ONUR ÖYMEN’İN FÜZE KALKANI VE TÜRKİYE’NİN DOĞU İLE BATI ARASINDAKİ ROLÜ KONUSUNDAKİ KONFERANSI Ankara Üniversitesi 6 Nisan 2011

Sayın Yakış’ın bıraktığı yerden başlayayım. Çünkü bizim konumuzda Sayın Yakış’ın bahsettiği konu ile yakından ilgilidir. Aslında biz diplomatik yazışmaların bu şekilde sızmasından rahatsızlık duyarız. Mesleki olarak gerçekten bunu uygun görmeyiz. Ama yayınlandıktan sonra da tabii bunları görmemezlikten gelmek, incelememek mümkün değil. Şimdi Wikileaks belgeleri, Sayın Yakış sayılarını da verdi, son derece ilginç bilgiler içeriyor. Bunların böyle diplomatik dedikodu falan diye geçiştirilmesi söz konusu olamaz. Beş ayrı kategoriden oluşuyor. Birincisi Amerikalı bakanların ziyaret ettikleri ülkelerde yaptıkları resmi görüşmelerin zabıtları, şimdi burada büyükelçilerin hiçbir rolü yok. O zabıtlar yapılan konuşmaları anlatıyor, birazdan oraya değineceğim en önemlisi budur çünkü. İkincisi büyükelçinin ziyaret ettiği o ülkenin üst düzey yetkilisi ile yaptığı görüşmelerin zabıtları, orada da büyükelçinin rolü yok. Üçüncüsü büyükelçiliğe gelen bilgiler, onları çeşitli kaynaklardan doğrulatıp kendi hükümetine ulaştırıyor. O da o kadar büyükelçinin katkısı olan bir konu değil. Bir başka konu da bir başka boyut da Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın gönderdiği talimatlar, telgraflara, belgeler ……. Bu dört kategorinin hiçbirinin büyükelçinin kişisel değerlendirmeleri ile ilgisi yok. Beşinci kategori de büyükelçinin değerlendirmeleri . Onları beğenirsiniz beğenmezsiniz ama bütün bu belgelerin tamamını böyle bir dedikodu manzumesi gibi değerlendirmek yanlış. Şunun için yanlış, bunların içinde gerçekten çok önemli belgeler var. Biz bütün dünyadan gönderilen belgeleri değerli arkadaşlarımla araştırdık, bunların özellikle Türkiye ile ilgili olan bölümlerini taradık,. Size şunu söyleyebilirim ki şimdiye kadar gördüğümüz belgelerin en önemlisi bizim açımızdan bir tanedir. O da 26 Ocak 2010 tarihinde Amerikan Savunma Bakanı Robert Gates’in Sayın Milli Savunma Bakanımızla yaptığı konuşmanın zaptıdır. Şimdi o zabıtta Türkiye açısından iki tane önemli unsur var. Birincisi füze kalkanı ile ilgili. Bakın diyor ki, “Füze kalkanı radarlarının Türkiye’ye yerleştirilmesi gerekmektedir.” Amerikalı Bakan bunu söylüyor. Bu sistemin geri kalan kısmının nerelerde yerleştirileceğini, gemilerde v.s. bunları anlatıyor. “Eğer” diyor, “Bu radar sistemlerini Türkiye’ye yerleştirmezseniz, Türkiye’nin güneydoğusunu biz bu füze kalkanı sisteminin korumasının içine alamayız.”. Son derece ilginçtir, şimdi buradan hareket ederek çok şey söylenebilir. Fakat oraya gelmeden bir şey daha söyleyeyim, aynı telgrafta ikinci bir unsur var ki o daha önemli. İkinci unsur şu: diyor ki “İran bu nükleer silah üretme projesine devam ettiği takdirde, İsrail İran’a bir askeri müdahalede bulunma noktasına gelebilir.” Aynen bu kelimelerle, ikinci cümlesi daha da ciddi bizim için. Böyle bir çatışma olursa Ortadoğu’da Türkiye bunun dışında kalamaz. Biz 1922’den beri tüm bu Ortadoğu’daki çatışmaların dışında kalmışız, İran-Irak savaşının dışında kalmışız, başka savaşların dışında kalmışız. Şimdi “Dışında kalamazsınız” diyor. Madde üç: diyor ki “Bunun için silahlanın, askeri açıdan hazırlanın”. Son derece önemlidir bu belge. Bence diğer bütün belgelerden daha önemlidir. Ülkemizin güvenliği açısından işin füze kalkanı boyutuna gelince, niçin Türkiye’ye bu radarların yerleştirilmesi gerekiyor? Bunu bizim incelememiz lazım. Yani radarların Türkiye’ye yerleştirilmesi kaçınılmaz mı? Hükümetimiz dedi ki “Hedefin İran değildir. İran olduğuna dair bir işarete biz NATO belegelerinde yer verdirmedik.” NATO belgelerinde bu fazla bir anlam taşımıyor. Şu açıdan: daha sonra yayınlanan Wikileaks belgelerinde de hedefin doğrudan doğruya İran olduğu söyleniyor. Ayrıca Başkan Obama’nın çeşitli konuşmalarında hedefin İran olduğu söyleniyor. NATO Genel Sekreteri’nin geçen Eylül ayına kadar yaptığı konuşmalarında da hedefin İran olduğu belirtiliyor. Bir de son NATO zirvesinin hazırlığı kapsamında eski Amerikan Dışişleri Bakanı Madeleine Albright başkanlığındaki komitenin zirveye sunmak üzere hazırladığı raporda da açık bir şekilde hedefin İran’daki füze sistemi olduğu yazılıdır. O bakımdan burada bir kuşku olmaması lazım. Peki o zaman niçin bu radarlar Türkiye’de konuşlandırılacak? Sistem şöyle çalışacak: Biliyorsunuz bir ülkede radarlar konuşlandırılacak başka bir yerde füzeler olacak. Bunlar ya bir ülkede ya da en son bilgilere göre denizde olacak. Aegis denilen bir proje var. Bazı Amerikan savaş gemileri Akdeniz’de olacak. Füzeler bu gemilerden veya platformlardan fırlatılacak ve karşı tarafın saldırı füzelerini vuracak: Şimdi burada bir konuya dikkatinizi çekmek istiyorum. Radarlar nerede ise (eğer İran kastediliyor ise -öyle olduğu anlaşılıyor) İran’ın birinci hedefi bu radarları söndürmek olacak. Bir çatışma çıktığı zaman ilk önce bu radarları vuracaksınız ki, siz karşı tarafın taarruz sistemlerini köreltesiniz. Nitekim bu rivayetler çıktığı andan itibaren İran yetkilileri açıklama yaptılar. “Bizim ilk hedefimiz bu radarlar olacak.” dediler. Niçin bu radarlar Türkiye’de konuşlandırılacak? “Mesafe o kadar kısa ki Türkiye’nin daha dışında bir yerde olursa İran’daki sistemleri göremez” diyorlar. Acaba öyle mi? Daha önce bu sistem biliyorsunuz Amerika tarafından ilk düşünüldüğünde, geliştirildiğinde öngörülen şuydu: Çek Cumhuriyeti’nde radarlar olacak, Polonya’da füzeler olacaktı. Buna bir taraftan Rusya tepki gösterdi “ Bu sistem Rusya’yı hedefliyor” dediler. Bir taraftan da Polonya halkı çok ciddi tepki gösterdi. Çek Cumhuriyetinden de tepkiler oldu. O sırada Amerikalılar dediler ki, “Ruslar boşuna üstlerine alınıyor, bu sistemin hedefi Rusya değildir, İran’dır.” Bundan ne sonuç çıkıyor? Şu sonuç çıkıyor: demek ki Çek Cumhuriyeti’nde konuşlandırılacak bir radar sistemiylele siz İran’daki füze faaliyetlerini izleyebilirsiniz. Bu sistemlere sınır ötesi sistem diyorlar. “ Over the horizon” radarlar ufuk çizgisine kadar görmüyor, onun ötesini de görüyor. Uzay bağlantılı olarak çeşitli elektronik, teknolojik sistemler var. Mesela evvelce de Kıbrıs’taki radar sistemiyle İngilizler Rusya’nın Urallar’ın güneyindeki Krasnodarsk Bölgesi’ndeki füze faaliyetlerini izleyebiliyorlardı. Şimdi Amerika’nın açıklamalarından anlaşılıyor ki Çek Cumhuriyetine bunu konuşlandırabilirsiniz ve oradan İran’ı gözleyebilirsiniz. Bunun ne önemi var? Bunun şu önemi var: Çek Cumhuriyeti veya o uzaklıktaki bir ülke İran’ın bugünkü füze sistemlerinin menzili dışında. Yani eğer sizin için bu radarlar çok önemliyse İran füzelerinin ulaşamayacağı bir yere koyacaksınız. Teknik açıdan söylüyorum tabii. Meselenin siyasi boyutu ayrı, ama teknik açıdan bu radarları İran füzelerinin ulaşamayacağı bir yere yerleştirdiğiniz zaman o zaman sisteminizi etkili olarak çalıştırabilirsiniz. “Efendim bu radarların menzili ne kadar?” Çeşitli radar sistemleri var, çeşitli füze sistemlerine karşılık vermek üzere Amerikalıların hazırladığı çeşitli füze sistemleri var. Mesela bunlardan biri Alaska’daki radarlardır. Onlar da füzesavar füze sistemleri çerçevesinde kullanılabiliyor. Bunların menzili 3500 mildir yani yaklaşık beş bin kilometre mesafeden hedefleri algılamak kabildir. Şimdi işin bir bu boyutu var. İkinci boyutu şu: bu sistem Türkiye’yi kime karşı koruyacak? İşte açıklamaları görüyoruz. Açıklamalardan çıkarıyoruz ki, İran için düşünülmüş. Peki ya başka bir yerden füze saldırısı gelirse ona karşı da koruyacak mı Türkiye’yi? Bu bir NATO sistemi olduğuna göre Türkiye’de bir NATO ülkesi olduğuna göre, nereden gelirse gelsin bir füze saldırısına karşı Türkiye’yi korunması lazım. Hedef bu, sistem böyle çalışıyor. Peki Türkiye’nin civarında, haydi Rusya’yı bir kenara bıraktık bir an için, başka hangi ülkelerin füze sistemleri var, saldırı amaçlı kullanılabilecek füze sistemleri var? Bunlardan biri Suriye. Peki başka nerede var? Yunanistan’da var, S300 füzeleri var Yunanistan’da. Niye Yunanistan’da var? Çünkü vaktiyle Kıbrıslı Rumlar bunları Rusya’dan almaya çalıştıkları zaman Türkiye o kadar güçlü bir diplomatik tepki gösterdi ki, Kıbrıslı Rumlar alamadı bu füzeleri. O füzeler Girit’e taşındı, şu anda Girit’te ve çalışır vaziyette, o kadar çalışır vaziyette ki, belki birazdan ona da değiniriz, Girit üzerinde uçan İsrail savaş uçaklarının o füzelerle ortak tatbikatı yapıldı geçenlerde. Peki bu füzeleri Yunanistan kime karşı kullanmak üzere aldı, yani tehdit unsuru Yunanistan için hangi ülke? Daha soğuk savaş bitmeden önce bile Yunanistan strateji belgelerinde Yunanistan’a tehdit doğudan gelir diye yazılıyordu. Yani bizim ülkemizi tehdit unsuru olarak görüyorlar ve elinde füzeler var. Şimdi siyaseten şu sorulabilir: “Canım bir NATO ülkesi başka bir NATO ülkesine saldırır mı?” NATO ülkeleri arasında bir çatışma olur mu? Bunlar böyle gerçekleşmeyecek hayali laflardır, denilebilir doğru. Fakat stratejik değerlendirme yaptığınız zaman o anda bulunduğunuz siyasi koşulları düşünmeyeceksiniz, ülkelerin o andaki niyetlerini düşünmeyeceksiniz, elerindeki imkan ve kabiliyetlerini düşüneceksiniz, ellerindeki potansiyeli düşüneceksiniz. Bugün o ülkenin hükümetinden hiçbir kötülük gelmez, İran’dan da gelmez, Yunanistan’dan da gelmez, Suriye’den de gelmez. İlişkileriniz o düzeyde, fakat yarın başka bir hükümet gelebilir, koşullar değişebilir. Elinde bu silahlar oldukça sizin kendinizi onlara karşı koruma sistemlerine sahip olmanız lazım. Yani ben kendimi kurumak zorunda değilim, korunmaya ihtiyacım yok, başka bir ülkeden bir saldırı zaten beklemiyorum, diye huzur içinde oturamazsınız. Aksi takdirde hiçbir ülkenin silahlı kuvvetler bulundurmasının anlamı olmaz. Şimdi biz bunu Milli Savunma Bakanı’na Meclis Plan Bütçe Komisyonu’nda defalarca sorduk. Dedik ki, “Türkiye’nin niçin bir milli füzesavar füze sistemi yoktur? “ Açıkçasını söyleyeyim çok tatminkar bir cevap alamadık. Anlaşılan birkaç sene önce böyle bir milli proje başlatılmış, fakat sonra fazla ilerletilememiş, askıya alınmış biraz. Milli projenin faydası şu, nereden gelirse gelsin bütün saldırılara karşı ülkenizi korur. Bu bir. İkincisi düğmeye siz basarsınız. Komuta sizde olur. Başka ülkelerin milli sistemleri var mı var. Yani yalnız Amerika’da Rusya’da değil, mesela İsrail’in var, Arrow 3 denilen bir milli sistemi var. Hindistan’ın var, başka ülkelerin de var . Yani bu olmayacak bir şey değil. “Efendim çok pahalı yapamayız.” denilemez. İsrail’in milli sistemi, hiç değilse başlangıç aşamasında, 1,6 milyar dolarlık bir projeydi. Türkiye için de başlangıçta düşünülen rakam bir milyar dolar civarındaydı. Hadi bütün komşularımızı da kapsayacak bir sistem düşünseniz bu üç ila dört milyar dolar yapıyor ki, bir ölçek olarak söylemek gerekirse bu bizim bir aylık ihracatımızın üçte biridir. O bakımdan bizim öteden beri savunduğumuz bir milli sisteme sahip olmaktır. Deminki örneği hatırlatacak olursak, örneğin Yunanistan’dan kaynaklanabilecek bir füze saldırısını NATO’nun engellemesi mümkün müdür? NATO kararları oy birliği ile alınıyor. Yunanistan’ın oyu var, yane herhangi bir NATO ülkesinin hayır dediği bir karar alınamaz. Şimdi işim bu boyutunu bir tarafa koyalım. Başka bir boyutu da var. Milli sistem niçin gerekli? Biz NATO’ya tam anlamıyla güvenebilir miyiz? Türkiye’nin füze koruması için ben NATO’da büyükelçilik yaptığım için size iç huzuruyla söyleyebilirim ki, gerçekten NATO Türkiye’nin güvenliğine çok büyük hizmetler yapmış bir kuruluştur. Türkiye de NATO’ya büyük katkılarda bulunmuştur. İşin bu tarafını göz ardı edemeyiz. Ama bir de yaşadığımız iki önemli tecrübe var. Biri şu: birinci körfez harekatı sırasında Irak’ın elinde füzeler var, Biz de Türkiye’yi muhtemel bir füze saldırısından korumak için NATO’dan füzesavar füzeler istedik, Patriot füzelerini geçici olarak, çatışma ihtimali bitince iade etmek üzere istedik ve aldık. Bazı NATO ülkelerinin elindeki Patriot füzelerini aldık Irak’tan bir saldırı olmadığı için bunları kullanma ihtiyacımız da olmadı ama bir caydırıcı gücü oluşturdu bizim için ve bu operasyonu başarıyla tamamladık. İkinci Körfez Savaşı’nda yine istedik, baktık ki, üç NATO ülkesi itiraz ediyor. Yani bir NATO ülkesinin kendisini bir komşu ülkeden gelecek füze saldırısına karşı korumak için NATO’dan geçici olarak füzesavar füze sistemi almasına üç NATO ülkesi itiraz ediyor. Sonunda uzun çabalarla ikisinin itirazını giderdik, birini gideremedik ve NATO Konseyi’nden Türkiye’ye Patriot füzesi verilmesi için karar çıkartamadık. Ne oldu, en sonunda o ülke o tarihte NATO’nun askeri kanadına üye değildi, onun üye olmadığı NATO Savunma Planlama Komitesi’nden karar çıkartarak biz bu füzeleri alabildik ve o zaman anladık ki, orada bir garantimiz yoktur. Bugün aynı ülke şimdi NATO’nun Savunma Planlama Komitesi’ne de üye. Yarın benzeri bir kriz olsa ve aynı hükümet aynı politikayı izlese siz hiç alamayacaksınız NATO’dan bu sistemleri, geçici olarak da alamayacaksınız. İşte bizim bütün bunları düşünerek stratejik değerlendirmeler yapmamız lazım, çalışmalarımızı bu çerçevede yönlendirmemiz lazım. Bizim önerimiz şudur: “Hangi ülkeden gelirse gelsin eğer komşularımızda saldırı nitelikli füze sistemleri varsa bizde de kendimizi savunacak milli sistemlerimizin olması lazımdır.”

Şimdi işin bir de başka boyutu var. İsrail boyutu var dedim, İsrail’in milli sistemleri var, Arrow3 sistemleri var, ama bu sistemler şu anda İsrail’e tek bir yabancı saldırı füzesinin bile gelmesini engelleyecek kadar etkinleşmemiş. O bakımdan İsrail’in desteğe ihtiyacı var. İsrail bu amaçla füzesavar füze sistemleri yani füze kalkanı konusunda NATO ile çeşitli NATO ülkeleri ile çeşitli temaslar yapıyor. İnterneti açarsanız bu temaslar ile ilgili bilgi bulursunuz. Amerika ile İsrail füzesavar füze sistemi konusunda ortak tatbikat yaptılar 1500 uzmanın katılımıyla Amerikan füzeleri atıldı İsrail füzeleri onlar vuruldu. Şimdi Türkiye açısından işin ince tarafı şurası ki, Başbakan’ın bu konuda haklı bir duyarlılık gösterdiği -Wikileaks belgelerinde de yazılı- “Başbakan dedi ki” diyorlar “Acaba bu sistemler İsrail’in korunması için mi düşünülüyor?” Şimdi böyle bir ihtimal yoktur diyebilir miyiz? Çünkü İran’ın elindeki füzeler Türkiye’nin dışında hemen hemen hiçbir NATO ülkesine etkili bir biçimde ulaşacak menzile sahip değil. İran’ın füzeleri iki bin kilometre, en çok iki bin beş yüz kilometre menzilli ve bu da füzelerin olduğu yerden Türkiye’nin, Bulgaristan, Yunanistan sınırını kapsıyor. Belki de otuz kilometre kadar içeri giriyor ama diğer NATO ülkelerini vuracak kabiliyeti yok. İran’ın şu anda kimi vuracak kabiliyeti var? Türkiye’yi vuracak kabiliyeti var, İsrail’i, Ortadoğu ülkelerini ve bazı Ortaasya ülkelerini Kafkas ülkelerini menzil olarak vuracak kabiliyeti var. Şimdi İsrail’den bir saldırı, ki, demin bahsettiğim Wikileaks belgesinde Amerikan Savunma Bakanı diyor ki “İsrail İran’a bir füze saldırısında bulunabilir veya bir askeri müdahalede bulunabilir.” Diyor. O zaman ne olacak, o zaman İran’da İsrail’e karşı mukabil bir saldırıda bulunacak. Peki İsrail’in böyle bir saldırıda bulunması muhtemel mi yani gerçek bir değerlendirme midir yoksa hayali midir? Hayali değil çünkü İsrail daha evvel bunu üç defa yaptı. Bir kere Irak’a karşı yaptı 1981’de, bir kere uzun menzilli uçaklarla gidip Irak’taki bir nükleer santral inşaatını tahrip ettiler. Bir kere Tunus’ta Arafat’ın karargahını yine uzun menzilli havadan ikmal yapabilen uçaklarla gidip tahrip ettiler. Son olarak da 2007 yılında Suriye’deki bir nükleer santral inşaatını tahrip ettiler. Yani böyle bir geçmişi de var bu işin. Peki İsrail böyle bir saldırıda bulunsa İran’a, muhtemelen İran’da İsrail’e karşı saldırıda bulunacak ve bu saldırıda İsrail şu anda kendi sistemleriyle –ilerde yapabilir ama şu an için kendi sistemleriyle- tam olarak önleyemeyeceği için kimden destek isteyecek? Yani şimdi konuştuğumuz füze kalkanı sisteminden destek isteyecek olması ihtimal dışı mıdır? Bizim bunları iyi düşünmemiz lazım. Peki o zaman buna izin vermeyiz diyebilir miyiz?. Yani İran’dan kalkıp İsrail’i vuracak bir füzenin havada durdurulması için Türkiye NATO’da onay vermez. O kadar basit değil çünkü NATO’da bunun kararı füzeler ateşlendikten sonra alınmayacak. NATO’da bu işin kararı daha önceden alınacak. Hangi hallerde NATO bu füzesavar füze sistemlerini, Patriot veya başka sistemleri ateşleyecektir, bu, önceden angajman kuralları dedikleri kurallarla tespit edilecek ve NATO komutanlarına yetki verilecek. Aksi takdirde füze ateşlendikten sonra NATO Konseyi’nin toplanıp, tartışma yapıp, karar alması, zaman olarak mümkün değil. Hemen birkaç dakika içinde siz ateşleme kararını alacaksınız. Bu kararı da NATO önceden komutanlarına yetki verdiği için komutanlar alacak. Belki de komutanların alt komutanları alacak. Yani bu sistem böyle çalışıyor. Ne zaman ateşleyeceksiniz, bu angajman kurallarında ne yazacak? Muhtemelen şu yazacak ki NATO stratejileri daha çok bu esasa dayalıdır.”Boosting Fase” diyorlar yani karşı tarafın füzesinin altında ateşi gördüğünüz anda düğmeye basacaksınız,i aksi takdirde füzeyi uygun bir yerde yakalama şansınız çok azdır ve füzenin sizin kalkanınızı delme şansı çok yüksektir. Hatta bazen ateşlemeyi bile beklemeden, füzenin ateşleneceğini bütün göstergelerden anlayıp siz önce hareket edebilirsiniz. Buna da önleyici müdahale diyorlar “Preventive Strike”. Hadi onu bir tarafa bırakalım ,ateşlendiği anda vuracaksınız. Peki, ateşlendiği anda füzenin üzerinde adres yazılı mı? Füze nereye gidiyor? Diyelim ki Türkiye’ye mi gidiyor, İsrail’e mi gidiyor, söz gelimi Bulgaristan’a mı gidiyor, nereye gidiyor? Onun için ateşleme anında sizin bunu tahlil etmeniz imkansız denecek kadar zordur. Yani bu işin bir teknik tarafı var, bir stratejik tarafı var, bir siyasi tarafı var, çeşitli boyutları var. Biz onun için başından beri diyoruz ki, bir milli sistem kurduğunuz takdirde Türkiye’de bu sorunların pek çoğuna bir çözüm bulabilirsiniz. Zaten Türkiye bunun maliyetini de bir günde peşin olarak ödemek söz konusu değildir. Bu gibi büyük alımlar çok uzun yıllara yayılır. Bunun ofseti var, çeşitli mukabil avantajları var v.s.

Füze kalkanı konusunda söyleyeceklerim aşağı yukarı bunlar. Eğer soru olursa cevap verebilirim fakat bununla bağlantılı olarak Türkiye’nin bölgeye yönelik ve Avrupa’ya yönelik politikalarına da kısaca bakmakta yarar var. Şimdi Türkiye’nin özelliği şu, Türkiye aynı zamanda NATO üyesi olup da bölgeye komşu olan tek ülkedir. Türkiye’den başka Ortadoğu’ya komşu NATO ülkesi yok. Türkiye hem NATO’ya hem başka Batılı kuruluşlara üye olup da İslam Konferansı’na da üye olan tek ülkedir. Halkı Müslüman olup da gerçek bir demokrasiyi kurmuş olan tek ülkedir. Şimdi bütün bu özellikler Türkiye’nin hem Ortadoğu’ya yönelik politikalarda hem de Batıya yönelik politikalarda değerlendirmesi gereken özelliklerdir ve siz bazı kurallara, bazı temel ilkelerinize, bazı politikalarınıza sadık kalırsanız Ortadoğu’da, Kafkaslar’da, Balkanlar’da, Uzakdoğu’da gerçekten çok etkin bir rol oynayabilirsiniz. Nedir bu temel politikalar? Burada bilhassa iki temel politikamız var bizim, öteden beri Türkiye’nin titizlikle savunduğu. İsrail unsurunu bir an için bir tarafa bırakırsak o da şudur: Bütün bölge ülkeleri ile tek tek iyi ilişkiler kurmak, fakat aralarındaki ihtilaflarda taraf olmamak. Çünkü bakıyorsunuz bugün uzlaşan ülkeler yarın düşman oluyor, bugün düşman olanlar yarın dost oluyor. Ortadoğu’da Sayın Yakış benden daha iyi bilir, bölgede çok uzun tecrübeleri var, bizim Hariciyede büyüklerimiz bize derlerdi ki Ortadoğu ülkesinde görev yapıyorsanız, bir Ortadoğu ülkesinde hiçbir zaman “Yarın şu olacak” diye bir tahminde bulunmayın. Çünkü yarın ne olacağını kimse bilemez. Bölge çok karmaşıktır, bölgede Türkiye’deki gibi, Avrupa ülkelerindeki gibi demokratik mekanizmalar yoktur, özgür basın yoktur. Karar verme mekanizmaları kendine özgüdür. O nedenle Ortadoğu çok karmaşık bir bölge olduğu için biz çok uzun yıllardan beri bu politikayı izledik. İkinci politikamızda şudur: “nereden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun, sebebi ne olursa olsun hiç bir zaman şiddet hareketlerinin yanında yer almayacaksınız, terör faaliyetlerinde bulunan ülkelerin, grupların yanında yer almayacaksınız. Türkiye’nin temel politikaları bunlar Ortadoğu’ya yönelik olarak. Şimdi belki son zamanlarda Ortadoğu’daki gelişmelerinde etkisiyle, belki başka etkilerle bu politikalarda sapma görüyoruz. Nasıl görüyoruz bu sapmayı? Mesela Filistin’de işte Filistin Kurtuluş Örgütü ile Mahmut Abbas Başbakanlığındaki Filistin Devleti’ni biz kabul ediyoruz. Hamas Örgütü ile arasında çok ciddi bir ihtilaf var. Hamas ülkenin bir bölümüne fiilen el koymuş, Gazze bölgesine. Efendim seçimlere katıldı onlar da fiilen seçim kazandı. Bunlar doğru ama bir taraftan da Hamas’ın şiddete başvuran bir örgüt olduğu da doğru. Statüsünde bunu yazıyor, statüsünde Ortadoğu sorununu müzakere ile değil şiddet yoluyla çözeceğini yazıyor. Kendi statülerinde Mısır’daki Müslüman Kardeşler’in uzantıları olduklarını yazıyorlar ve çeşitli uluslararası kaynaklar Hamas’ın bugüne kadar 785 sivilin ölümünden sorumlu olduğunu söylüyorlar. Şimdi siz böyle bir ortamda Hamas’ın BM’de sözcülüğünü yapacağız derseniz, bu anlama gelecek sözler söylerseniz, çok özel ilişkiler kurarsanız yalnız İsrail’le ilişkileriniz açısından değil Filistin Kurtuluş Örgütü’yle olan ilişkileriniz ile de sorun yaratırsınız. Ne gibi sorunlar? Mesela şöyle sorunlar, biz bunlara söyledik, Hamas’ın sözcüsü olacağımızı söyledik, BM’de onların görüşlerini temsil edeceğiz dedik kısa bir süre sonra Filistin Kurtuluş Örgütü Başkanı Mahmut Abbas gitti Güney Kıbrıs’ı ziyaret etti, hemen sonra. Ama Güney Kıbrıs’tan Kuzey Kıbrıs’a geçmedi. Sadece Güney Kıbrıs’ı ziyaret etti ve orada basın toplantısı yaptı Rum Cumhurbaşkanı’yla. Hristofyas dedi ki “Rum tezlerine verdiği destek için Sayın Mahmut Abbas’a teşekkür ediyoruz.” Tekzip etmedi. Sonra Türkiye’ye geldi “İşte öyle dememişti de böyle demişti de, yanlış anlaşıldı.” Gibi çeşitli tekzip yollarına gidildi ama gerçekte sizin politikalarınızın karşılığı bu oluyor. Şimdi diplomaside şöyle bir söz vardır, genellikle bazıları der ki efendim “Kazan kazan politikası”, herkes kazanacak” filan, ama “kazan kazan” diplomasi de çok nadir görülen bir şeydir. Diplomasi için daha çok söylenen “Sonucu sıfır olan bir oyundur.” Yani bir yerde kazanırsanız bir yerde kaybedersiniz, çoğu zaman böyledir. Şimdi bizim bu İsrail politikamızı biliyorsunuz size uzun uzun anlatmama gerek yok ama İsrail’le ilişkilerimiz geçmişte de çok kötü dönemlerden geçti. O kadar ki, biz bazen bir aşamada temsil düzeyimizi büyükelçilikten ikinci katipliğe indirmiştik, İsrail’le ilişkilerimizde öyle sıkıntılar yaşadık geçmişte. Ama şimdi bu karşılıklı hakaretler boyutuna kadar ulaşan, diplomaside örneğini pek sık görmediğimiz bir duruma geldi. Sonucu ne oldu? Sonucu şu oldu bunu hemen parantez içinde söyleyeyim, yani İsrail’in Gazze’ye saldırması, sivilleri öldürmesi hiçbir şekilde mazur görülemez, Mavi Marmara’da ki vatandaşlarımız öldürülmesi hiçbir zaman mazur görülemez, biz bu konuda iktidarla beraber ortak karar aldık. Yani bu konular tartışma dışı ama bunu yaparken ölçünüzü kaçırırsanız sonuçlarına da katlanacaksınız. Ne oldu biz bu çıkışları yaptık, bir ay içinde İsrail’le Yunanistan arasında iki defa Başbakan düzeyinde ziyaret oldu. Stratejik işbirliği yapacaklarını ilan ettiler, hemen ortak tatbikat yaptılar, demin sözünü ettiğim gibi İsrail uçakları Girit üzerinde uçtu, altında S300 füzeleri var, Türkiye açısından son derece dikkat çekici bir nokta. Başka ne oldu? İsrail’le Güney Kıbrıs, Doğu Akdeniz’in ekonomik bölgesini paylaştıracak anlaşma yaptılar. Türkiye buna tepki gösterecek oldu, karşı taraftan İsrail’den hakaretamiz bir tepki geldi, hiçbir şekilde kabul edilemeyecek bir tepki geldi , özetle bölgeyle ilişkilerimiz bozuldu. Ekonomik bölgelerin paylaşılması anlaşması Türkiye için bölge için ciddi sıkıntı verecek sonuçlar doğurabilecek bir anlaşmadır. Daha önce de Mısır’la yapmışlardı ve böylece Doğu Ege’yi paylaşıyorlar. Buna hakkı var mı? Kıbrıs herhangi bir devlet gibi böyle anlaşmalar yapabilir mi? Yapamaz. Çünkü Kıbrıs Devlet’ini kuran Londra ve Zürih anlaşmaları Kıbrıslı Türkleri Kıbrıs’ın yapacağı anlaşmalarda veto hakkına sahip kılıyor, yani Rumlar Türklerin onaylamadığı hiçbir anlaşma yapamaz. Kurucu anlaşmalara göre kanun da çıkaramazlar. Bütün kararlar ve bütün anlaşmalar 1960 anltaşmalarına göre Kıbrıs Türk Cumhurbaşkanı Yardımcısı’nın vetosuna tabidir. Bütün bunlar silindi, unutuldu, yok farz edildi ve Rumlar orada Devleti ele geçirdiler. Başka ülkelerinde göz yummasıyla, himayesiyle bunlar oldu ve neticede Ortadoğu’da da Kıbrıs bölgesinde de hiç arzu etmediğimiz bir tablo ortaya çıktı. Şimdi bunlar Türkiye açısından çok düşündürücü gelişmelerdir ve bizim de bunlara karşı bir tavır koymamız gerekiyor. Aynı şekilde Kıbrıs konusunda biliyorsunuz neler olduğunu, şimdi burada şimdiye kadar pek üzerinde durulmayan bir şeyi söylemek istiyorum. Kıbrıs konusu olsun, Ermeni konusu olsun, Kuzey Irak’taki terörist faaliyetler olsun, Patrikhane’nin Türkiye’den talepleri olsun bütün bu konularda uluslararası ilişkilerde gördüğümüz tablo şu: Başka konularda aralarında sık sık tartışan, farklı görüşler, farklı politikalar savunan Amerika, Avrupa ülkeleri, Avrupa’daki çeşitli ülkeler, Avrupa ülkelerindeki çeşitli siyasi partiler, bunların hepsi aynı görüşte. Siz bir devletin çıkıp da Kıbrıs’ta Türklere haksızlık yapıldığını, Türklere eşit haklar vermemiz lazım dediğini hiç duydunuz mu? Kofi Annan Planı’nda Türklere haksızlık yapılıyor diyen çıktı mı? Ermeni konusunda efendim “Türkiye izlediği politikada haklıdır, Ermenistan Azeri topraklarından çekilmeden sınırın açılması doğru değildir.” diyen tek bir ülke, bir tek lider, hangi eğilimden olursa olsun bir tek siyasi parti, duydunuz mu, gördünüz mü? Görmediniz. O zaman aynı şekilde Patrikhane’nin talepleri konusunda mesela bir kişi kalkıp da “Patrikhane’nin bu talepleri Lozan’a aykırıdır, Türkiye’nin bu konuda tavrı doğrudur” dedi mi? Bu şimdi neyi ortaya koyuyor, demek ki bu konularda karşımızda bir tek devlet yok, bir uzlaşma var adeta bloklaşmış bir yaklaşım var. Bizim bunun sebeplerini çok iyi anlamamız lazım. Buna benzer başka konular arasında bir ölçüde İsrail konusu var. Bakıyorsunuz Amerika İsrail’le ilgili bir politika izleyince hemen hemen bütün Avrupa ülkeleri arkasında duruyor. İstisnaları var yani onun istisnaları var ama Türkiye’ye ilgili olarak bu söylediğim konularda istisna bulmak son derece zor. Bir kişi bize dedi mi şimdiye kadar bir devlet, bir siyasi parti “Türkiye’nin Kuzey Irak’taki terörü tasfiye etmek için askeri bir harekat yapmak hakkı vardır.” diyen oldu mu? Hiç biri olmadı. O bakımdan bizim bu konuları çok ciddi olarak değerlendirmemiz lazım. Bunların hepsi milli politikalardır, milli anlayışla, yaklaşımla iktidar-muhalefet tartışmasına konuyu götürmeden konuyu değerlendirmemiz lazım ve birlikte çözüm yollarını aramamız lazım. Son olarak şunu söyleyeceğim, şimdi Türkiye aslında bölgenin en önemli ülkelerinden biridir. Siyasi açıdan bakarsanız 1922 yılından beri gerçek anlamda bir savaşa girmemiş tek ülkedir bölgesinde. Bütün Avrupa’da da üç ülkeden birisidir. O bakımdan bu barışı, istikrarı, toprak bütünlüğünü korumak bizim en önemli hedefimizdir. Şimdi bunun tahrip edilmesi için bazı girişimler olduğunu görüyoruz, yurt içinde veya yurt dışında. Bizim bunlara karşı çok duyarlı olmamız lazım.

Batı ile ilişkilere gelince bir kaç cümlede onu söyleyeyim müsaadenizle., Türkiye’nin öteden beri tek hedefi Avrupa Birliği’ne tam üye olmaktır. Bunun için 1963 yılından beri işbaşına gelen bütün hükümetler istisnasız aynı politikayı izlemişlerdir, aynı politika doğrultusunda çalışmışlardır. Ama şimdi bir tıkanma noktasına geldiğimizi görüyoruz. Üyelik sürecini başlattık, Türkiye hesabına büyük bir başarıdır. Otuz beş başlığı müzakere edeceğiz, açacağız, müzakere edeceğiz, kapatacağız. Bizimle aynı gün 3 Ekim 2005’te müzakereye başlanan Hırvatistan bütün bu süreci bitirdi. Bir iki başlığın kapatması kaldı, onları da bitirecek gelecek yılın sonunda AB’ye üye olacak. Biz neredeyiz, biz daha üçte birini açabildik. , Otuz beş başlıktan sadece on üç başlık açabildik. Niçin? Çünkü on sekiz başlık veto edildi. Bir bölümü Kıbrıs’la ilgili olarak bir bölümü de Fransa ve Güney Kıbrıs yönetimi tarafından veto edildi. Açamıyoruz başlıkları. Şu anda açtığımız on üç başlığa ilaveten on sekiz başlığı eklerseniz üç başlık kaldı açabileceğimiz, bunları da açtırmıyorlar. Bakın daha önce bir hükümetin bir devletin AB dönem başkanlığında üç başlık açabiliyorduk sonra iki başlık açabildik, sonra bir başlık açabildik. En son Belçika’nın Başkanlığı’nda sıfır başlık açabildik. Bir tane açamadık yani fiilen ilişkilerimiz, üyelik sürecimiz askıya alınmış gibi bir tablo vardır, bu da ciddi bir durumdur. Mutlaka bunu aşmak zorundayız, çünkü Türkiye’nin AB üyeliği bizim için milli bir politikadır. Biz bunu niçin istiyoruz? Sadece ekonomik menfaatler mi? Niçin istiyoruz? Çünkü bizim için AB Türkiye’nin geçen yüzyılda başladığı reform sürecinin, devletin yeniden yapılandırma sürecinin, demokrasi sürecinin taçlandırılması olacak. Çünkü AB ile biz aynı değerler sistemini paylaşıyoruz. Şimdi bizim açımızdan AB üyeliğinin en önemli boyutu budur. Demokrasi, insan hakları, kadın-erkek eşitliği, ondan sonra yargı bağımsızlığı, basın özgürlüğü gibi ortak değer yargılarımız var ve bu sistemin içinde yer aldığı zaman Türkiye bütün bu değer sistemlerini güvence altına almış olacak, AB içindeki mekanizmalardan da yararlanarak.

Bitirirken şunu söyleyeyim bütün bunları yapabilmenin yollarından biri de demokrasiyi bizim kendimizin gerçek anlamda güçlendirmesidir yani her şeyi Avrupa’dan bekleyemeyeceğimize göre demokrasiyi güçlendireceğiz. Neredeyiz? Şuradayız, uluslararası değerlendirme kuruluşlarına göre Türkiye demokratik ülkeler arasında sayılmıyor maalesef, şu anda yirmi iki ülke var gerçek demokrasi sayılan, onlardan biri değil Türkiye. Kısmen arızalı ülkeler var elli civarında, onlardan biri de değil Türkiye. Türkiye demokratik-otoriter rejimler arasında hibrit dedikleri karma statüye sahip ülkelerden,. Bizden sonra Kuzey Kore, Küba filan gibi totaliter ülkeler geliyor. Kaçıncıyız dünyada demokraside? Seksen dokuzuncu sıradayız. İşte Türkiye’nin sorunu bu. Basın özgürlüğü Freedom House’a göre yüz altıncı sıradayız, sınır Tanımayan Gazeteciler’e göre yüz otuz ikinci sıradayız. Kadın-erkek eşitliğinde 105. sıradaydık bundan üç yıl önce düştük düştük şimdi yüz yirmi ikinci sıradayız.

Şimdi değerli arkadaşlar biz bu demokrasi değerlerini, tam anlamıyla özümseyemezsek yargı bağımsızlığında, basın özgürlüğünde, kadın-erkek eşitliğinde demokrasinin gereklerini yerine getiremezsek demokratik ülke olma özelliğimizi şimdi kaybetmeye başladığımız gibi daha da kaybederiz. Demokrasi olursak ne olur? İşte bu hem Türkiye için hem bölge için bir çıkış yolu olur. Çünkü o zaman Türkiye tüm bölge için bir model olur. Bir demokrasi modeli olur, bakın geçtiğimiz bir yirmi yılda demokrasi dünyanın her tarafında gelişti, Latin Amerika’da gelişti, Doğu Avrupa’da gelişti, Afrika’da gelişti. Bugün darbe yapan ülkeyi Afrika Birliği’nden çıkarıyorlar, Uzakdoğu’da gelişti, gelişmediği bir tek yer var Ortadoğu. Gelişirse ne olur? Şu olur, demokrasi Ortadoğu’da barışın sigortası olur.. Niçin? Çünkü tarih boyunca demokrasiler arasında bir savaş çıkmamıştır. Hiçbir savaş çıkmamıştır. Siz bölgeye Türkiye’yi model alan bir demokratik sistemi telkin edebilirseniz onların tercihiyle bunları yaptırabilirsiniz, bu barış ve istikrara da büyük hizmet demektir. Ne yapmamalısınız? Yapmamanız gereken şey Ortadoğu ülkeleri ile iyi ilişkiler kuracağız derken onların işlerine karıştığınız izlenimi vermemek yani Türkiye başka ülkelerde hükümet kuran hükümet bozan bir devlet olamaz. Bunun adı bölgesel emperyalizmdir. Hiç hayal kurmayalım nasıl başka bir ülke Türkiye’de hükümet kurulması için siyasi aktörlerle gizli gizli görüşmeler yapsa biz rahatsız olursak Türkiye’nin de nu yöntemlere başvurması ciddi rahatsızlık yaratır. Bugün yaratmazsa yarın yaratır. Bir grubu sevindirirsiniz başka grubu karşınsıza alırsınız. O bakımdan Ortadoğu’daki bu oyunlara küçük iç politika oyunlarına Türkiye hiçbir zaman girmemelidir. Oyun kurucu politikaları devletler arasındaki ihtilaflar açısından yaparsanız faydası olur. Bölgeye barışı istikrarı getirmek için yaparsanız faydası olur. Ama ülkelerin iç politikalarına açıkça müdahale ettiğiniz zaman bunun çok ciddi sakıncaları olur. Bizim söyleyeceklerimiz, benim söyleyeceklerim bu aşamada bunlardır Ben diliyorum ki bu tablo bizi hiçbir zaman kötümserliğe sevk etmesin. Çünkü Türkiye’nin birikimi, gerek siyasi birikimi, tecrübesi ,gerek ekonomik birikimi, bölgedeki stratejik konumu, askeri gücü çok etkili rol oynamaya müsaittir. Türkiye’nin kabuğunun içine çekilmesi hiç yapamamamız gereken bir politikadır. Atatürk’ten beri de yapmadık bunu. Balkan Antlaşmasını, Sadaabat Paktı’nı Atatürk devrinde yaptık, kimse unutmasın. O bakımdan Türkiye’nin bu söylediğim dikkatli politikaları hiçbir zaman içine kapanması, dünyayla ilişkilerini kesmesi anlamına gelmiyor. İşte çok değerli konuklar bu çerçevede size anlatmak istediklerim bunlardır. Bütün bu konulara bu gibi değerli izleyicilerinde katılımıyla seminerlerde, toplantılarda ele almak, ortak görüşler oluşturmak, tartışmak, son derece yararlıdır. Bu konular sadece hiçbir demokratik ülkede sadece iktidar tarafından bilinen, konuşulan, tartışılan ve kararlaştırılan konular değildir ve size şunu söyleyeyim ki bu konuştuğumuz konuların hiç birinde maalesef özellikle füze kalkanında mecliste tek bir konuşma yapılmış değil, tek bir bilgi verilmiş değildir. Ne Dışişleri Komisyonu’nda ne meclis genel kurulunda… Hiçbir demokratik ülkede bu kadar önemli bir konu meclisin bilgisi ve onayı dışında tutulamaz. O bakımdan bizim hükümete önerimiz bu konuyu en kısa zamanda meclisin bilgisine getirmesidir. Çok teşekkür ederim ilginiz için


Bu belge Belgeler arşivinde bulunmaktadır.