Bursa Mülkiyeliler Derneği Konuşması

CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in  Bursa Mülkiyeliler Birliği’nde yaptığı konuşma – 21 Şubat 2009
Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım, çok değerli mülkiyeliler,

Bu akşam sizinle birlikte olmak benim için gerçekten büyük bir mutluluk. Burada kendimi çok dinç hissediyorum. Burada, bu kadar çok mülkiyeli arkadaşımızın olmasından kıvanç duyuyorum. Biz daha önce de birlikte olmuştuk. Şimdi bu vesileyle bir kez daha burada bir araya geliyoruz. Sizlerle Türkiye ve dış politika konusunu tartışmaya çalışacağım. Sorularınız olursa da yanıt vereceğim. Öncelikle şunu söylememe izin verin, biz dış politika üzerine çalışan arkadaşlarınız olarak, Mülkiye’de programlandık. Mülkiye’deki öğrenciliğimiz sırasında Türkiye’nin dış politika çıkarlarını nasıl korumamız gerektiğini öğrendik. Çok değerli hocalarımız vardı. Onların bize öğrettiği bir cümleyle özetlenebilir: Türk diplomatlarının görevi, Türkiye’nin hak ve çıkarlarını en zor koşullarda bile korumaktır. Biz bu şekilde yetiştik ve çok şey öğrendik. Meslek hayatımızda da belki okuldan öğrendiğimizden daha fazla şey öğrenmişizdir ama şunu unutmayalım. Hangi hükümet işbaşında olursa olsun, hangi koşullarda olursak olalım, hangi ülkelerle mücadele ediyor olursak olalım, bizim bir tek hedefimiz vardır: Türkiye’nin haklarını ve çıkarlarını bütün gücümüzle korumaktır. Bu bakımdan biz deriz ki, “Türk diplomatları talimatlarını Atatürk’ten alır.”

Dışişleri Bakanlığında çalışmak bir kariyer mesleğidir. Bir gün bu tarafta olup başka bir gün başka bir tarafa kayacağınız bir iş değildir. Bazen hükümetlerin de titizlikleri farklı olabilir ama siz bunlara rağmen Türkiye’nin çıkarını korumak durumundasınız. Bütün hükümetlere Türkiye’nin çıkarlarının gereklerini anlatmak zorundasınız. Hükümetlerin politikalarını oluşturmalarına da katkıda bulunmalısınız. Sonra da oluşan politikayı izlemekle görevlisiniz.
Bizim Mülkiye talebeliğimiz sırasında Türkiye’nin en önemli meselelerinden biri Kıbrıs meselesiydi. Öğrencilik yıllarımızda Kıbrıs’la ilgili olarak meşhur Zürih ve Londra anlaşmaları imzalanmıştı. O sırada Demokrat Parti iktidardaydı ama açıkça belirtmek gerekir ki, Fatin Rüştü Zorlu’nun çabaları olmasaydı o anlaşma imzalanmayacaktı. Bu anlaşmanın stratejik açıdan ne kadar önemli olduğu şimdi daha iyi anlaşılıyor. Bizim bugün yaptığımız bütün çalışmaların temelini bu iki anlaşmayla elde ettiğimiz kazanımlar oluşturuyor. O olmasaydı bugün bu kadar güçlü olamayacaktık. Bu iki anlaşmanın dayanağı da Lozan Anlaşması’dır. Lozan Anlaşması’nın 16.maddesini büyük bir ustalıkla kullanılmıştır ve bu kazanımlar sağlanmıştır. O zamanlar Türk devlet adamları dış politika da çok cesur bir tavır sergilerlerdi. Fatin Rüştü Zorlu’nun başardığı şey bizim okul yıllarımızda kulaktan kulağa dolaşırdı. O döneme ait kitapları da okuduk ve şunu gördük: iç politikadaki bütün çekişmelere, tartışmalara rağmen dış politikada tam bir birlik olunmuş. İktidarıyla muhalefetiyle Türkiye’nin çıkarlarını korumayı başarmışız.

Kıbrıs meselesi o günden bu güne kadar devam ediyor. Biz Hariciye’ye girdiğimiz zaman büyükelçiler bize, “Bu Kıbrıs meselesi bizi emekli eder, büyük ihtimalle sizi de emekli eder” demişlerdi. Gerçekten söyledikleri oldu. Nedeni ise o bölgede çok ciddi stratejik menfaatlerin olmasıdır. Kıbrıs meselesi bugün de güncelliğini koruyor. Türkiye en zor şartlar altında kendi çıkarlarını korumasını bildi ve bu konuyu diğer dış politika konularında olduğu gibi bugüne kadar getirme fırsatı bulduk ama yarın aynı kararlıkla götürebileceğimiz noktasında kuşku duyuyoruz. Bize o dönemde yapılan baskıyı size anlatsam inanmazsınız. Türkiye hangi baskılara karşın Kıbrıs’taki soydaşlarının çıkarlarını korudu? Bu konu başlı başına bir değerlendirme konusudur. Benim Silahsız Savaş kitabıma bir göz atarsanız ayrıntıları bulabilirsiniz. Size diplomatların hangi durumlarla karşılaşıp ona karşı ne tür davranabilecekleri hakkında örnek vermek istiyorum.
Ben 1979 yılında, Dışişleri Bakanı özel danışmanı olduğum sırada, BM’ye gittim. BM Genel Kurulu toplantılarına katılıyoruz. O sırada, “Kanada Dışişleri Bakanı bizim bakanımıza ısrarla Kanada’ya gelin” diyor. Bakanın “bizim şimdi ayrı bir programımız var” demesine karşın ısrarını sürdürüyor. Özel uçak kiralayıp, Ottowa’ya gelmemizi istiyor. Biz de gittik, üç diplomat ve dış işleri bakanımız beraber oturduk aynı masaya. Bize, “Kanada’dan ne istiyorsunuz?” diye sordu, dilinin altında bir baklava var ama açıklamak istemiyor. Siyasi, askeri ve ekonomik alanda çeşitli projelerle ilişkileri genişletebileceğimizi söyledim. “Başka ne istiyorsunuz?” diye sordu. Böyle aşağı yukarı yarım saat bizi konuşturdu ama kendisi hiçbir şey söylemiyor. Sonra bize dedi ki, “Ben yalnızca Kanada Dışişleri Bakanı olarak konuşmuyorum aynı zamanda İngiltere ve ABD dışişleri bakanları adına konuşuyorum. Şu gördüğünüz masada Kıbrıs konusuyla ilgili bir plan var. Bu planı şu anda size vermeyeceğim ama bu plan Türk tarafından çok ağır fedakârlıkları gerektiren bir plandır. Eğer bu planı yerine getirirseniz ve istediğimiz fedakârlıkları yaparsanız, biz de sizin söylediklerinizi yaparız. Eğer yerine getirmezseniz, söyleyeceklerinize uymayacağımız gibi, Türkiye’nin başına çeşitli sorunları açabiliriz.” Biz, nasıl bu kadar söze tahammül eder diye Dışişleri Bakanının tavrına da hayret ettik, “Bunları söylemek için zahmet etmişsiniz, bizi çağırmışsınız” dedi ve gitti. Geceleyin konuşulanları Ankara’ya telgrafta bildirdik. Ecevit’in meşhur “Bizi sıkıştırırsınız, duvarın öte tarafına atlarız” sözü bu konuşmadan sonra söylenmiştir.

Bize büyük baskı yapıyorlar, her türlü tehdidi savuruyorlar. İşte biz böyle bir dönemden geçtik. Daha da ağır baskılar oldu. İngiltere’yle borçlar üzerine çeşitli sorunlar oldu. Bizim o zaman beş kuruşumuz yok, Demirel’in dediği gibi 70 sente muhtacız. Bize 130 milyon dolar borç takmışlar. Parayı nereden ödeyeceğimizi herkes merak ediyor. Borç karşılığında uçaklarımıza el koyabileceklerini söylüyorlar. Hepsinin altında Kıbrıs yatıyor. Buna benzer çok baskı yaşadık ama bu baskılara direnmesini bildik. Bize bütün koşullarda ülkemizin menfaatlerini sağlama görüşü kazandıran, Mülkiye’nin bize kazandırdığı o ruhtur. Şimdi anladık ki, dış politikanın gerçek yüzü bize okul kitaplarında okutulduğu gibi değilmiş. Örneğin, Tansu Çiller’in dışişleri bakanlığı döneminde, İngiltere dışişleri bakanı bizi davet etti. Akşam yemeğinde Kıbrıs’tan bahsediyoruz. Kıbrıs konusunda kendilerine getirilen iki çeşit öneriden bahsetti. Bu tekliflerden bir kısmının ahlaki ve her iki tarafın da çıkarlarını kollayan öneriler olduğunu; ama fiilen uygulanmasının mümkün olmadığını söyledi. Diğer teklifler ise gayri ahlaki tekliflerdi. Bu teklifler taraflar arasında denge durumu göz etmez. Taraflardan birisine zarar verecek niteliktedir ama uygulanması mümkündür. Onlar bu tip durumlarla karşılaştığımızda daima ikinci şıkkı tercih ediyorlar. Yani ahlaksız ama uygulanabilir önerileri tercih ettiklerini bize açıkça söyledi. İste biz böyle güçlüklerle karşılaştık, böyle badireler atlattık. Fakat boyun eğmedik. Hakkını vermek lazım, hangi eğilimde olursa olsun, sağcı ya da solcu, bütün hükümetlerinin ortak özelliği Türkiye’nin ulusal çıkarlarını korurken tavizkar olmamaları ve Türk diplomatlarının görüşlerine itibar etmeleriydi. Dünyanın en büyük devletlerine karşı direnmesini bildik.

Johnson mektubunu bilirsiniz; Kıbrıs’ta Rumların saldırılarının artması ve Erenköy’ün kuşatılmasının duyulması üzerine Türkiye de bir askeri harekâta hazırlanıyor. Bu hazırlıklar duyuluyor ve Johnson mektubu yazılıyor. Bu mektupta Başkan Johnson, eğer siz Kıbrıs’a karşı silah kullanır ve Kıbrıs’ı işgal ederseniz ve bu yüzden de Rusya da Türkiye’ye saldırırsa, Amerika da dahil olmak üzere NATO müttefikleri NATO Antlaşmasının 5. maddesi gereğince bu saldırıyı kendilerine yapılmış bir saldırı olarak kabul edip sizi Rusya ile baş başa bırakırız, diyor. Bunun üzerine İsmet Paşa çok güçlü bir cevap verdi. Yaptığı bir açıklamada, “eğer Türkiye köşeye sıkıştırılırsa dünya yıkılır, yeni bir dünya kurulur ve Türkiye’de bu yeni dünyada yerini bulur” dedi.
Yani, bizlerden önceki dönemdeki Türk diplomatları da Türkiye’nin çıkarlarının savunulması konusunda çok büyük cesaret örnekleri vermişlerdir. Savaştan hemen sonraki dönemde Moskova Büyükelçisi olan Selim Sarper’i Dışişleri Bakanı çağırıyor ve kendine göre gerekçelerle, “Sovyetler Birliği olarak biz Boğazlarda hak sahibi olmak ve Türkiye’nin doğusundaki üç vilayetin Rusya’ya bırakılmasını istiyoruz” diyor. Arkamızda ne NATO ne de Amerika var o dönemde, tek başımızayız. Baskılara direnmişiz ve savaşa girmeyip büyük bir başarı göstermişiz. Selim Sarper, “hükümetime danışma ihtiyacı bile duymadan bu teklifinizi reddediyorum” diyor. İşte diplomasi budur.

Türkiye’nin Kıbrıs Harekâtı sırasında Dışişleri Bakanı Turan Güneş ile bizim Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcimiz, çok değerli bir diplomatımız ve büyükelçimiz Osman Olcay Dışişleri Bakanlığındaki görevini sürdürürken bize Mülkiyede diplomatik yazışma dersi verirdi. Ben de o sırada Kıbrıs’ta şube müdürüyüm. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde Kıbrıs konusunda tartışma oluyor. Sonra öğrendik ki, NATO müttefikimiz Fransa Türkiye aleyhinde sözler söylüyor. Ondan sonra Osman Olcay’ın Güvenlik Konseyinde yaptığı konuşma diplomasi alanındaki ders kitaplarına girdi. Fransa hiçbir ülkeden bu sözleri işitmemiştir. Ne Cezayir’de yaptıklarını bıraktı ne de diğer ülkelere yaptıkları zulümleri bıraktı. Yani diplomatlar hep yumuşak konuşan, ellerinde viski kadehleriyle kokteyllerde dolaşan insanlar değildir. Bunun için İsmet Paşa diplomasiyi silahsız bir savaşa benzetmiştir. Devlet adamları, diplomatlar kol kola girerler, birbirlerini ziyaret ederler, yemekler verirler. Dışarıdan bakanlar diplomasinin bu tarafını görürler. Fakat kapılar kapandığında, müzakere masasına oturulduğunda gerçek bir savaş başlar. Bazen bir metin üzerinde çalışıldığında bir kelimenin, bir virgülün yerinin bile kıymeti vardır. Onun için orada bütün gücünüzle sizin milli çıkarlarınız için en iyi olana karar verilmesine çalışmalısınız. Diplomatların korkmaya hakkı yoktur. Siz oralarda devleti temsil ediyorsunuz ve devletler korkmaz. Orada direnip hakkınızı koruyacaksınız.

Bunları size bir iki örnekle açıklayayım dilerseniz. Ben NATO’da büyükelçiyken Avrupa NATO’dan ayrı bir silahlı kuvvetler oluşturacaktı. Buna da NATO yardımcı olacaktı, yani meşhur Avrupa Ordusu gündemdeydi. 1999 da Washington’daki NATO Zirvesinde çok uzun müzakereler sonucu bir anlaşmaya vardık. NATO Avrupa Birliği’nin bu ordusuna destek olacak ama Avrupa Birliği de üyesi olmayan NATO ülkelerine üye olmuşlar gibi destek sağlayacak, kendi ülkelerine sağladığı imkânları sağlayacak. Fakat döndüğümüzde bu ülkeler bizden orada verdikleri tavizleri geri almak istediler. Biz de sonuna kadar direndik. En sonunda Amerikan Büyükelçisi, “biz AB üyesi olmayan bütün NATO ülkelerini ikna ettik, bir tek siz kaldınız. Bir tarafta AB üyesi olan 18 ülke var bir tarafta siz varsınız, şunu kabul edin” dedi. NATO’da kararlar oy birliğiyle çıkar, bir ülke veto ederse karar alınamaz. Bunun üzerine ben kendisine, “NATO’da 18, 1’den büyük değildir, biz haklı bir davayı savunuyoruz, bizim milli çıkarlarımız bunu gerektiriyor” dedim. Sonunda Avrupa Birliği üyeleri de Amerika da bizim istediğimiz çizgiye geldi. Bizim arkamızda Türk milleti ve devleti var ama ondan da öte bize Atatürk’ün öğrettiği ulusal çıkarları koruma bilinci var.

Daha sonra, Dışişleri eski Bakanı İsmail Cem Brüksel’e gitmiş ve karşısında Amerikan Dışişleri Bakanı var. Amerikalı Bakan kendisine, “Biz sizi anlamıyoruz. Biz Ankara’da Genel Kurmay Başkanınızı ikna ettik. NATO daha çok askeri bir kurum ve sizin askerlerinizin evet dediği bir konuda siz nasıl hayır diyebilirsiniz, biz buna çok hayret ettik. Siz askeri konularda askerlerinizden daha mı ilerdesiniz?” dedi. Biz çok şaşırdık çünkü askerlerimiz böyle bir taviz vermiş olamaz. Ben diğer bir odaya geçtim ve Genel Kurmay İkinci Başkanına telefon ettim. Böyle bir tavizi nasıl verdiklerini sordum. O da bana, “bize de dışişleri bakanının bunu kabul ettiğini söylediler” dedi. Böylece oyunu bozduk ve hemen gelip bizim askerlerimiz böyle bir şey demediklerini, ortada bir yanlış anlaşılma olduğunu söyledik.

Son zamanlarda durum biraz değişti. Dış politikada iki şey önemlidir; birincisi, milli çıkarları korumaktır. İngiliz Başbakanı Palmerston 1856 yılında, “İngiltere’nin ebedi dost ve düşmanları yoktur, değişmez menfaatleri vardır” demiş. Bu, gerekirse dostlarımızı ve düşmanlarımızı değiştiririz ama menfaatlerimizi her zaman koruruz demek oluyor. İkinci altın kural ise sürekliliktir. Yani bir politikayı milli çıkarlarınıza uygun olduğu için benimsemişseniz hükümetler değişti diye bu politikadan vazgeçmezsiniz. Nitekim İngiltere Kıbrıs politikasını 40 yıldan beri değiştirmemiştir. Birçok hükümet değişti İngiltere’de peki bu dış politikasını niye değişmedi? Çünkü bu dış politika İngiltere’nin milli menfaatlerinin gereğidir. Belki ufak değişiklikler olabilir ama özü itibariyle değiştirmezler.

Yalnız Kıbrıs’ta değil, mesela İngiltere ile İspanya arasında Cebelitarık Boğazı ile ilgili bir ikili ihtilaf vardır. Bu tam 300 seneden beri devam ediyor çünkü iki taraf da kendi çıkarlarından vazgeçmezler, bu yüzden de temel çizgilerinden sapmazlar. İspanya’ya bu konuda baskı yaptılar taviz vermezlerse Avrupa Birliği’ne üye olamayacakları söylendi ama yine de direndiler ve hiç taviz vermediler ve AB’ye üye de oldular. Bütün mesele ulusal çıkarları sonuna kadar savunacağınızı karşı tarafa göstermektir. Dış politikada haksız olana baskı yapılmaz, taviz vermeye hazır olduğunu belli eden ülkeye baskı yapılır. Kimin haklı ya da kimin haksız olduğu o kadar önemsenmez. Kimin üzerine baskı yapılır da o da bu baskılardan yılarak sorunu istendiği gibi çözmeye yanaşırsa ona baskı yapılır. Bu yüzden taviz vermeye niyetinizin olmadığını başından ortaya koyacaksınız. Bunu yaparsanız başarılı olursunuz.
1974 yılındaki Kıbrıs Harekâtında bize harekâtı yapmamamız için aşırı baskı yaptılar. Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcısı Ankara’ya geldi ve gece saat ikiye kadar görüşmeler yapıldı. Askeri müdahale yapmamamız, bu konuyu siyasi yollardan çözmemiz istendi. Adam darbe yapmış ve başa bir terörist getirmiş. Kıbrıs’ı Yunanistan’ın bir parçası yapacağını söylemiş. Bu kadar ileriye giden onlar olduğu halde askeri müdahale yapmamamız için gelip bize baskı yapıyorlar. Daha sonra bunun belgelerini okuyan üst düzey bir Amerikan diplomat hatıralarında meslek hayatımda bu kadar ağır baskı görmediğini yazıyor. Bize her türlü baskıyı yaptılar ama Ecevit yılmadı ve harekât kararını aldı. Bu sayede Kıbrıslı Türklerin can ve mal güvenliğini koruduk ve bugünkü durumu yarattık.

Bu hükümet zamanında maalesef bir hayli mesafe aldılar ve karşımıza Kofi Annan Planı diye bir plan çıkarttılar. Diplomasi alanında yapılamayacak şeyler yaptılar. Denktaş kalp ameliyatı olmuş ve hastanede yatıyor. O sırada BM  Genel Sekreteri Kofi Annan bir mektup yazıyor. Size ilişikte Kıbrıs meselesinin çözümü için bir plan gönderiyorum ve sizden iki şey istiyorum, diyor. Birincisi bu planı hemen kabul edeceksiniz, ikincisi de bu plan hakkında halkınıza ve meclisinize hiçbir bilgi vermeyeceksiniz. Bir devlet başkanına yapılan muameleye bakın. Denktaş bunu reddetti çünkü bazıları ne derse desin Denktaş gerçek anlamıyla milli bir kahramandır. Kendi halkına ve kendi şahsına saygısı olan hiçbir insan böyle bir durumda taviz vermez. Bunun üzerine Kofi Annan bir adım attı ve planı kabul edilmesi için birkaç kez değiştirdi. Türkiye’de bazıları, kabul edelim bundan iyisini bulamayız, dediler. Bizim gibi taviz vermek istemeyenler olunca da bizi eleştirmeye başladılar. Bunlar dinozordur, katı milliyetçilerdir, dediler.

Bir kere dünya tarihinde böyle bir planın örneği yok. Plan 9000 sayfa. Bu planın metnini kimse görmemiş. Ben Denktaş’a, siz planın tamamını gördünüz mü diye sordum. Bize 230 sayfalık özetini verdiler dedi. Planın tamamını görmeden bunu kabul etmemizi bekliyorsunuz. O zaman dünyada iki tarafın anlaşamadığı tüm hususlarda BM Genel Sekreteri sorunları çözmek için böyle kendince bir plan hazırlasın ve kabul edilmesini beklesin. İsrail ile Filistin arasındaki anlaşmazlıklarda böyle bir çözüm uygulamıyorlar, dünyanın hiçbir ülkesi için böyle bir çözümü benimsemiyorlar ama Türkiye’ye uygulamak istiyorlar. Bu plan Kıbrıs’taki Türk topraklarının büyük bir bölümünü Rumlara vermemizi ve geri kalan Türk topraklarına da 80 bin Kıbrıslı Rumu yerleştirmemizi istiyor. Kıbrıs’taki 30 binden fazla Türk askerini çekip sadece 657 tane asker bırakmamızı ve onları da zaman içinde tamamen çekmemizi istiyorlar. Bu kalan askerlerin görevi de hiçbir şekilde Kıbrıslı Türkleri korumak olmayacak. Yani bu askerlerin 100 metre yakınında bir saldırı olsa saldırıya uğrayan Türkleri koruma yetkileri yok. Bu askerler sadece karargâhlarında eğitim yapacaklar, silahlarının bakım ve onarımını yapacaklar ve törenlere katılacaklar. Böyle bir planı Türkiye’nin kabul etmesini istiyorlar.

Rumlar bizden bu kadar taviz isteyen bu planı reddettiler çünkü bu planla bir devlet sistemi kuruluyor, hükümette Türkler ve Rumlar olacak, mecliste belli bir sayıda Türk olacak. Rumlar Türkleri tam bir azınlık yapmak istiyorlar; bu yüzden de bu planı reddettiler. Neticede Rumların itirazı nedeniyle biz çok büyük bir badireden kurtulduk yoksa Kıbrıs çoktan elimizden çıkmıştı. Bu kadar yıldır baskılara direnen Türkiye nasıl oldu da bu hale geldi? İşte mesele burada başlıyor.

Maalesef bu hükümet dış baskılara önceki hükümetler gibi direnemedi. Aksine Başbakan çıkıyor ve harekâttan sonraki 30 yılda başa gelen bütün Türk hükümetler Kıbrıs konusunda yanlış iş yapmışlardır, diyor. Çözümsüzlük çözüm değildir, diyor. Böyle bir laf da hiç duymadık. Bu ne demektir? Tabiki herkes çözüm ister, ama bu çözümün kendi çıkarlarına uyması şartıyla. Yani karşı tarafın istediklerini kabul etmediğimiz için biz çözüm istemeyen taraf mı oluyoruz? Karşı taraf da çözümsüzlük çözüm değildir diyerek kendi müzakerecilerini zor durumda bırakıyor mu? Sonra Denktaş’ı suçluyorlar, onun katı tutumu yüzünden sonuca ulaşılamadı, diyorlar. Bugün Kıbrıs Cumhurbaşkanı, Kofi Annan planı ölmüştür, diyor. Yunanistan Dışişleri Bakanı da aynı şeyi söylüyor. Bu bizden Kofi Annan Planından daha büyük taviz isteyecekleri anlamına geliyor. Şimdi de bunun müzakeresi yapılıyor. Fakat ne görüşülüyor, meclisin ve muhalefetin haberi yok. Hâlbuki Kıbrıslı Rumlarla Yunan Parlamentosu bu konuda çok yakın temaslar, işbirliği var. İlerde meclise baskı yaparak kendi hazırladıkları planı kabul etmemizi isteyecekler.

Dış baskılarla AB’yi işin içine soktular. Bu konu ilk defa 2004 yılında zirve toplantısında tartışıldı. O zaman Sayın Baykal bir basın toplantısı düzenleyerek Başbakana, “bu anlaşmayı sakın kabul etmeyin, binin uçağınıza gelin, beraber direniriz ve daha uygun şartlarda bu müzakerelere başlama anlaşması yaparız” dedi. Başbakan baskılara boyun eğdi ve yazılı bir taviz verdi. Bu tavizle Güney Kıbrıs’ı resmen Kıbrıs Devleti durumuna getiriyorsunuz. Daha sonra da 29 Temmuz 2005 tarihinde bu protokolü hükümet imzaladı. Fakat halkın ve Meclisin tepkisini gördükleri için üç yıldır onay için bunu Meclise getiremiyorlar. Getirmedikleri için onlar da Türkiye ile AB arasındaki müzakereleri Kıbrıs meselesine bağladılar. Taviz vermediğimiz için 35 başlıktan sekizini dondurdular, geri kalan başlıklar için de, bir tanesini bile kapatmayız, dediler. Daha önce bir tanesi kapatılmıştı, kalan 34 başlığın hiçbirini kapatmayacaklarını söylediler.

Başbakan şimdi masadan kalkan taraf biz olmayalım diyor. Davos’ta masadan kalkan taraf kimdi? Davos’ta masadan kalkmak kahramanlık ama Kıbrıs’ta masadan kalkmak yanlışmış. Mülkiye ile bunun bağlantısını nasıl kuracağız? İşte Mülkiyede bize öğretilen temel ilkelerden son birkaç yılda adım adım nasıl uzaklaştığımızı görüyor ve bunun acısını hissediyoruz. Bunu sadece biz hissetmiyoruz, pek çok AKP üyesi de bizimle aynı sıkıntıyı paylaşıyorlar. Zaten onların tepkisi dolayısıyla hükümet bu ek protokolü onay için Meclise getiremedi.

Kıbrıs’ta bir tane Türk yaşamasa bile Kıbrıs Türkiye’nin stratejik çıkarları için son derece önemlidir. Kıbrıs, Türkiye’nin Akdeniz’e açılış kapısıdır. Kıbrıs Türkiye’nin dışında bir ülkeye geçerse kara sularıyla Türkiye Akdeniz’de dar bir şeride hapsedilmiş olacaktır. Korkarız ki, yakında Kıbrıs meselesi bu müzakerelerde bizim hiç de hoşumuza gitmeyecek bir karara bağlanacaktır ve önümüze hazır bir metin olarak gelecektir. İşte o zaman Türkiye üzerine çok büyük baskılar yapılarak, belki hükümetin de Meclise baskı yapması sağlanarak bunun geçirilmesi sağlanmaya çalışılacaktır.

Önümüzdeki en ciddi dış politika tehlikelerinden bir diğeri de Ortadoğu’dur. Türkiye’nin Ortadoğu’da 40 yılı aşkın süredir izlediği bir politika var. Türkiye bölgede en çok itimat edilen devletlerin başında geliyordu. Bazıların zannettiği gibi Ortadoğu politikası şimdi başlayan, bugüne kadar üstünde hiçbir şey yapılmayan bir politika değildir. Dünya diplomasi tarihinde iki ülke savaşıyorsa savaşan taraflardan biri öbür ülkenin başkentindeki menfaatlerinin korunmasını bir ülkeden talep eder, öbür taraf da karşı tarafın başkentindeki menfaatlerinin korunmasını başka bir ülkeden talep eder. Savaş sırasında da o ülkelerin konsolosluk menfaatleri, diplomatik menfaatleri başkentlerde iki ayrı ülke tarafından korunur.

İran-Irak Savaşında bunun tersi bir şey oldu. Irak Tahran’daki, İran da Bağdat’taki menfaatlerinin korunmasını Türkiye’den istedi. Her iki ülkenin de en çok itimat ettiği ülke Türkiyeydi. Türkiye Ortadoğu’da bu kadar itimat gören, ağırlığı olan bir ülke konumundaydı. Ortadoğu ülkelerinde toplantılara katıldığımız zaman biz bunları görürdük. Türkiye’nin görüşüne önem verilirdi. Şimdi geldiğimiz nokta ise İsrail’in Gazze’ye yaptığı saldırı sırasında en büyük tepkiyi bizim göstermemize rağmen hükümet orada Filistinlilerin hakkını koruyacağım demek yerine darbe ile Gazze’de iktidarı ele geçiren Hamas örgütünün sözcülüğünü üstlenmesidir. Biz BM Güvenlik Konseyi’nde Hamas’ın görüşlerini savunacağız, Filistin’de yapılan seçimlerde Hamas başarılı olmuştur, bu yüzden de Hamas’ın meşruluğunu herkesin kabul etmesini istiyoruz, dedi. FKO da bütün dünya ülkeleri de bunu kabul etsin diyor. İşin ilginç yanı şu ki, Hamas hem Amerika hem de AB tarafından terör örgütü ilan edilmiştir. Hatta terör örgütleri listesinde 10. sırada Hamas, 11. sırada PKK geliyor. AB de bu listeyi 2006’da Türkiye’ye resmen bildiriyor ve Türkiye’de bu listeyi kabul ediyor. Yani Hamas Türkiye’nin resmen kabul ettiği bir terör örgütüdür. Şimdi ise biz bu örgütün savunuculuğunu yapıyoruz. Başbakan Amerika’ya Avrupa’ya bu örgütün listeden çıkarılması için çağrıda bulunuyor. Bu örgütün temsilcileriyle toplantılar yapıyoruz. Böyle bir şey olabilir mi?

Davos’taki toplantıda gördünüz, Hamas’ı koruyan sözlerini söyleyince İsrail Cumhurbaşkanı ona çok sert, belki de ölçüyü aşan bir tepki gösterdi. Neticede bütün bu macerada Türkiye’yi, Başbakanı destekleyen kim oldu? Gazze’deki Hamas militanları ve İranlılar. Avrupa ve Amerika basınından çok büyük tepkiler geldi. Başbakanın bu çıkışı iç politika için yaptığı yazıldı. Ayrıca iki hafta önce bir toplantıya Arap ülkelerinin dışişleri bakanları katıldı. Toplantı sonunda yapılan açıklamada Arap olmayan ülkelerin Araplar arasındaki itilaflara katılması çok zararlı sonuçlar veriyor dendi. Mısır Cumhurbaşkanı Mübarek’ten Başbakanın Hamas hakkında söylediği sözlerin benzerlerini duydunuz mu? Hayır, çünkü Hamas kendi statüsünde Mısır’daki terör örgütü olarak kabul edilen Müslüman Kardeşlerin bir kolu olduğunu söylüyor. Evvelce ben Dışişleri Müsteşarıyken Mübarek yine gelmişti, o sırada Başbakan Erbakan’dı. Erbakan Mübarek’e “sizin ülkenizde Müslüman Kardeşler var, onlar da bizim gibi Müslüman, onları affetseniz, onlarla iyi ilişkiler kursanız…” diyor. Ben de oradaydım, Hüsnü Mübarek de “siz şaka mı yapıyorsunuz, bu bir terör örgütüdür siz nasıl böyle bir şey söylersiniz?” dedi. Şu an da aynı politikayı izliyoruz. Bizim 40 yıldır izlediğimiz Ortadoğu politikamızdan adım adım uzaklaşıyoruz.

Peki, bizim Hamas’a bu kadar muhabbet göstermemizin sebebi ne? Hamas’ın 1988 yılında yayınladığı bir tüzük var. Bu tüzükte öncelikle, biz İsrail’i cihat yoluyla Ortadoğu’dan temizleyeceğiz, diyorlar. Bazı topraklarımızın İsrail’e devredilmesini kabul etmek dinimizin bir kısmından fedakârlıkla bulunmaktır, diye yazıyorlar tüzükte. İkinci olarak, Filistin’de bir din devleti kurup anayasa olarak Kuran’ı seçeceklerini ve her şeyde esas olarak dini alacaklarını söylüyorlar. Üçüncü olarak, FKO’ya karşı olduklarını söylüyorlar çünkü FKO laik bir örgüttür diyorlar. Filistin’de bir din devleti kurmak isteyen ve İsrail’i cihat yoluyla haritadan silmek isteyen bir örgütün sözcüsü laik Türkiye’dir. Bunun için biz buna tepki gösterdik. Başbakan da bizim bu konudaki eleştirilerimizden çok rahatsız olmuş, biz onun politikasından anlamıyormuşuz. Bize mon cher diyor, Fransızca öğrenmeye başlamış, tebrik ediyoruz kendisini ama ben onun daha iyi anlayacağı bir dilden cevap verdim. Mon cher’in Arapçası ya habibidir, “ya habibi bu söylediğiniz lafların tamamı yanlıştır, dış politikadan haberiniz yok” dedim.

Irak’ta dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir durum var. Dünyanın neresinde bir terör örgütü varsa onla mücadele etmeyle görevli bir güç vardır, bu ya ordudur ya polistir ya da başka bir güçtür. Dünyada bir toprakta bir terör örgütünün olup da ona karşı çıkan bir gücün olmadığı bir yer yoktur. Bir tek Irak’ta bu böyle. Kuzey Irak’ta PKK var. Irak anayasası Irak Devleti’nin topraklarındaki tüm terör örgütleriyle mücadele etmekle görevli olduğunu yazıyor. İkinci olarak, topraklarından komşu ülkelere terörist saldırıları önlemekle görevlidir. Üçüncü olarak da terör örgütünün topraklarından transit geçmesini önlemekle görevlidir. Irak’taki bütün terör örgütleriyle mücadele ediyorlar, biri hariç: PKK. 4. Cenevre Sözleşmesi bir ülkenin başka bir ülkenin topraklarında askeri gücü varsa o ülkenin güvenliğini korumak zorundadır. Amerika Irak’ın güvenliğini korumak zorunda olduğu bu sözleşmede açıkça yazıyor. Amerika Irak’taki bütün terör örgütleriyle savaşıyor, PKK hariç. PKK konusunda, düşmanımızdır, terör örgütüdür, Türkiye’ye istihbarat veririm, diyor ama bir teröristi bile yakalayıp da Türkiye’ye teslim etmiyor. Türkiye müdahale etmek isteyince de bunu istiyorlar.

Bir keresinde bir haftalık kısa vadeli bir kara operasyonu yaptık. Türkiye’ye gelen ABD Savunma Bakanı derhal geri gelmemizi yoksa istihbarat yardımını keseceklerini söyledi. Güvenliğimizi bu kadar ilgilendiren bu konuda komşu ülkenin ne kendisi bir şey yapıyor ne oradaki Amerikan kuvvetleri bir şey yapıyor ne de bizim yapmamıza izin veriyorlar. Şimdi biraz azalmış gibi görünüyor ama bunun sebebi kış aylarında olmamızdır. İlkbahar aylarında saldırılara tekrar başlıyorlar. Biz de gidip onları orda tasfiye edecek güce sahip olmamıza rağmen anlattığım şeyler yüzünden bir şey yapamıyoruz. Bize bir devletin en asli görevinin olarak toprak bütünlüğünü, sınırlarını korumak olduğu öğretildi. Her ülke bunu böyle yapıyor. Mesela ABD 11 Eylül saldırılarından sonra bir iç güvelik bakanlık kurdu ve bu bakanlığın görevi teröristlerin Amerikan topraklarına ayak basmadan önce bertaraf edilmesidir. İster başka ülkede olsun, ister denizde olsun, nerede olursa olsun teröristleri ülkelerine girmeden yok edecekleri anlamına geliyor bu. Peki, biz de aynısını yapamaz mıyız? Hayır, bize gelince biz yapamayız. Uluslar arası ilişkilerin zorluğu burada; çifte standartlar var. Ama şaşırtıcı olan bu değildir, şaşırtıcı olan bizim bunları sineye çekmemizdir.

Ermenistan ile olan sorunlarımızı SSCB zamanında onun bir parçası olduğu için pek hissetmedik ama bağımsızlığını ilan ettikten sonra ilk olarak bir Bağımsızlık Deklarasyonu yayımladılar. Bu deklarasyonda Türkiye’nin doğu toprakları Batı Ermenistan’dır, deniliyor. Türk topraklarındaki Ağrı Dağı devletin sembolü. Daha sonra bu deklarasyonun devletin anayasasının bir parçası yaptılar. Ermenistan anayasasına göre Türkiye’nin doğu toprakları Ermenistan’ın sayılıyor. İkinci olarak, Yukarı Karabağ’ın istilası vesilesiyle bunlar Azerbaycan’a saldırdılar ve orada 20.00 Azeri’yi öldürdüler, Azeri topraklarının %20’sini işgal ettiler ve 1 milyon Azeri’yi göç etmek zorunda bıraktılar. Bu yüzden de Türkiye siz bu işgal ettiğiniz Azeri topraklarını boşaltmadıkça sizinle diplomatik ilişki kurmayacağız ve sınırlarımızı açmayacağız, dedi. Bütün dünyada oradaki Ermeniler vasıtasıyla diyaspora dedikleri soykırım propagandası yapıyorlar. Bütün parlamentolarda soykırım kararı çıkartmaya çalışıyorlar. Ayrıca ASALA terör örgütünün öldürdüğü Türk diplomatları var. 40 civarında diplomatımız ve büyükelçimiz öldürüldü. Bu katillerden bazıları şu an Ermenistan’da yaşıyor ve devlet bunları yakalamıyor. Suçlulardan bir tanesi bile yakalanıp yargılanmış değil. Bu nedenlerle biz ilişkilerimize sınırlar koyduk. Bundan önceki tüm hükümetler de Azeri topraklarından çekilmedikleri sürece onlarla ilişki kurmayacaklarını ve sınırları açmayacaklarını söylediler. Ne yazık ki bu politikadan da saptık. Sayın Cumhurbaşkanımız davet üzerine bir futbol maçı izlemeye gitti. Biz de sandık ki daha önce diplomatik görüşmeler yapıldı, bu da bir jest olacak ve dönüşte Azeri topraklarından çekilmeye başlayacaklar. Üzerinden beş ay geçti bir tek köyden çekilmediler, soykırım iddialarında vazgeçmediler. Ermeni Cumhurbaşkanının demecine göre soykırım iddialarını iki misline çıkartacaklarmış.  Dışişleri Bakanı bırakın Azerbaycan’ı iade etmeyi Yukarı Karabağ’ı bağımsız bir cumhuriyet olarak ilan edeceğiz, diyor.

Ermenistan, Irak, Ortadoğu ve Kıbrıs politikalarımızda hep zemin kaybettik. Biz Amerikan düşmanı değiliz ama Amerika’nın izlediği politikalar belli. Bütün bunların üstüne siz Amerika bizim stratejik müttefikimizdir diyorsunuz. Bu derece saldırılarda bulunmasının sorumlusu Bush yönetimidir deniliyor. Kıbrıs’ta Amerika bize resmen Rum tarafını tatmin için çözüm bulun diye bildiride bulunuyor. İsrail-Filistin ihtilafında açıkça İsrail’i destekliyor, sizse Hamas’ı destekliyorsunuz. Kuzey Irak’ta bir tane teröristi yakalayıp size vermiş değil. Böyle bir stratejik müttefik olabilir mi? Amerika’nın dünyada gerçek anlamda üç tane stratejik müttefiki var: İngiltere, İsrail ve Kanada. Ayrıca da Büyük Ortadoğu Projesinin Başkan Yardımcılığını kabul ediyorsunuz. Bu nasıl bir iş? İşte bizim Mülkiyeden beri öğrendiğimiz, uyguladığımız dış politikadan sapmalar.

Şimdi söyleyeceklerim ise şimdiye kadar söylediklerimin hepsinden daha önemli. Türkiye bir süreden beri İspanya ile başbakanlar düzeyinde Medeniyetler İttifakı müzakereleri yürütüyor. Bu, masada İspanya’nın Batı medeniyetini temsil ettiği anlamına geliyor. Peki, siz hangi medeniyeti temsil ediyorsunuz? Atatürk, “Kültürler farklıdır ama medeniyet tektir ve biz o medeniyetin bir parçası olmalıyız” demiştir. Kendisi hiçbir zaman Türkiye’nin batıdan farklı bir medeniyetin mensubu olduğunu kabul etmemiştir. Biz de cumhuriyet tarihimiz boyunca bunu böyle bildik.

1997 yılında Türkiye ve AB konusunda Brüksel’de bir liderler toplantısı yapıldı. Bu toplantıda Belçika Başbakanı toplantının sonunda biz bir karar verdik ve Türkiye’yi hiçbir zaman AB’ye üye yapmamalıyız çünkü bu bir medeniyet projesidir dedi. Biz buna çok şiddetle karşı çıktık, iktidarla, muhalefetle, basınla hep beraber bizi nasıl dışlarsınız dedik. Sonunda lafını geri aldı. Yanlış anlaşıldığını söyledi. Şimdi siz kendiliğinizden Türkiye’nin Avrupa Medeniyetinin dışında olduğunuzu kabul ediyorsunuz. Son olarak kabul edilen Ulusal Programda da bu açıkça yazılıyor. Kendi kendimizi Batı Medeniyetinden çıkarttık.

CHP olarak İsmet Paşa zamanından beri AB üyesi olmayı destekliyoruz. Çünkü biz başka bir medeniyetten değil Avrupa medeniyetinden görüyoruz. Tam üyeliği öngören üyelik anlaşmasını İsmet Paşa imzalamıştır. Siz nasıl olur da bundan vazgeçersiniz? Biz AB’ye ortak değerleri paylaştığımız için üye olmak istiyoruz. Farklı değerleri paylaşsak niye üye olmak isteyelim? Bunun için o kadar reform yapıyoruz, yasaları, anayasayı değiştiriyoruz. Ama bakıyoruz ki, ne kadar değiştirsek de yasaları AB’ye yakınlaşmak yerine uzaklaşıyoruz.

Türkiye bundan 6-7 sene öncesine nazaran Avrupa’dan uzaklaşıyor. Kadın haklarıyla, basın özgürlüğüyle, özel hayatın gizliliğiyle, kadın erkek eşitliğiyle uzaklaşıyor. Bunların uluslararası kuruluşlarca tespit edilmiş somut rakamları var. Telefonlar dinleniyor, kamu yönetimindeki üst yönetici kadınların sayısında düşüş var. Anadolu’nun her tarafında maalesef ki Türkiye büyük bir hızla Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin temel değerlerinden uzaklaşıyor. Kadınlar üzerinde inanılmaz baskılar var.

Geçen gün Kayseri’ye gittim. Burada sadece Hilton Otelinde ve şehrin dışındaki Zümrüt Lokantasında içki servisi yapılır, dediler. Eskiden böyle değildi. Türkiye’nin birçok yerinde fiilen içki yasağı uygulanıyor. Kadınların nasıl giyineceğine mahalle baskısıyla karar veriliyor. Mülkiyede bize öğretilen ne kadar temel değer varsa bunların hepsinden gün geçtikçe uzaklaşılıyor. Çare laik cumhuriyetin temel değerlerini korumaktır ve bunu yapacak olan da bu temel değerlerle yetiştirilmiş Mülkiyelilerdir. Bizim zamanımızda Atatürk’ün ilke ve devrimlerine karşı çıkan hiç kimse yoktu. Biraz farklı görüşte olan iki arkadaşımız vardı ve Mülkiye talebeleri onlara o kadar tepki gösterirlerdi ki, bu arkadaşlar sınava giremezlerdi, sınıf geçemezlerdi. Bu arkadaşlardan bir tanesi daha sonra önemli bir bakanlığımızda müsteşar yardımcısı oldu.

Mülkiyede bizim yetiştiğimiz koşullardan maalesef çok uzaklara gittik ama Mülkiyede boyun eğmek yoktur. Bize en zor koşullarda bile Atatürk’ün ilkelerinden vazgeçmememiz gerektiği öğretildi. Yabancılar karşısında baskılara boyun eğip tek taraflı taviz vermeyi öğretmediler. Biz, başkaları ne derse desin Mülkiyede öğrendiğimiz çizgiden sapmayacağız. Bizi yıldıramayacaklar çünkü biz her şeyden önce Mülkiyeliyiz.


Bu belge Konferanslar, Konuşmalar arşivinde bulunmaktadır.