Son Eklenenler:
- SPUTNİK AJANSININ ADANA MUTABAKATIYLA İLGİLİ SORULARINA KARŞILIK VERDİĞİM MÜLAKAT 27 OCAK 2019
- ODA TV’DEN NURZAN AMURAN’A VERİLEN MÜLAKAT 27 EKİM 2019
- 3 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramının 99. yıldönümü Hakkında 25 NİSAN 2019
- CUMHURİYETTE “ ABD’NİN AMACI DEVLETÇİKLER OLUŞTURMAK” ADLI MÜLAKAT 24 AĞUSTOS 2019
- GAZETE DURUM’DAN BAHADIR SELİM DİLEK İLE MÜLAKAT “VETO HAKKINI SONUNA KADAR KULLANMALIYIZ 23 MAYIS 2022
- Cumhuriyet gazetesi Tuncay Mollaveisoğlu imzasıyla ve “Türkiye Geri Adım Atamaz” başlığıyla yayınlanan mülakat 22 TEMMUZ 2019
- ABD BAŞKANI TRUMP’IN AMERİKA’NIN 1987 TARİHLİ ORTA MENZİLLİ NÜKLEER SİLAHLAR ANTLAŞMASINI (INF) ASKIYA ALMA KARARIYLA İLGİLİ OLARAK SPUTNİK HABER AJANSINA VE BAŞKA YAYIN ORGANLARINA VERİLEN DEMEÇ 22 ŞUBAT 2019
- Türkiye’deki Demokrasi, İnsan Hakları, Basın Özgürlüğü ve Düşünce Özgürlüğü Alanlarındaki Eleştiriler Hakkında 21 KASIM 2019
- Erdoğan ve ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence görüşmesi ardından 18 EKİM 2019
- Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence Arasında Yapılan Görüşme Üzerine 18 EKİM 2019
Onur Öymen’in Adana Kitap Fuarı Konuşması 19 Ocak 2013
Değerli Arkadaşlar,
Adana Kitap Fuarına geçen yıl olduğu gibi bu yıl da gelmek ve sizlerle yeniden buluşmaktan büyük mutluluk duyuyorum. Çok kısa bir süre önce yayınlanan Uçurumun Kenarında Dış Politika isimli kitabımı da bu vesile ile sizlere tanıtma fırsatı bulacağım. Aslında bu kitapta yazılanlarla son aylar bölgemizde yaşananlar arasında yakın bir ilişki var. Çünkü kitapta AKP’nin iktidara geçtiği dönemden bu yana dış politikada yaşadığımız sorunlar, tehlikelerle birlikte bizim o dönemde mecliste yaptığımız konuşmalar, değerlendirmeler ve uyarılar ter alıyor. Kitabı okuduğunuz zaman evvelce yaptığımız tahminlerin nasıl gerçekleştiğini ve uyarıların dikkate alınmamasının ne gibi ciddi sonuçlar doğurduğunu göreceksiniz. Aslında bölgede olup bitenleri anlayabilmek için geçmişi kısaca hatırlamakta yarar var. Mezopotamya’da petrolün bulunmasıyla Kürt meselesinin uluslararası alanda ön plana çıkması arasında yakın bir bağlantı var. Birinci dünya savaşı yıllarında İngilizler bir yandan Lawrens’ı bugünkü Suudi Arabistan topraklarına göndererek Arapların Türklere karşı ayaklanmasını teşvik ederken bir yandan da Binbaşı Noel’i Kürtlerin yaşadığı bölgeye aynı amaçla gönderdiler. Yani Kürtlerin Osmanlılara karşı ayaklanmasını ve Türkiye’den koparak ayrı bir siyasi birlik oluşturmalarını istiyorlardı. Arabistan’da başarılı oldular ama Kürtlerin olduğu bölgede başarılı olamadılar. Binbaşı Noel hatıralarında bölgedeki Kürt liderlerin Osmanlıdan kopmayı arzu etmedikleri yazıyor. Gene de az sayıda Kürdün desteğini sağlayan Noel Erzurum ve Sivas kongrelerini dağıtmak için bir girişimde bulunuyor. Malatya’ya kadar geliyor. Ali Galip ile işbirliği yapıyor. Ancak bunu haber alan Atatürk, Kılıç Ali başkanlığında bir müfrezeyi Malatya’ya göndererek bu tertibi bozuyor ve binbaşı Noel Halep’e kaçıyor oradan da ülkesine gidiyor. Peki İngiltere’nin Mezopotamya’da böyle bir girişimde bulunmasının altında ne yatıyordu?
Aslında daha 1916 yılında biri İngiliz diğeri Fransız iki ünlü diplomat Sykes ve Picot bir antlaşma imzalıyorlar. Bu antlaşmanın amacı Ortadoğu’daki Osmanlı topraklarını İngiltere ile Fransa arasında paylaşmak. Ancak İngilizler Mezopotamya’daki petrol yataklarına o kadar önem veriyorlar ki sonunda Fransızları ikna ederek Irak’ı kendi nüfuz bölgelerine alıyorlar. Fransızlar da Suriye’de birkaç yıl sonra manda yönetimi kuruyorlar.
Yabancı kaynaklar gerek Noel’in gerek o sırada bölgedeki İngiliz temsilcisi olan Wilson’un Türkiye ile Mezopotamya’daki petrol kaynakları arasında Kürtlerden oluşan bir tampon bölge kurmak istediklerini yazıyorlar. İngilizlerin niyetleri daha Milli Mücadelenin başlangıç aşamasında Türkler tarafından tespit ediliyor. Mareşal Fevzi Çakmak, 27 Nisan 1920 tarihinde yani TBMM’nin açılışından sadece 4 gün sonra mecliste yaptığı bir konuşmada şöyle diyor, “İngilizlerin istediği Kuvayi Milliye’nin ret ile sonuçlandırılması idi. Diledikleri yolda bir hükümeti getirip kendilerinden bir İngiliz erinin bile burnu kanamadan birharp ile bizi bizez kırdırmak istiyorlardı. Malumunuz olan hattı hümayunlar ve fetvalar İslam’ı birbirine düşürmek için 1400 yıllık İslam tarihinde Misli görülmemiş bir İngiliz arabuluculuğunun acı belgeleridir. Bize açıkça söylediler ‘biz dilediğimiz yolda yani en ağır şartları imzalayacak bir hükümeti bulup getireceğiz’ dediler. İç ayrılıklarla ulusun tümüyle çökeceğini ve bütün memleketin 1-2 ay içinde kölelik zincirine vurulacağını ümit ediyorlardı.” İşte Fevzi Çakmak bunları söylüyor. O tarihten beri petrol bölgelerinde veya ona civar ülkelerde kendilerine yakın hükümetleri işbaşına getirmek veya işbaşında tutmak yabancıların önemli hedefleri arasında olmuştur.
1920 yılında Suriye’de Haşimi ailesine mensup Faysal’a bir Krallık kurduruyorlar. Daha sonra Faysal Irak Kralı oluyor ve Suriye’de milliyetçi akımlar güçlenerek Fransızlarla mücadele ediyorlar.
Lozan müzakereleri sırasında Türk Irak sınırı meselesi çözümlenemiyor. İsmet paşa Musul ve Kerkük bölgesinde plebisit yapılmasını öneriyor. Buna göre halk isterse Türkiye’ye bağlı kalmaya devam edecek isterse bölge Irak’a geçecek. Gerek Türk gerek İngiliz istatistikleri bölgede Kürt nüfusunun Türklerden fazla olduğunu gösteriyor ama Türkiye Kürtlerin Türklerle birlikte oy kullanacağından emin. Plebisite İngiliz delegesi Lord Curzon karşı çıkıyor. Çünkü bu bölgeyi hiçbir şekilde Türklere bırakma niyetleri yok. Sonunda İstanbul’da Türk ve İngiliz heyetlerinin katıldığı bir Haliç konferansı toplanıyor. Bu arada İngilizler Mezopotamya’nın yanında Hakkari’nin de Irak’a bırakılmasını istiyorlar. Tabi Türkiye buna itiraz ediyor. Neticede 6 ağustos 1924’te İngiltere meseleyi Milletler Cemiyeti’ne götürüyor. Hemen ertesi günü 7 Ağustos’ta Hakkari’de Nasturi ayaklanması çıkıyor. Bu bir tesadüf olabilir mi? Belli ki İngilizler petrol çıkarlarını ön planda tutarak bölgeye şekil vermek istiyorlar. Bu yalnız Irak’ta olmuyor.
Suriye’de 1925 yılında Sultan Al Atraş liderliğinde Fransızlara karşı büyük bir ayaklanma başlatılıyor. O tarihten sonra Suriye ile Fransa arasında ciddi bir mücadele yaşanıyor. 1936 yılında Fransızlar Suriye’nin bağımsızlığını kabul eden bir antlaşma imzalıyorlar ama o antlaşma Fransız parlamentosunca kabul edilmiyor.
Nihayet 1943 yılında bir seçim yapılıyor ve Şükrü El Kuvvetli cumhurbaşkanı seçiliyor. Ama Suriye 1946’ya kadar Fransa’nın etki alanından çıkamıyor.
Suriye’de de petrol çıkarları söz konusu. İngilizler ve Amerikalılar Suudi Arabistan petrollerinin Suriye üzerinden Akdeniz’e taşınmasını amaçlayan bir petrol boru hattı inşa edilmesini istiyorlar. Suriye cumhurbaşkanı Şükrü El Kuvvetli buna karşı çıkıyor. 1949 yılında CIA destekli bir hükümet darbesi gerçekleştiriliyor ve Şükrü El Kuvvetli devriliyor. Bu bölgede İkinci Dünya Savaşından sonra gerçekleştirilen ilk darbedir. Bu darbede El kuvvetli devriliyor ve onun yerine rüşvet suçundan hapis yatan Hüsnü El Zaim getiriliyor. Suriye istikrarsızlık içinde bocalıyor. 1946 ile 1956 yılları arasında Suriye’de 20 hükümet işbaşına geliyor ve 4 anayasa taslağı hazırlanıyor. Darbeler birbirini kovalıyor. 1956 yılında Suriye SSCB ile işbirliği antlaşması yapılıyor ve Sovey etki alanına giriyor. 1958’de Mısır ile birleşiyor Birleşik Arap Cumhuriyeti kuruluyor 3 yıl sonra o da dağılıyor.
1963’te yeni bir darbe ile Baas partisi yönetimi ele geçiriyor. 3 yıl sopnra Suriye ile Irak Baas partileri birbirinden ayrılıyor. Peki bu gelişmeler ve Suriye’nin bölge ülkeleri ile çatışmaları nereden kaynaklanıyor? İsrail savunma bakanı Moşe Dayan 1976 yılında verdiği bir mülakatta İsrail’in Suriye ile yaşadığı çatışmaların %80’ini İsrail’in tahrik ettiğini söylüyor. 1970 yılında Hafız Esad yine bir darbe ile yönetimi ele geçiriyor ve 30 yıl iktidarda kalıyor. 6 yıl sonra 1976’da Suriye Lübnan’ı işgal ediyor ve 2005 yılına kadar 30 yıl bu bölgede kalıyor.
İşte Suriye’de birinci dünya savaşından beri cereyan eden ve ülkeyi iç çatışmalara, bölgesel savaşlara sokan gelişmelerin özeti bu. Yabancı ülkelerin menfaatleri daima ön planda. 1970’li yıllar Müslüman Kardeşler örgütü Suriye’de yeraltı faaliyetlerinde bulunup ayaklanmalar çıkarıyor. 1986 yılında Humus’ta meydana gelen ayaklanma kanlı bir şekilde bastırılıyor ve çeşitli kaynaklara göre orada 10 bin ila 25 bin kişi öldürülüyor. 200 yılında oğul Beşir Esad geçiyor ama demokrasiye geçilemiyor, çok sayıda muhalif tutuklanıyor. İsrail 2003 yılında Şam civarında bir terör eğitim merkezini bombalıyor. 6 Eylül 2007’de de İsrail uçakları Kuzey Koreliler tarafından Suriye’de inşa edilmekte olan bir Nükleer santrali imha ediyorlar.
İşte değerli arkadaşlar Tunus’ta başlayan Mısır, Libya, Yemen, Bahreyn gibi ülkelere sirayet eden ve başlangıçta iyimser bir yaklaşımla Arap Baharı denilen gelişmelerin Suriye’de 50 bin insanın hayatına mal olan kanlı bir çatışmaya dönüşmesinin ardında yatan bazı unsurlar bunlar.
Suriye’nin diğer Arap ülkelerinden farkı, Suriye İran’dan başlayan ve Irak üzerinden Lübnan’daki Hizbullah örgütüne kardar uzanan Şii kuşağın en önemli halkasıdır. İran’ın Hizbullah’a silah ve alt yapı desteği Suriye üzerinden gidiyor. İran, Irak, Suriye ve Hizbullah arasında mezhepsel bir bağ var. Bu bir anlamda bir Şii kuşağı olarak da nitelendirilşebilir. Eğer Suriye’de Nesturi iktidarı yıkılıp da Müslüman Kardeşler ağırlıklı bir Sünni işbaşına hgetirilirse bu bağ kırılacak. İşte ABD ve İsrail’İn en önemli hedefş budur. Bunun önemi nereden kaynaklanıyor? İsrail başbakanı Netenyahu, İran nükleer silah üretme politikasından vazgeçmediği takdirde bu ülkedeki bombardıman edeceğini açıkladı. Bu konuda gerek İsrail içinde gerek ABD’de görüş ayrılıkları olduğu biliniyor ama böyle bir müdahale ihtimali dikkate alınmalıdır. Hatta eski ABD büyükelçisi Jefrey ve diğer ABD2li diplomat Dennis Rose ile yaptığı ortak basın toplantısında İran 2013 yılının ortalarına kadar bu nükleer projesinden vazgeçmediği takdirde ABD’nin doğrudan doğruya bir müdahalede bulunabileceğini de söylediler. Şu veya bu şekilde İsrail ile İran arasında bir çatışma çıkarsa en muhtemel senaryo İran’ın elindeki Şahap III füzeleri ile İsrail’i vurmasıdır. Bunu önlemenin tek yolu bu füzelerin füze kalkanı projesi ile havada imha edilmesidir. Bu nasıl olabilir? Muhtemelen Türkiye, Katar’a ve İsrail’e yerleştirilen füze kalkanı radarları birlikte çalışarak doğu Akdeniz’deki ABD gemilerine İran füze saldırısı ile ilgili bilgi verecekler ve o gemilerdeki füzeler ateşlenerek İran füzelerini havada imha edecek. İran’ın son zamanlarda Türkiye’ye yönelik tehditkar açıklamalarda bulunmasının en önemli sebebi bu. Çünkü İran Kürecik’teki radarı tehdit olarak görüyor. Son olarak Türkiye’ye yerleştirilmesi kararlaştırılan ve fiilen yerleştirme çalışmaları yürütülen Patriotların da bu çerçevede devreye girmesi, yani Kürecik’e yönelik bir İran füze saldırısını engellemek, hatta İsrail’e yönelik İran füze operasyonunu durdurmaya yönelik bir görev üstlenmesi de ihtimal dışı değildir.
Suriye’de silahlı mücadelenin çok kısa zamanda sonuçlanıp Esad’ın devrilerek yerine Müslüman Kardeşlerin geçeceği yolundaki hesaplar şimdiye kadar gerçekleşmedi. Savaş uzadıkça uzuyor. Üstelik muhalif grupların Müslüman Kardeşlerden ibaret olmadığı bunların içinde El Kaide’ye bağlı gruplar, Selefiler, cihatçıların da olduğu anlaşıldı. ABD El Kaide’ye bağlı El Musra grubunu terör örgütü olarak ilan etti. Ayrıca Kuzey Irak’ta “kurtarılmış bölgeler” ilan eden ve o bölgelerin denetimini ele geçiren PKK çizgisindeki PYD örgütü de özgür Suriye ordusu ile çatışma halinde. Son 2 ay içinde 100’den fazla silahlı insan bu çatışmada hayatını kaybetti.
Bütün bu unsurlara bir arada baktığımız zaman Suriye’de bir rejim değişikliği gerçekleşse bile yeni rejimin ülkeye barış, huzur ve istikrar getiremeyeceği anlaşılıyor.
Aynen Tunus, Libya ve Mısır’ın da istikrara kavuşamadığı gibi. Tunus’ta yapılan seçimleri Müslüman Kardeşler yanlısı Gannuşi’nin partisi kazandı ama orada da Selefiler ülkede barışı ve istikrarı tehdit ediyor. Libya’da iç çatışmalar durmadı ve bazı ayaklanmacılar ABD büyükelçisini Bingazi’de katlettiler. Mısır’da seçimleri kazanan Müslüman Kardeşlerin adayı Nursi tam bir şeriat devleti kurmayı hedefleyen bir anayasayı toplam seçmenlerin ¼’ünden az bir sayı ile kabul ettirdi ve kendisine çok geniş yetkiler sağladı. Bahreyn’de Şii ayaklanmacılar Sünni yönetimin Suudi Arabistan’dan getirttiği tanklarla bastırıldı. Yumuşak geçiş yapıldığı iddia edilen Yemen’de de sular durulmuyor. İşte maalesef Ortadoğu böyle bir şiddet ve karşı şiddet sarmalı içine girmiş görülüyor. Böyle bir ortamda Türkyie’nin iç çatışmalara taraf olması hükümet değişikliğini yönlendiren ülke görünümünü sergilemesi, Esad’ın devrilip Sünni El Şara’nın başbakan olmasını açıkça önermesi ülkemizin bölgedeki itibarını sarsmıştır. Ayrıca Suriye’nin Tartus limanında Rusya’nın Akdeniz’deki yegane deniz üssünün de bulunduğu unutulmamalıdır.
Çatışmalar başladığında Suriye Türkiye için doğrudan bir tehdit unsuru değildi. Buna rağmen AKP iktidarı sanki en büyük tehdit Suriye’den geliyormuş gibi bir yaklaşım sergiledi. Bunun olumsuz sonuçlarını daha şimdiden görmeye başladık. 150 bine yakın Suriyeli göçmen zaten hassas olan bir bölgemizde iç istikrarı zorlayan bir surum yarattı.,
Türkiye’ye esas tehdit Irak’ın güneyinden geliyor. Çünkü Irak topraklarında üslenen PKK, ne Irak hükümetinin ne de Barzani’nin yerel yönetiminin müdahalesi olmaksızın varlığını sürdürüyor ve sınırımızı geçerek askerlerimizi şehit edip, sivil vatandaşlarımızı öldürüyor. Bu PKK terörünü bertaraf etmenin ön şartı Kuzey Irak’tan PKK’nın tasfiyesidir. Türkiye’nin etkili bir diplomasi ile vaktiyle Suriye’de yaptığı gibi oradaki siyasi güçleri ikna edip bunu sağlaması en doğru yoldur. Maalesef bu yola gidilemiyor ve son 4 yıldan beri sürdürülen hava operasyonlarının tek başına bu terörü bitiremeyeceği görülemiyor. ABD ve Avrupa ülkeleri bir yandan PKK’yı terör örgütü olarak ilan ediyorlar, terörle mücadelede Türkiye’ye yardımcı olmak istediklerini söylüyorlar ama fiilen adım atmıyorlar. Örneğin Avrupa’da terör suçu işledikten sonra Türkiye’ye kaçan teröristlerin hepsi ilgili ülkelere iade edilmişken Türkiye’de terör suçu işledikten sonra Avrupa’ya kaçanların bir tanesi bile iade edilmemiştir. Ayrıca ne ABD’nin ne de herhangi bir Avrupa ülkesinin şimdiye kadar topraklarında Türkiye’ye karşı eylem yapan bir terör örgütünü barındırdıkları için başbakan Maliki’yi ve Kuzey Irak’taki yerel yönetim başkanı Barzani’yi eleştirdikleri duyulmamıştır.
Değerli arkadaşlarım bütün bu anlattıklarımızdan ne sonuç çıkıyor? Acaba gerecekten Türkiye’nin müttefikleri veya bölge ülkeleri PKK terörünü bitirmek için Türkiye’ye yardımcı mı oluyorlar, yoksa kafalarında I. Dünya savaşından beri bulunan Kürt meselesinin çözümünü Türkiye’ye dayatmak için bir baskı aracı olarak kullanmak istiyorlar? Onun için mi Kuzey Irak’tan tasfiyesi için en küçük bir hayret göstermiyorlar. Türkiye’de son zamanlarda yaşananlara bakılırsa ikinci ihtimalin daha doğru olduğu görülecektir. Çünkü önce Oslo’da daha sonra İmralı’da yapılan görüşmelerin amacı belli ki koşulsuz olarak silah bırakmayı kabul eden bir örgütle silahların nasıl teslim edileceği, teröristlerin akıbetinin ne olacağı konularının el alındığı görüşmeler değildir.
İmralı’da Öcalan ile yaptığı görüşmeden sonra Ahmet Türk’ün yaptığı açıklamalar çok açık biçimde terörün koşullarını ortaya koyuyor. O konuşmalardan anlaşılan karar mercii BDP değil, Öcalan’dır. Hatta onun da Kandil’in ve Avrupa’daki PKK örgütlenmesinin onayına ihtiyaç vardır. Bu görüşmelerde PKK ulus devlete açıkça karşı çıkmakta 1924 yılından beri bütün anayasalarımızda yer alan hangi etnik kökenden ve dinden gelirse gelsin bütün vatandaşlarımızın Türk olduğu ifadesine karşıdırlar. Devlet içinde devlet anlamına gelecek bölgesel özerklik istemektedirler. Bütün bunlar için bir anayasa değişikliği hedeflemektedirler. Dünyada terörü bitirmek için kendi anayasasını müzakereye açan hangi ülke vardır? Hangi ülke silahlarını tamamen bırakmayan bir örgütle müzakere masasına oturmuştur? Öyle anlaşılıyor ki hem ABD’liler hem de Avrupalılar İmralı ile yürütülen müzakere sürecini desteklemektedirler. Oysa ABD’nin tüm başkanları terörle hiçbir zaman müzakere etmeyeceklerini ve hiçbir müttefiklerine önermeyeceklerini söylemişlerdi. Ab genişlemeden sorunlu üyesi Stefan Füle de Türkiye’ye terörler müzakere etmesini önermediklerini söyleşmişti. Şimdi hem ABD, hem AB, hem Avrupa Parlamentosu Türkiye’nin terörle müzakere etmesini hararetle destekliyorlar. Bunu nasıl yorumlamak lazım. İşte biraz önce söylediğim gibi en iyi yorum burada amaç terörü tamamen bitirmek için Türkiye’ye yardımcı olmaktan ziyade Türkiye’nin anayasa değişikliği de dahil olmak üzere rejim değişikliği yapmasını dahi ön gören, siyasi tavizler vermesini içeren bir Kürt sorunu çözümünü terörün silahlı baskısı ile Türkiye’ye dayatmaktır. Bunu yapmak için algı yönetimi yöntemleri yoğun biçimde uygulanmakta, her gece televizyonlara sadece bu görüşü destekleyen insanlar çıkarılmakta. Biraz önce bahsettiğim görüş sahiplerine söz hakkı verilmemekte ve terörle müzakereye karşı çıkanlar, çözüm istemeyenler hatta terörden medet umanlar olarak nitelendirilmektedir.
İşte son yazdığım Uçurumun kenarında dış politika isimli kitap bütün bu konularda son 10 yılda mecliste yaptığımız konuşmaları, mücadeleleri yansıtmaktadır. Genel başkanın benim ve parti sözcülerinin bu konularda dile getirdikleri kaygılar anlatılmakta. CHP’nin 1 Mart tezkeresini engellemesi, Habur süreci ile fiyaskoya dönüşen sözde açılım politikasını nasıl engellediği anlatılmakta. Aynı şekilde Kıbrıs ve Ermeni konularında dış baskılara nasıl direnildiği örnek verilmektedir. Kitapta AB ile ilgili olarak yaşanan süreç ve yapılan hatalar anlatılmaktadır. Kitabı okuyunca göreceğiniz gibi Türkiye bu geçen dönemde birkaç defa uçurumun kenarından dönmüştür. Şimdi de uçurumun kenarında çok tehlikeli bir çizgidedir. Kamuoyunun bütün bu konularda bilinçlendirilmesi ve bilgilendirilmesi, Türkiye’nin ileride ağır bedeller ödemek zorunda kalabileceği tehlikeli durumların bertaraf edilmese için büyük bir önem taşımaktadır. Aslında kitap fuarında imzalayacağım diğer kitapların da bu konularla doğrudan veya dolaylı bağlantısı olan konuları işlemektedir. Örneğin demokrasiden diktatörlüğe başlıklı kitap, seçimle gelen iktidarların bazen nasıl otoriter rejimlere dönüştüğünü dünyadan ve Türkiye’den örneklerle anlatmaktadır. Türkiye gibi hassa coğrafyada bulunan bir ülkenin böyle kritik sorunları ülke çıkarların a uygun çözümlere ulaşmadı ancak gerçek bir demokrasiye sahip olması ile mümkündür. Bu kitaptan onun işaretlerini alacağınızı umuyorum. Aynı şekilde Çıkış yolu kitabım 19.yy’dan beri büyük devletlerin başka ülkelerde kendilerine yakın iktidarları işbasına getirmek için neler yaptıklarını anlatmaktadır. Ulusal Çıkarlar kitabımda bugün bazılarının küçümsemeye çalıştığı ulusal çıkarları koruma anlayışının bütün devletler tarafından nasıl öncelikle bir hedef olarak gözetildiği örnekleri ile vurgulanmaktadır. Geleceği yakalamak ve Türkiye’nin gücü kitapları ise küreselleşme akımlarının geliştiği bir dünyada Türkiye’nin çağa ayak uydurması için neler yapması gerektiği yine dünyadan örneklerle anlatılmalıdır. Bu kitapları biraz önce anlattığım bilgiler dışında değerlendirmenizden memnunluk duyacağım. Bu vesile ile görüşlerimi dinleme fırsatını bana verdiğiniz için teşekkür ediyorum.
Bu belge Konferanslar, Konuşmalar arşivinde bulunmaktadır.