor ve bu yeni anayasadan Türk kelimesini çıkartın diyor. İşte şimdi tartışılan konular bunlar. Bize dışarıdan telkin edilen konuları bugün tartışıyoruz ama bilesiniz ki Atatürk düşüncesine sahip çıkan insanlar öncelikle Atatürk’ün millet anlayışına sahip çıkacaklar. Çünkü Türk milleti kavramını çıkarırsanız bu duvar yıkılır. Çünkü bu duvarı ayakta tutan temel taş millet kavramıdır. Atatürk Samsun’a çıktığı günleri kastederek diyor ki Türkiye’de Türk milleti yoktu, Türk milleti bizim Samsun’a çıkmamızdan sonra ortaya çıkmış bir varlıktır.

Şimdi Türk milleti kavramı üzerine ısrarla durmak lazım. Demek ki milli devlet kurulacak ve milli devletin adı da Türk devleti olacak ve bu Türk milletinin eseri olacak.

Anayasa ile millet kurulur mu, ne alakası var, niçin anayasada millet olsun? Anayasa hukuki bağ olsun diyorlar.  Öyle değil. ABD anayasasını hazırlayan 3. cumhurbaşkanı Thomas Jefferson: biz ABD anayasası yaparken bir millet kurduk diyor. Yani bu kadar önemli bir kavram bazılarının küçümsemeye çalıştığı millet kavramı. Şimdi bakıyorsunuz bazı siyasetçiler diyorlar ki bu millet bunu kabul eder mi, bu millet buna razı olur mu, bu millet şöyle, bu millet böyle. Bir türlü o milletin adını söyleyemiyorlar. Türk milleti bunu kabul eder mi? diyemiyorlar. Açın bakalım google’ı, filanca politikacı virgül Türk Milleti yazın, bakın bakalım Türk milleti sözünü kim kaç defa kullanmış . Bazıları için bir tane bulursanız şükredin. Türk milleti lafını kullanmayacaksınız, millet  kavramını çıkaracaksınız, çünkü yabancılar böyle istiyor. Bizim için üzüntü verici taraf bu.

Peki Atatürk’ün Cumhuriyetinin niteliği ne olacak? O zaman ne düşünülmüş?  Demin söyledik özgürlükçü olacak, milli olacak. Ama aynı zamanda ne Pantürkizm’e yönelecek ne de Panislamizm’e  yönelecek. Atatürk’ün kafasındaki devlet anlayışı dünyadaki Türk birliği veya İslam birliği falan değil, çağdaş, laik bir devlet olacak.

Atatürk Samsun’a çıktıktan sonra yakın arkadaşlarından  Mazhar Müfit Karsu’yu çağırıyor, yaz diyor neler yapacağımızı. Daha Erzurum ve Sivas Kongreleri toplanmamış. Madde 1. Cumhuriyet kurulacaktır. Paşam diyor Mazhar Müfit Bey, siz ciddi misiniz? Çünkü o sırada bu düşünülemeyecek bir şey. Evet yaz diyor, şimdilik sende kalacak diyor. 2. saltanatın, hilafetin gereği zamanı gelince yapılacaktır. 3. Tesettür kaldırılacaktır. Atatürk bunu söylüyor. 4. Latin harflerine geçilecektir. O zamandan planlamış. Ondan sonra da Kurtuluş Savaşı’nı bitirdikten sonra, Mazhar Müfit Kansu’ya söylediklerini teker teker gerçekleştiriyor. Her bir devrim yaptığında çağırıyor, kaçıncı maddedeyiz diyor. Cumhuriyet böyle kuruldu ve bu cumhuriyete mutlaka bizim sahip çıkmamız lazım.

Böyle bir cumhuriyetin dış politikası nasıl olacak? Bu cumhuriyeti nasıl yaşatacaksınız? Şunu hiç unutmayalım, cumhuriyetimiz kurulduğunda Lozan antlaşması yapılalı  3 ay olmuş. Sevr imzalanalı 3 yıl olmuş sadece. Kurtuluş savaşı biteli 1 yıl olmuş. Bu kadar kısa zaman içinde biz bu cumhuriyeti kurabilmişiz. Dış politikasının esası ne olacak? hepimizin bildiği yurtta sulh, cihanda sulh sözünü belki önce söylemek lazım. Bunun anlamı Türkiye’nin barışçı bir politika izleyeceğidir. Kimsenin toprağında gözünün olmamasıdır. Eğer diyor, bizim ülkemize bir saldırı olmadan başka bir ülkeye saldırırsak bunu adı cinayettir. Ama bizim topraklarımızda gözü olanın da sonuna kadar amansız düşmanıyım diyor. Atatürk’ün dış politikasının özü iki kelime. Bunu hiç unutmamamız lazım: tam bağımsızlık. Aslında sadece dış politika için söylemiyor bunu, ekonomi için de, kültür için de, sosyal hayat için de söylüyor bunları. Ama dış politika açısından bu hayati bir kavram. Ne demek tam bağımsızlık? Kendi kararlarımızı kendimizin vermesi. Hiçbir ülkenin dayatması ile biz karar almayacağız ve biz kendimiz her konudaki kararımızı kendimiz vereceğiz diyor. Atatürk’ün bu konuda ilginç bir sözü var. 6 Mart 1922 tarihinde bir konuşma yapıyor ve diyor ki “Hakikaten Avrupa’nın tüm ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlanadurmuştur. Artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi. Halbuki hangi istiklal vardır ki ecnebilerin nasihat ve planlarıyla yürüsün? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir.” Şimdi değerli arkadaşlar bunun üzerinde biraz durmak lazım. Bazı konuları biz bir gazete havadisi gibi okuyoruz, üzerinde her zaman yeterince düşünme fırsatımız olmuyor. Ama şunu size söyleyeyim ki Atatürk’ün  bu sözleri üzerinde  çok dikkatle düşünmemiz gereken şeylerdir. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminden itibaren yabancılar Türkiye’ye hemen hemen her konuda kendi politikalarını dayatmaya çalışmışlardır. Dış politikada ne yapacak, ekonomisini nasıl yönetecek? Sürekli olarak bir dayatma anlayışıyla Türkiye’ye yaklaşmışlardır. İstanbul’da büyükelçilerin tercümanları var ve bu tercümanlar her Allahın günü Babı Ali’de sadrazamla konuşur, vezirlerle konuşur,  bize daima kendi çözümlerini dayatmaya çalışırlardı.

Geçmişimizde bunun çok örneği var. Mesela 1839 Tanzimat Fermanı nasıl yazılmış? Böyle yazılmış, yani yabancıların dayatması ile yazılmış. Orada azınlıklara, Rumlara, Ermenilere eşit haklar tanıyın diye hükümler var da bunların çoğu yabancıların Türkiye’ye dayatması ile kaleme alınmış hükümlerdir. 1856 ıslahat fermanı aynı şekilde. Orada da görüyoruz ki Kırım Savaşı’na biz katıldık, beraber savaştık, bunun da bedelini ödeyeceksiniz diyorlar. Azınlıkları himaye altına almak istiyorlar. Rusya, Fransa, İngiltere azınlıklara sahip çıkacak. Türkiye’de bir ayaklanma mı oldu, hemen yabancılar müdahale ediyor, ayaklanmacılardan yana yani devlete karşı Osmanlı İmparatorluğuna baskı yapacaklar, ayaklanmacıların hakkını koruyacaklar.

Biraz somutlaştıralım bunu isterseniz. Girit bunun tipik örneklerinden biridir. Girit Osmanlı’ya bağlı. Daha Yunan istiklalinden önce bu ayaklanmalar başlıyor. Osmanlı her defasında ayaklanmaları bastırıyor, Yunan istiklalinden sonra bu ayaklanmalar büsbütün kontrolden çıkıyor. Bir çok Türkü öldürüyorlar. Ama en çok 1895-95-97 yıllarında bu ayaklanmalar artık tahammül edilemez hale geliyor ve her defasında ne zaman bir ayaklanma olsa büyük devletler bastırıyor ve o ayaklanmacıları affediyorlar. 1897’de artık Osmanlı’nın canına tak ediyor ve Yunanistan’a savaş açıyor. 1897 savaşında Türk birlikleri Yunanlıları büyük bir mağlubiyete uğratıyor ve Atina’ya yaklaşıyor. Büyük devletlerin baskısı ile orada durduruyorlar bizi. Savaşı biz kazanmışız fakat bu savaşın sonucunda biz Girit’i kaybediyoruz. Çünkü oradaki ayaklanmacıları daima yabancılar destekliyorlar, şu tavizi verini bu tavizi verin diye. Şu hakları verin bu hakları verin, kültürel haklar verin,siyasi haklar verin. Sonunda kala kala bir tek Hanya kalesinde Türk bayrağı kalıyor. Balkan savaşını kaybedince ülke, 1913’te o da kalkıyor ve doğrudan doğruya Girit bir Yunan toprağı oluyor.

Bundan çıkarılacak dersler şunlar, ne zaman Türkiye’ye karşı bir ayaklanma olursa bu ayaklanmalar yurtdışından himaye görmüştür ve yabancılar  ayaklanmacıları destekleyerek daima Osmanlı İmparatorluğu’ndan tavizler almışlardır, daima ayaklanmacılar kazançlı çıkmışlardır.

Bugün ne oluyor zannediyorsunuz? Philips raporuna bakın. Bir tek o değil, kaç tane rapor var size bahsetsem. Ahtisari raporu, Lipponen raporu, Hugh Pope raporu var. Hepsinde aynı şeyi söylüyor, Türkiye haklı teröristler haksızdır, bu birinci cümle. Ondan sonra terör bitmelidir. Bunun için Türkiye şu tavizi vermelidir, bu tavizi vermelidir diye size taviz vermeniz için dayatıyorlar. İşte işin can alıcı tarafı burasıdır. Biz bu tecrübeyi çok uzun yıllar yaşadık. Atatürk zamanında dışarıdan dayatamadılar. Atatürk’ün kimliği kişiliği o kadar güçlüydü ki Atatürk’e bir şey dayatmak kimsenin haddine düşmemişti. Metin Toker daha 1963 yılında Akis dergisine yazdığı bir makalede diyor ki bunlar Türkiye’den beklentilerinden vazgeçmediler Atatürk zamanında, İnönü zamanında, bir süre için ertelediler. Ama biliniz ki bu ceplerindedir ve daima bunu önünüze çıkaracaklardır. Nereden biliyoruz bunu? Lozan’dan.

Lozan’da İsmet paşa ne istiyor? Tam bağımsızlık, eşitlik, egemenlik. Türkiye’nin taleplerinin özü bu. Tabi sınırlar belirlenecek, boğazlar meselesi var, daha bir çok konu var. Ama siyaseten en önemli beklentimiz bunlar. tam eşitlik, tam bağımsızlık, tam egemenlik. Bunu bize vermek istemiyorlar bütün sıkıntı buradan çıkıyor. Lozan’a 1923 yılının Şubat ayında ara verilmesinin sebebi bu. Kapitülasyonların kaldırılmasını istemiyorlar falan ama en önemlisi egemenlik, eşitlik  falan. Bir gün İngiliz dışişleri bakanı Lord Curzon, ismet Paşa’yı davet ediyor, diyor ki “İsmet Paşa senden hiç memnun değiliz. Sen bir laterna gibisin, dönüp dolaşıp hep aynı şeyi söylüyorsun. Milli egemenlik, milli egemenlik, milli egemenlik. Bıktık artık senden.” İsmet Paşa da diyor ki “Ben bunu hep söylüyorsam beni buna mecbur ettiğiniz için söylüyorum. Başka ülkelere sağladığınız egemenlik haklarını bize vermek istemiyorsunuz. Bütün mesele buradan çıkıyor.” Lord Curzon diyor ki başka bir görüşmesinde “Hiç memnun değiliz sizden, ne söylesek reddediyorsunuz. Biz sizin reddettiğiniz tüm bu tavizleri cebimize koyuyoruz. Ülkeniz açtır, fakirdir, yarın gelip benim önümde diz çökeceksiniz. Para bende ve bu yanımdaki Amerikalıda var. gelip borç istediğinizde bu tavizleri cebimden çıkaracağım, önünüze koyacağım.” diyor. Türk devleti işte bu baskılarla kuruldu. İsmet Paşa da “Eğer gelip önünüze diz çökersem çıkarın bana bu tavizleri” diyor. Sonra da diyor ki bu bana ders olmuştur, bütün siyasi hayatım boyunca yabancılardan borç almamaya, onlara bağımlı duruma düşmemeye çok büyük özen göstermiştir. Bir de bugünkü durumumuza bakın, borçlar boyumuzu aşmış vaziyette. O zamanki insanların devlet anlayışı bu. O kadar çok baskı yapmaya çalışıyorlar ki İsmet Paşa’ya, Amerikalıların büyükelçisi Grove, o zaman Lozan’da ABD müşaviri, sonra Ankara’ya büyükelçi oluyor. O hatıralarında yazıyor, İsmet Paşa’ya yapılan baskılar karşısında, New York’un Harlem mahallesindeki bir polis karakolunda azılı bir katile yapılan baskılar, keyifli bir akşam yemeği gibiydi, diyor. Oradaki bir katile yapılan baskılardan fazlasını İsmet Paşa’ya yaptılar Lozan’da ama direndi. En sonunda 1923 Şubat ayında ültimatom veriyorlar diyorlar ki İsmet Paşa’ya Lord Curzon akşam saat 8’e kadar size verdiğimiz metni kabul ettiniz ettiniz, yoksa ben Londra’ya dönüyorum, bu iş biter diyor. Gazeteciler bekliyor aşağıda saat 8 oluyor, otelde İsmet Paşa’nın odasının kapısının açıldığı duyuluyor, İsmet Paşa yavaş yavaş iniyor merdivenlerden ve elinden şapkası. Güler yüzlü bir şekilde selamlıyor gazetecileri ve çekip gidiyor. Koşuyor gazeteciler ardından nereye gidiyorsunuz diye, Ankara’ya gidiyorum diyor. Ne oldu? “Hiçbir şey olmadı, sadece esir olmayı kabul etmedik bu kadar”. Düşünün. Türkiye tek başınadır, dünyanın o zamanki en büyük devletleri Türkiye’nin karşısındadır. Türkiye tek başına direniyor. Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak’a talimat veriyorlar derhal seferberlik hazırlıklarına başla,  yeni bir  savaşa girebiliriz diye. İngilizler göze alamıyorlar savaşı.

Kurtuluş Savaşı bitmiş, Lord George, İngiliz başbakanı, Türkiye ile yeni bir savaş imkanı arıyor, Fransa’nın desteğini istiyor, bulamıyor. Basın desteklemiyor, çaresiz kalıyor. Çıkıyor Avam Kamarasında kürsüye: “Arkadaşlar, Tanrı dahileri çok nadiren yaratır. Bizim kötü talihimiz böyle bir dahiyi Türkiye’de karşımıza çıkarttı. Biz onunla mücadele edecek durumda değildik ve edemedik. İstifa ediyorum.” diyor ve kürsüden iniyor. İngiltere o zaman dünyanın en büyük devleti. Dünyanın en büyük devletinin başbakanını istifa ettirmek zorunda bırakmış Atatürk. Direnciyle, gücüyle, iradesiyle. bu iradeyi milletten alıyor. Şimdi bazılarının adını bile söylemek istemediği Türk miletinden alıyor. Bizim geçmişimiz bu. Onun için bugünkü gelişmeleri değerlendirirken bunları düşünelim. Lozan bizim için zaferdir diyoruz, gurur duyuyoruz.

Peki yabancılar nasıl görüyor, Kurtuluş Savaşı ve Lozan’ı? Churchill, “Türklerin yeniden Avrupa’ya girmeleri müttefikler için en kötü aşağılanmadır. Müttefiklerin zaferi hiçbir yerde Türkiye’deki kadar tam olmamıştı. Şimdi galibin gücü hiçbir yerde Türkiye’deki kadar gösterişli biçimde aşağılanmamıştır. Sonunda başarılı bir savaşın bütün meyveleri, uğruna binlerce askerin hayatını verdiği, Gelibolu, Filistin, Mezopotamya başarıları, bunların hepsi utanç içinde sona ermiştir.”diyor.

Bizim karşımızdaki bu yenilgiyi hazmedemiyorlar. Onun için bizim bu sağladığımız başarının değerinin çok iyi bilmemiz lazım. Birinci Dünya Savaşını biz kaybettik biliyorsunuz, Almanlarla birlikte savaşa girdik. Kaybeden ülkeler arasında büyük devletlerle eşit şartlarda ve onlara taleplerini kabul ettirerek antlaşma imzalamış tek ülke Türkiye’dir. Versay’da Almanların düştüğü duruma bakın. bakın. Trianon, Neuilly antlaşmalarına bakın. Hiçbirinde Türkiye’deki gibi bir başarı sağlanamamıştır. Savaşı kaybeden diğer devlete büyük devletler diz çöktürmüşlerdir. Almanya’yı perişan etmişlerdir.

Bizim cumhuriyetimizin temelinde Lozan’da sağladığımız büyük başarı yatıyor. Ondan sonra da Atatürk hep dorukta gitmiştir. Milli bağımsızlığı en öncelikli hedef saymıştır. Bazılarının dediği gibi dünyaya mı kapandı? Atatürk o dönemde paktlar yapmış. 1934’te Balkan Paktını,  !937’de İran, Irak, Afganistan ile Sadabat Paktını yapmış. 1932 yılında Milletler Cemiyetine girmiş. Türkiye çok şey yapmış ama hiç kimsenin Türkiye’ye ne yapacağını dikte etmesine izin vermemiştir.

Biz 1987 yılında AB’ye tam üyelik için müracaat ettik resmen. 1988 yılından itibaren Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye ile ilgili aldığı kararları alt alta yazın, satır satır okuyun ve bana bir satır bulun ve desin ki şu konuda Türkler haklı, karşısındakiler haksız. Bir satır bulamazsınız. Türkiye öyle devlettir ki iş başına gelmiş bütün hükümetler her konuda hep yanlış iş yapmışlardır. Bu olacak bir şey midir? Bir ülkeyi bu kadar köşeye sıkıştıran, onu suçlayan bir yaklaşımın örneğini dünyada görmek çok azdır. İstiyorlar ki her  konuda Türkiye onların isteğini yapsın. Kıbrıs konusu. Biz ne istersek onu yapın diyorlar. Türklere o kadar haksızlık yapıldı, Londra ve Zürih antlaşmaları çiğnendi, Türkler devletten atıldı, öldürüldü, 103 köyden uzaklaştırıldı. Bizim burada yaşamaya hakkımız yok mu? Hayır. Biz ne dersek onu yapacaksınız.

Atatürk diyor ki devletler arasında dostluk yoktur, menfaatler vardır. Her devlet kendi menfaatinin gereğini yapar. Aynı şeyi eski İngiliz başbakanı söylemiş, 1856’da Palmerstone,diyor ki İngiltere’nin ebedi dost ve düşmanları yoktur, değişmez menfaatleri vardır. Ben menfaatime bakarım diyor. İşte uluslararası ilişkilerin özünde menfaat vardır. Ben sıfır sorun politikası izleyeceğim, bütün ülkelerle sorunları çözeceğim. Hiç kimse bu sözleri ciddiye almaz. Bunu söyleyen hiçbir devlet yoktur dünyada, hiç olmamış. Yunanistan ile bizim bir sürü sorunumuz var kıta sahanlığı, adalar meselesi var, hava sahanlığı var vs. nasıl çözeceksiniz bunu? Adam yanaşmıyor çözmeye. Bir tek yolu var, her dediğini kabul edeceksiniz. Ermenistan ile nasıl çözeceksiniz? Kürt meselsini nasıl çözeceksiniz? Yabancılar neyi dayatıyorsa veya yabancılardan destek alan bir takım silahlı terör grupları neyi dayatıyorsa kabul edip açılım yapacaksınız. Ama görüyorsunuz ki bırakın sıfır sorunu bir tek sorunu çözebilmiş değillerdir. Mesela, Yunanistan Rodos ve İstanköy’deki 7 Türk ilkokulunu kapattı. Bir tanesini açtırabildik mi?.Atina’da 2 camii var, kapattılar. Bir tanesini açtırabildik mi?. İskeçe’de Osmanlı’dan kalan caminin tamirine izin vermelerini sağladık mı? Bir tane örnek verin bana. Yani kendi kendinizi başarılı göstermek kolaydır da mesele somut sonuç almaktır. Diplomaside ölçü uçuş milleri değil. Sabah Tokyo’daydım, öğlen Dubai’ye geldim orada 4 saat konuştum, bir bindim uçağa güvenlik konseyine haber gönderdim toplandılar, ben gittim, orada da kopnuştum. Diplomaside marifet sonuç almaktır. Niye sonuç yok? Çünkü sürekli olarak baskı altındasınız.

Bunu Almanya’da çok iyi görüyorsunuz. Bizim karşı karşıya bulunduğumuz belli başlı meselelerde Kıbrıs, Ermenistan, Patrikhane gibi, tüm bu sorunlar demetini al alta yazın, bana Avrupa’da veya ABD’de bir devlet adamı söyleyin veya bir siyasi parti, bir hükümet söyleyin, bir tanesi desin ki bu konulardan bir tanesinde Türkiye haklıdır. Kıbrıs’ta hakikaten Türklere yapılan ambargolar haksızdır, kaldırılmalıdır diye bir tanesi söylesin. Bir tanesi desin ki Türkiye’nin Ermenistan sınırını açmaması doğrudur, Ermeniler Azerbaycan topraklarının %20‘sini işgal ettiler, 1 milyon Azeri’yi  evlerinden  kopartıp sürgüne gönderdiler, onun için Türkiye’nin tavrı doğrudur. Bana diyin ki şu partiden filanca dedi ki Türkler haklı. Kolay kjolay örnek bulamazsınız.

Nuri Bilge Ceylan’ın dediği gibi biz güzel ve yalnız bir ülkeyiz. O zaman da yalnızdık. Bugün de yalnızız. Ama nasıl Atatürk yalnız olmaktan korkmadıysa, en büyük devletleri karşısına alarak bu mücadeleyi sürdürdüyse bizim de bugün bunu yapacak cesarete sahip olmamız lazım. Bu, bilgiyle olacak. Bilerek ancak bu işlerler mücadele edebiliriz. Bu konuların  ayrıntıları var son kitabımda son 10 yılda dış poliştikadfa yaşadığımız bu sıkıntılardan bahsedilyor, biz ne dedik, ne oldu diye. Onun için bilerek yola çıkarsak, çocuklarımıza öğretirsek onları okutursak, gençlerimiz bu gerçekleri bilirse ülkelerine yönelik eleştirilere de çok isabetli cevap verebilirler. Bize ne diyorlar yabancılar dışarıdan ve onların Türkiye’deki uzantıları? Her akşam televizyonda artık göre göre ezberlediğimiz, ailemizin bir parçası haline gelenler, bazı yorumcular, sözde bilim adamları, gazeteciler ne diyor? Efendim, askerleri siyasete karıştırmayın. Askerler siyasi konuda ağzını bile açmasın. Hatta bazı raporlarda diyor ki askeri konuda bile konuşmasın. Askeri konularda konuşmak için Milli Savunma Bakanlığından izin alsın. Yani askerin siyasi rol oynamasını istemiyorsunuz. 1 Mart tezkeresini biz mecliste reddettik. Bence son derece isabetli yaptık, Atatürk’e yakışan davranış buydu, Atatürk cumhuriyeti bunu yaptı. Çünkü bizden talepleri Türkiye üzerinden cephe açmak, uluslararası hukuka aykırıydı, BM’in buna izin veren kararı yok, bizim anayasamızın da 92. maddesine göre uluslararası alanda meşruiyeti olmayan hallerde TBMM yabancı askerin Türkiye’ye gelmesine, Türkiye’den başka ülkeye gitmesine izin vermez diyor.  ABD Savunma Bakan yardımcısı Wolfowitz diyor ki bu talebimizin yerine getirilmemesinin en önemli sorumlusu Türk silahlı kuvvetleridir. Çünkü Türk askerleri Meclise liderlik yapamadılar. Hani siz askerin politikaya karışmamasını istiyordunuz? Dikte edecekmiş meclise asker, buna olumlu oy verin diye. Asker diyecekti ki “ABD için iyi olan neyse Türkiye için de iyi olan, doğru olan odur.” Böyle diyor.

Askerlerin son zamanlarda karşılaştıkları sıkıntıların sebeplerini araştırıyorsanız biraz da buralarda  araştırmak lazım. Çok alışmışlar çünkü vaktiyle belli dönemlerde her dediklerini yaptırmaya. Şimdi de istedikleri olmayınca suçluyorlar askerleri. Kaldı ki asker, o zamanki yönetim bu tezkerenin hazırlık çalışmalarına beraber katılmış, biz bunu biliyoruz, askerler belli ki tezkerenin kabulünü istiyorlardı. GenelKurmay Başkanı biz milli iradeye etki yapmak istemeyiz diyerek, açıkça fikirlerini söylemedi. Ama herkes biliyordu ki onlar bu çalışmalara katılmışlardır ve işin esasına itiraz etmemişlerdir. Biz mecliste bunu bile bile ret oyu verdik. İktidar partisinden de 99 milletvekilini ikna ettik. Hani askerin istediğini yapardı Meclis? Demek ki Türkiye’de askeri vesayetten bahsedilemez. Biz askerin istediğine göre oy kullansaydık bugün en az 30 bin ABD askeri Türkiye’deydi ve Türkiye Filipinler haline gelmişti. Bazıları hala bu tezkere kabul edilseydi PKK ile daha iyi savaşırdık çünkü o zaman ABD Kuzey Irak’ta teröristlerle savaşmamıza izin verirdi diyorlar.. Atatürk’ün Türkiye’si başka bir ülkeden topraklarına yönelik terör saldırısıyla mücadele etmek için yabancı bir ülkeden izin alacak. Yabancı izin verirse topraklarımı koruyacağım, vermezse koruyamayacağım,! Böyle şey olur mu?  ABD size ceza verdi, harekatı engelledi. Yani bizi terörle terbiye edecek. Böyle bir şey olur mu? Yani bir NATO ülkesi başka bir NATO ülkesinin topraklarına yönelik terörist saldırıları engellemek için sınır ötesi operasyon yapamayacak. Buradan geriye dönersek Atatürk’ün tam bağımsızlık politikasının ne anlama geldiğini daha iyi anlarız. Topraklarını korumak için hiçbir ülkeden emir almayacaksın. Başkalarının nasihatleriyle hareket etmeyeceksin. Yıkmak istedikleri cumhuriyet bu. Adının cumhuriyet olarak kalması o kadar önemli değil.

Basına bakarsanız bizim hükümet bıraksanız hemen gidecek Suriye’yi işgal edecek. Beşir Esad’ı devirecek, yerine Müslüman Kardeşleri getirecek. Orta Doğu’da bölgenin ağabeyi olacak, Osmanlı hayalini gerçekleştirecek. Bunun  bu kadar kolay olmadığı anlaşılıyor. Bizim bu konuya doğru teşhis koyamadığımız çıkıyor ortaya. Ne diyordu bizimkiler, Suriye’deki muhalefete lojistik destek veriyoruz. Silah verdiğine dair yabancı basında çok laf var ama en azından siyasi destek verdiği muhakkak. Belki istihbarat veriyor, belki başka destek veriyor ama lojistik destek verdiğini kendisi söylüyor hükümet. Hangi muhalefete? Muhalefet dediğim zaman 4 tane radikal İslami grup var. İçinde Müslüman Kardeşler, Selefiler, Afganistan’da terör faaliyetinde bulunan El-Kaide, cihatçılar, Kürtler var. 15 Kürt grup var ve PYD PKK yanlısı. Bunlar kiminle savaşıyor? Bazen Özgür Suriye ordusu ile Kürtler çarpışıyor. Bazıları diyor ki Kürtler Esad’ı destekliyor Ne olduğu belli değil. Kurtarılmış bölgeler ilan etmişler. Bu PYD’nin 10.000 silahlı adamı var. 2 tabur. Fiilen otorite kurmuşlar. Ne hükümeti sokuyor ne özgür Suriye ordusunu. Barzani bunları destekliyor. PYD’nin Suriye Kürt Ulusal Konseyi’ne girmesi için baskı yapan Barzani. Barzani ABD’ye yakın, bir de bizim hükümet onunla ilişki kuruyor. Başbakanımız ne diyor? Sınır ötesi sıcak takip hakkımızı kullanırız, yasak bölge ilan ederiz, tampon bölge kurarız. Ertesi gün ABD  dışişleri diyor ki Türkiye’ye militarist yaklaşımlardan kaçınsın. Obama’nın resmi çıkıyor elinde beyzbol sopası. Size diyor ki sakın benim istemediğim adımlar atma yoksa başın çok ağrır. BM’in kimyasal silahları yasaklama sözleşmesi var. Buna göre her devlet elindeki silahları imha etti. 7 ülke var imzalamayan. Bir tanesi Suriye. Elinde kimyasal silah var ve kendileri ilan ettiler. 3 ay önce dediler ki ayaklanmacılara karşı kimyasal silahları kullanmayacağız ama bir ülkenin askerleri sınırımızı aşarsa onlara karşı kullanacağız. Kimyasal silah savaşına hazır mısınız? 75 milyonluk Türkiye’yi bir kimyasal savaşın kurbanı  haline getirmeyecek bütün önlemleriniz var mı elinizde? Atropinler, ilaçlar, aşılar, hepsi var mı? Savaşa gireceğiz demek kolay. Bir tanesi demeç vermiş, 3 günde Şam’ı alırız diyor. Biraz bu konularda dikkat edeceksiniz. Artı, hiç bahsedilmeyen konular var, enerji boyutu mesela. Yabancı basını okursanız, Suriye kıyılarında Lübnan’a yakın bölgede çok büyük doğal gaz rezervleri bulunmuş. Suriye az miktarda petrol üretiyor ama yeni çıkan bilgi o bölgede değerli doğal gaz yataklarının olduğu yolunda. İran’ın güney Pers bölgesinden Irak ve Suriye üzerinden Akdeniz’e bir boru hattı döşenmesi için mutabakata varılmış. Bu işlerin bir de enerji boyutu var. Bütün bunları düşünmeden Türkiye’nin ortaya atılması doğru mU? Siz oradaki silahlı muhaliflere destek oluyorsunuz, insan hakları için. Peki. Bahreyn’de de özgürlük isteyen insanlar ayaklandı ne oldu? Suudi tankları geldi bastırdılar. Sizin bu konuda sesiniz çıktı mı? Onlar insan değil mi? Sayın Başbakan muhalefeti suçluyor, Mezhepsel nedenlerle Esad’ı kolluyorsunuz anlamına gelecek sözler söylüyor. Peki acaba Bahreyn’de muhaliflere destek olmamamızın sebebi onların Şii olması mıdır denilse ne cevap vereceksiniz? Suriye’de tersi, yönetim Nesturi, ayaklanmacılar çoğu Sünni. Din ve Mezhep meselelerini dış politikaya karıştırmamak lazım .Türkiye bölgede gerçek anlamda laik olan tek ülkedir. Laiklik demek sadece yurtiçinde değil dış politikada da din ve mezhep anlayışına göre politika yapmamak demektir. Din ve devlet işlerini ayırt etmek demektir. Eski Başkanlardan Thomas Jefferson, biz ABD anayasasını hazırlarken din ve devlet işleri arasına bir duvar ördük diyor. Laiklik bu.

Benim demokrasiden diktatörlüğe adlı kitabımda var. Bizde son zamanlarda bazı hükümet programlarında, mecliste yapılan konuşmalarda, diyorlar ki laiklik dinsizlik değildir, bilmem ne değildir, tamam da nedir bir de onu söyleyin. Diyemiyorlar ki laiklik din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Yani dinin siyasete alet edilmemesidir. Düşünün ki bir ülkenin anayasasının en temel maddelerinden biri, laiklik öyle buna karşı eylemlerin odağı olduğu için anayasa mahkemesinin 11 üyesinin oyuyla mahkum edilmiştir. Böyle bir ülke olabilir mi? Bazıları laiklik tehlikeli midir değil midir bunun tartışmasını bile yapıyorlar. Anayasa mahkemesi kararı var ki laiklik karşıtı eylemlerin odağı diyor.

29 Ekim’den bahsettik, 10 Kasım’ı anacağız. 1 Kasım’da 90 sene önce ne olmuştu? Saltanat kalktı. Kimse konuşmuyor. Tarihimizin en önemli aşamalarından biri bu. Saltanatı kaldırdık ve kısa bir süre sonra çağdaş bir cumhuriyet kurduk. özgürlükçü, ilerici, devlete dayanan cumhuriyet kurduk. Değerli arkadaşlarım sizin gibi çağdaş düşünceli insanlara büyük görev düşüyor. Bunları öğrenmek ve çocuklarımıza anlatmak lazım. Bu cumhuriyeti biz kolay kurmadık. Bağımsızlığımızı kolay kazanmadık. tüm dünya ile dişe diş mücadele ettik. Istırap çektik. Yunanistan’ın bağımsızlığından 1830‘dan İstiklal savaşımızın sonuna yani 1922’ye kadar savaşlarda kaybettiğimiz insan sayısı 5 milyon 20 bin kişidir. 5 milyon insan kaybettik. Savaş istemiyoruz ve savaş yanlılarının da bundan vaz geçirilmesi gerekiyor.

Çocuklarımıza yalnız Türkiye’yi değil Almanya’yı da anlatmak laızm. Nasıl bugüne geldi? Nereden geldi? Almanya 1919’da Weimar cumhuriyetini kurdu, adım adım demokrasiye geçti ama Hitler 1933’te bu cumhuriyeti sona erdirdi ve 3. imparatorluğu kurdu. Ondan sonra da tüm özgürlükleri askıya aldı. Sosyal demokratlar kaçtılar Almanya’dan. Tüm yargıya hakim oldu. O zamanların adalet bakanı hakimleri çağırıyor, toplantı yapıyor, sizin göreviniz hukukun gereğini yerine getirmek değildir, Führer ne istiyorsa onu yapmaktır diyor. Tüm hukuku altüst ediyorlar.  3 büyük medya grubu var benzetmek gibi olmasın ve teslim oluyorlar Hitlere. 1 tane istisnası var. Frankfurter Zeitung. Az çok eleştiri yapabiliyor. En azından Arjantin’de neler oluyor diyerek Almanya’ya imada bulunuyor. Olacak gibi değil. Büyük iş adamları bu gazeteyi satın alıyorlar. Hitler’in doğum gününde Hitler’e hediye ediyorlar. Daha çok hikaye var.Aydınlara nasıl baskı yapılıyor falan. Ama şunu bilesiniz ki savaş bitiyor, Almanya kaybediyor.

Bugün bazıları bize diyorlar ki bu anayasayı yürürlükten kaldırın, yepyeni bir anayasa hazırlayın çünkü demokratik değil. Biz 114 kere değiştirdik bu anayasayı. Bugünkü halinin 1982 metniyle pek bir benzerliği ile hiçbir bağlantısı yok. Bugünkü hali ile benzerliği yok. Tamamını değiştirin diyorlar. Niçin? Çünkü başkanlık rejimi kurmak için. Türk kelimesini çıkartmak ve yerel özerklik adı altında devlet içinde devlet kurulmasına izin vermek için. Bahane  şu: Anayasayı askerler yaptı, demokratik biçimde yapılmadı onun için değiştirin. Alman anayasası nasıl yapıldı bilen var mı? 1948 yılında Londra’da müttefik kuvvetler toplantı yapıyorlar ve ABD, Fransa, İngiltere. Daha sonra Belçika, Lüksemburg, Hollanda katılıyorlar. İçinde bir tane Alman olmayan bir heyet Alman anayasasının esasını hazırlıyor. Bunun üzerine anayasanızı yapacaksınız diyor. Hazırlayacağınız metni bana getireceksiniz, ben onaylayacağım diyor. Bugünkü anayasa böyle oluşuyor. Bugün Alman anayasasını eleştiren var mı? Kuruluşunda demokratik değildir diyen var mı? Japon anayasası MacArthur’un hukukçu subayları hazırlıyor. İçinde bir tek Japon yok. Bugün yürürlükte olan Japon anayasası budur. üstelik Alman anayasasında değişiklik olmuş. Japon anayasasında bir tek değişiklik yok.

Bizim Atatürk’ün cumhuriyetine sahip çıkmamız lazım. Çocuklarımıza hem Türkiye’yi hem bulunduğumuz ülkeyi geçmişiyle, sorunlarıyla, başarılarıyla anlatmamız lazım. Her halükarda yabancıların baskısıyla Türkiye’nin yönetilemeyeceğini tüm dünyaya ilan etmemz lazım. Ne Kıbrıs’ı, Ermeni meselesini, Kürt meselesini, ne de Patrikhane meselesini baskıyla çözeriz. Türkiye kendi kararını kendisi varır. Biz 1 Mart ile kendi kararımızı kendimizin vereceğini ispat ettik ve ben öyle bir parlamentoda  görev yaptığım için gurur duyuyorum.

Çok teşekkür ediyorum.


Bu belge Belgeler arşivinde bulunmaktadır.