Bursa Basın Toplantısı – Demokratik Açılım Hakkında

CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in
Bursa Basın Toplantısı
7 Kasım 2009
Değerli arkadaşlar, sizlerle yeniden birlikte olmak benim ve arkadaşlarım için memnunluk vesilesidir. İsterseniz öncelikle birkaç cümle ile Türkiye’nin gerçek gündeminden bahsedelim. Çünkü sizin de gördüğünüz gibi İktidar, sürekli olarak gündemi değiştirmek, halkın en önemli ve acil meselelerini unutturup, başka konular ortaya atmak ve zaman zaman kurt masalları uydurmak yöntemlerini seçiyor. İşin gerçeği şudur ki, halkımızı yakından ilgilendiren ekonomi, işsizlik ve toplum hayatını ilgilendiren sosyal konularda ülkemiz maalesef çok ciddi bir gerileme içerisindedir.

Biz bunu siyasi bir tespit olarak değil, delillere ve gerçeklere dayalı bir saptama şeklinde yapıyoruz. Bu tespitlerimizi birkaç gün önce yayınladığımız kitabımızda da ortaya koyduk. Bu kitabı incelerseniz, ülke ekonomisinin ve Türkiye’nin nereden nereye geldiğini görebilirsiniz. Sizlere birkaç çarpıcı örnek vereceğim, sonra değerlendirmeleri siz kendiniz yapabilirsiniz. Ayrıca Türkiye’ye suni gündem olarak yerleştirilmek istenen bazı konular hakkındaki görüşlerimizi sizlerle paylaşacağız.

Değerli arkadaşlar, kalkınma hızımız gittikçe düşmektedir. 1950’den bu yana geçen her on yıldaki kalkınma hızımız, diğer yıllarla mukayese edildiğinde en düşük kalkınma hızının AKP döneminde gerçekleştiği görülmektedir. 1950 – 59’dan itibaren % 6.9 olan on yıllık ortalama kalkınma hızı, AKP İktidarı döneminde % 3.6’dır. İşte, Türkiye’nin geldiği durum açıkça ortadadır. AKP İktidarı döneminde kalkınma hızı hızla düşmektedir. 2004 yılında Türkiye’nin kalkınma hızı, daha önceki dönemden kazandığı bir ivmeyle % 9.4’e yükselmişti. Sonraki yıllarda ise giderek düşüşe geçti ve en son 2007 yılında % 4.6, 2008 yılında % 0.9 ve 2009 yılında tahmini % -6’ya geriledi. Savaş yıllarından beri böyle bir durumu hiç görmemiştik. İşte, bu İktidarın ekonomik durumunun sonucu budur.

Diğer taraftan sanayi üretimi de hızla düşmektedir. Elimizde bazı rakamlar var fakat hepsinin size anlatmayacağım. İftiharla söylediğimiz “Dünya ülkeleri arasındaki yerimiz sürekli yükseliyor” sözlerinin cevabı bu kitapta vardır. 2004 – 2005 yıllarında Türkiye, gelişmekte olan ülkeler ortalamasından daha yüksek bir kalkınma hızı sağlamışken, sonraki yıllarda sürekli olarak düşüş göstermiştir. Ayrıca 2006, 2007, 2008 ve 2009 yıllarında ve tahminlere göre 2010 yılında Türkiye, gelişmekte olan ülkelerin ortalamalarının çok altında bir performans gösterecektir.

Bu İktidar iş başına geldiğinde Türkiye, kalkınmakta olan 146 ülke arasında 29. sıradaydı. Şimdi ise kalkınma hızı açısından listede 136. sıraya geriledik. Ayrıca üye olmakla övündüğümüz G-20’lerdeki sıralamamız 3. sıradan 17. sıraya düştü. Değerli arkadaşlarım, buna benzer pek çok rakam var ve bunlarla fazla zamanınızı almak istemiyorum ama çok dikkat çekici gelişmeler olduğu için bunları sizlerin bilgisine sunmak istedim.

Bunun yanı sıra, işsizlikte ciddi artışlar var. Size Bursa ile ilgili resmi rakamları vereyim; 2009 yılının ilk on ayında Bursa’da 41.704 kişi işini kaybetmiştir. 2008 yılında zaten 56.673 kişi işini kaybetmişti. Yani şu andaki rakamlar itibariyle, iki yıldaki işsizlik sayısı 100.000’i aşmıştır. Bu, aynı zamanda Türkiye’nin genel tablosunu da yansıtmaktadır. Çünkü Bursa, Türkiye için önemli bir göstergedir.

Size ilginç bir şey daha söyleyeyim. Devletin koloni, ticaret, maliye kalemlerinden biri,  kaynağı bilinmeyen net girişlerdir. Bunlar, hesap hatası ya da herhangi bir kategoriye sokulamaması sonucunda oluşan girişlerdir. Bu girişler, bazı yıllarda bir milyar dolar, bazılarında sıfır da olabilir. 2007 yılında 1.6 milyar dolar, 2008’de 1.9 milyar dolar olan girişler, 2009 yılında birdenbire 14.6 milyar dolara ulaşmıştır. 14.6 milyar dolarlık bir para ülkeye girmiş ama bu kadar büyük meblağlarda bir paranın, ülkeye nereden geldiği bilinmemektedir. Yani kaynağı belli değildir. Bu durum son derece düşündürücüdür. Gayet tabii ki, bunların peşine düşüyoruz ve Hükümetten bu tür gelişmelerin hesabını soruyoruz.

Değerli arkadaşlarım, genel tablo budur. Ancak Hükümet, halkın gerçek gündemi hissetmemesi veya unutması için suni gündemler yaratmaktadır. Maalesef bu suni gündemlerle her defasında hem kendilerini, hem de ülkemizi çok ciddi sıkıntılara sokuyorlar. Bu gündemlerden biri Ermeni açılımıdır. Biz bu açılımın daha şimdiden Türkiye’ye çok şeyler kaybettirdiğini vaktiyle de söyledik, halen de söylemeye devam ediyoruz. Türkiye’nin on yedi yıldan beri yürüttüğü bir politikası vardı. Buna göre, Ermenistan, işgal ettiği Yukarı Karabağ topraklarından çekilmedikçe, biz bu sınırı açmayacaktık. Bu politika, Ermenistan üzerine büyük bir baskı oluşturuyordu. Aynı zamanda Azerbaycan’ın işini kolaylaştırıyordu. Çünkü Azerilerin dünyada bizden başka güvenecekleri bir ülke yoktur. Azerbaycan’la her zaman “bir millet, iki devlet” politikasını benimsemiştik. Azerbaycan, bizim için dostun ötesinde, kardeş bir ülkedir.

Şimdi bu açılımla Azerbaycan’ı karşımıza aldık ve Azerilerle olan ilişkilerimizi bozduk. Bunun son örneği de Bursa’daki maçta yaşanan bayrak krizidir. Valilik kararı ile Azeri bayraklarının stada alınması engellendi. Olacak iş değil. Ben bu kararı geri alması için Valiye bizzat kendim söyledim. Atatürk, İzmir’i kurtardıktan sonra ayaklarına serilen Yunan bayrağına basmamıştır. Çünkü bayrak bir milletin şerefidir. Atatürk düşman bayrağına bile saygı gösterirken biz en yakınımız, kardeşimiz olan bir ülkenin bayrağına saygı göstermeyip o bayrağı stada almıyoruz. Bu örneği görülmemiş ve son derece utanç verici bir olaydır. Azeri kardeşlerimiz bu gelişmeden dolayı son derce rahatsızlık ve üzüntü duymuşlardır. Azeri yetkililer birkaç gün önce bize yaptıkları bir ziyarette çok kırıldıklarını açık bir şekilde ifade ettiler. Peki, siz bütün bunları neden yaptınız?  Çünkü baskılara direnemediniz ve bu protokolleri imzalamak zorunda kaldınız.

Genel Başkanımız en başından beri, bu anlaşmaların imzalanmaması konusunda Hükümeti uyarmıştı. Şu an gelinen noktada ise Ermeni yetkililer, Karabağ’dan çekilmeyeceklerini, çünkü protokolde böyle bir hükmün olmadığını bildiriyorlar. Bu nedenle de bir an önce metni onaylaması için Türkiye’ye baskı yapıyorlar. Fransa’nın İsviçre Büyükelçisi ve aynı zamanda meşhur bir şarkıcı olan Ermeni asıllı Charles Aznavour, Türkiye’den toprak talep ettiklerini açıkça dile getiriyor. Diğer taraftan Ermeni Patriği, Türkiye’den tazminat istediklerini söylüyor. Şu an geldiğimiz nokta işte budur. Sıfır ihtilaf politikası yürüterek tüm bu sorunlardan kurtulacağımızı düşünenler varsa çok yanılmaktadırlar. Çünkü bunun adı sıfır ihtilaf politikası değil, sıfıra sıfır, elde var sıfır politikasıdır.

Neticede, Türkiye büyük bir zarara uğramıştır. Kaş yapayım derken göz çıkarılmıştır. Bırakınız bir ihtilafı gidermeyi –ki onu da çözemediniz- kardeşimiz ve en yakın dostumuz olan Azerbaycan’la ilişkilerimizin bozulmasına neden oldunuz. Böyle bir politika olabilir mi? Karşı taraf şimdi bize “Karabağ’dan çekilirsek Ermenistan’da ihtilal olur, Hükümetimizi devirirler. Bu yüzden bu işgali kaldıramayız” diyor.  Peki, siz Hükümet olarak bütün bunları baştan beri nasıl düşünemediniz? Karabağ’dan çekilme hükmünü neden anlaşmaya koyduramadınız? Bu hükmü anlaşmaya koyduramadıysanız, metni neden imzaladınız? Ne gibi bir zorunluluğunuz vardı?  Belli ki İktidar, baskılara direnememektedir.

Değerli arkadaşlarım, sizin de bildiğiniz gibi, bu açılımın yol haritası 2001 yılında, Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın telkini ile oluşturulan Türkiye – Ermenistan Yakınlaştırma Komitesi tarafından hazırlanmıştır.  O komite, 2004 yılına kadar çalışıp her iki ülkenin hükümetlerine bazı tavsiyelerde bulunmuştur. Bu tavsiyelerin, Amerikan Temsilciler Meclisi’nde yapılan konuşmalarda açıklandığını biliyoruz. İstedikleri ise Türkiye’nin sınırları koşulsuz olarak açmasıdır. Şimdi Hükümetin yaptığı maalesef budur. Dolayısıyla biz, gerçekten büyük endişe duyuyoruz.

Geçen hafta başında Ankara’da yapılan toplantıda, Avrupa Birliği yetkilileri ve Avrupa Parlamentosunun Türkiye Raportörü, Türkiye’nin hiçbir koşul öne sürmeden sınırları açması gerektiğini açıkça söylediler. Demokratik açılım adını verdikleri Kürt açılımı da buna benzer bir olaydır. İşin ilginç tarafı, Türk – Ermeni Yakınlaştırma Komitesinin başkanı olan zat, aynı zamanda Kürt açılımı ile ilgili raporları yazan kişidir. Aynı zamanda Atlantic Council adında bir sivil toplum kuruluşunun yöneticisi olan bu kişi, biri 2007 yılında, diğeri 2009 yılında olmak üzere iki tane rapor hazırlamıştır. Şimdi Kürt açılımı konusunda atılan adımlar, o raporlarda yazılanların birebir uygulamasıdır.

Sayın Başbakan, zamanında yaptığı konuşmalarda, DTP terörü lanetlemedikçe, kendilerinin bu parti ile görüşmeyeceklerini söylüyordu. Raporda yer alanlara göre ise, Başbakanın DTP ile görüşmesi gerektiği ifade ediliyor. Sonuç olarak Erdoğan, DTP ile görüşmelerde bulunmuştur. Raporda, Türkiye’den dağdaki teröristleri affetmesi de isteniyor. Buna göre dağdaki teröristler sorgusuz, sualsiz serbest bırakılıyor. “Efendim, onlar suç işlememişlerdir” deniliyor. Peki, bunu nereden biliyorsunuz? Dağlıca ve Aktütün saldırılarını düzenleyenlerin kimler olduğunu biliyor musunuz da gelenlerin onlar olmadığını iddia ediyorsunuz? O halde siz terör örgütünün verdiği bilgilere istinaden mi hareket ediyorsunuz?

Terör örgütü mensubu olduğunu açıkça ilan eden ve terörist kıyafetleriyle ülkemize gelen, ayrıca pişman olmadığını söyleyen, zafer işareti yapan insanlar sorgusuz sualsiz serbest bırakılmışlardır. Buna mukabil, terör örgütü üyeliğinden şüphelenilen orgeneraller, gazeteciler, profesörler ve birtakım saygın insanlar aylardır, yıllardır cezaevinde tutulmaktadırlar. İşin ilginç tarafı, bütün bunların aynı ülkede, aynı hukuk sistemi içersinde yaşanmasıdır.

Devletin hakim, müsteşar ve valisini teröristlerin ayağına götürüp onları karşılamaya ve teröristlerin orada gösteri yapmalarını sağlamaya izin var ama bütün bu olaylara seyirci kalmayıp tepki gösteren şehit ailelerine tahammülünüz bile yok. Ankara Sıhhiye’de gösteri düzenlemek isteyen şehit ailelerinin üzerine polis kuvvetlerini salıyorlar. Elinde bayrakları ile Meclise girmek isteyen insanların, ellerinden bayraklarını almaya kalkışıyorlar. Bütün bunlar dünyanın neresinde görülmüştür? Diğerleri ellerinde PKK bayrakları ile terör örgütüne mensup insanları karşılıyorlar ve bundan ötürü herhangi bir tepki almıyorlar, öte yandan şehit ailelerinin elindeki Türk bayrakları alınıyor. Bu nasıl bir devlet anlayışı ve yönetimidir?

Değerli arkadaşlarım, Türkiye’de maalesef işler çivisinden çıkmıştır. Bunu herkesin böyle bilmesi ve görmesi gerekmektedir. Bu anlayış böyle devam edemez. Yani hukuku, kendi isteğinize göre kullanmaya çalışır ve siyasallaştırırsanız, yargının bağımsızlığını ayaklar altına almış olursunuz. Böyle bir ortamda demokrasiden söz edilemez. Hukuku bağımsız olmayan bir ülke demokratik bir ülke değildir. Size daha öncede söylediğim gibi, Türkiye yargı bağımsızlığı konusunda dünya ülkeleri arasında 64. sıraya düşmüştür. Başbakanın çok sevdiği Davos Ekonomik Forumunun rakamlarına göre hiç demokratik olmayan pek çok ülkenin mahkemeleri bile bizden daha bağımsızdır. Düşünebiliyor musunuz? Yani Türkiye’nin şu an geldiği nokta burasıdır.

Terör örgütü lideri zat, müebbet hapse mahkum bir kişi olmasına rağmen, avukatları aracılığıyla her an siyasetin içerisindedir. Türk siyasetinde hakem rolü üstlenmiş, yani politikayı idare eden sanki odur. Başbakanın burada görüştüğü bazı siyasetçiler de bunu onaylar şekilde, bu meselelerin çözümünde onu muhatap almamız gerektiğini söylüyorlar. Dolayısıyla İmralı, Kandil ve bunların Meclis ayağı arasından su sızmıyor. Bir terör örgütü muhatap alınırken, o bölgede yaşayan ve tüm bu sıkıntıları çeken sade vatandaşın ne dediğine ise kulak asılmıyor. Bunlar şu an yapılmakta olan hatalardır ve bu yanlışlardan zaman kaybetmeden vazgeçilmesi gerekmektedir.

Efendim, Hükümetin bu konular üzerine görüşleri açıklanacakmış. Peki, görüş açıklamak için seçilen gün ne zaman? 10 Kasım. Diğer günler çuvala girdi de bu günü mü seçtiniz? Bildiğiniz gibi 10 Kasım Türkiye için çok önemli bir tarihtir. Siz ise Atatürk’ün yapmış olduğu şeylerin tam tersini yapmayı duyurmak için bu tarihi seçiyorsunuz. Bunun başka bir izahı olabilir mi? Atatürk, terörle böyle mi mücadele etti? Daha doğrusu Atatürk, terörle müzakere mi etti? Hem Atatürkçüyüm diyeceksiniz hem de Atatürk’ün politikalarına taban tabana zıt işler yapacaksınız. Bunu halka kabul ettirmek için de Atatürk’ün öldüğü günü seçeceksiniz. Düşünebiliyor musunuz? Bu kadar olamaz.

Tarihimize saygı göstermek hepimizin ortak görevidir. Atatürk’ü içinize sindiremiyorsanız bile saygı duymalısınız. Çünkü kendisi bu milletin kalbinde yaşıyor. 10 Kasım 1938 günü Atatürk’ün fani vücudu aramızdan ayrıldı ama fikirleri, idealleri bize bugün de ışık tutmaya devam ediyor. Başka ülkelerin de benzer politikalar güttüklerini iddia ediyorlar. Peki, kim yapmış? İngiltere’yi örnek veriyorlar. İngiltere’nin tarihine baktığınız zaman, teröristlerin silahları bırakmasının şart koşulduğunu göreceksiniz. 2005 yılında IRA terör örgütü silahlarını tamamen bıraktıklarını ilan ettikten sonra, İngiltere birtakım dolaylı temaslarla bu sorunu çözüm yoluna gitti.  Yine de tam anlamıyla çözmüş değildir, zaman zaman saldırılılar düzenlenmektedir. Fakat çözümün başlangıcında teröristlerin silahları bırakması vardır. Peki, sizin ülkenizde teröristler silahları bırakıyor mu? Böyle bir vaatleri var mı? Hayır. Çözüm bulunsa bile o bölgede silahlı güç olarak varlıklarını devam ettireceklerini söylüyorlar.

Değerli arkadaşlarım, bunlar gerçekten Türkiye gibi demokratik bir ülkede yaşanmaması gereken olaylardır. Daha söylenecek çok şey var ama bu konular bizim gündemimizi saptırmamalıdır. Türkiye’nin asıl gündemi, biraz önce size anlattığım olaylardır. Ancak Hükümetin bu konularda söyleyecek herhangi bir sözü yoktur. Tüm yaptığı, Muhalefeti suçlamak, her kötü olaydan dolayı Muhalefeti sorumlu tutmak, bunun yanı sıra Türk Silahlı Kuvvetlerinin itibarını rencide edici adımlar atmaktır. Bu çerçevede, ortada bir belge tartışmasıdır gidiyor. Elbette bu da son derece dikkat çekicidir. Askeri yargı, devletin ilgili sivil savcılıklarından belge istediklerini, ancak böyle bir belgenin kendilerine iletilmediğini ifade ediyor. Devletin ve yargının kuruluşları arasında böyle bir çekişme olabilir mi? Kanun ne diyorsa onu yapmak durumundasınız.

Bu belgeyi saklayan her kimse, belgenin aslını değil de fotokopisini gönderiyor. Belge elindeyse neden ulaştırmıyor? Bu süre zarfında aylar geçiyor ve aylar sonra Hükümet, gece yarısı yasalarıyla Mecliste adli yargı ile ilgili mevzuatı değiştirerek, adli yargının yetkilerini kısıtlıyor. Dört buçuk ay sonra da ne tesadüftür ki, ıslak belge olduğu iddia edilen belge ortaya çıkıyor. Bunun doğruluğunu ortaya çıkarmakla mükellef adli tıbbın başına, usullere aykırı bir biçimde, bu göreve yeni gelen ve bu işin uzmanı olmayan kişiler getiriliyor. Onlar da yüzde yüz kesinlikli bir görüş ortaya koyamıyor. Bırakın da gerçekler artık anlaşılsın.

Değerli arkadaşlar, bu işler ziyadesiyle rahatsız edici bir boyut kazanmaktadır. Ülkenin saygın kuruluşlarının itibarı her gün sarsılmaktadır. Buna karşı dur demesi gereken Hükümet de, maalesef öyle anlaşılıyor ki bu toplum mühendisliği işinin dışında değildir. Size son derece hazin bir olay anlatayım; Subay olduğunu iddia eden bir kişi, Genelkurmay Başkanlığının en gizli evrakının bulunduğu bölümden canlı yayın yapıyor ve sürekli bilgi geçiyor. Değerli arkadaşlarım, her mesleğin özellikleri vardır ve subaylığın, askerliğin en önemli özelliklerinden biri de cesaret sahibi olmaktır. Öncelikle kimliğinizi söylemeye cesaret etmelisiniz. Yüzünüzü örterek ve adınızı saklayarak, en üst düzeydeki askerleri ve Ana Muhalefet Partisini itham etmek, hiçbir belge ortaya çıkarmamak ne anlama geliyor?  Ne yapmak istiyorsunuz? Acaba bütün bu yapılanlar, bir kişinin tekelinde midir ya da bazı kişilerin bilgileri dahilinde mi gündeme gelmektedir? Ayrıca bu insanlar gerçekten asker midir? Bunları bilmiyoruz. Fakat bunların mutlaka açığa çıkarılması gerekir.

Biz defalarca açıkladık. Genel Başkanımız bu yönde ifadelerde bulundu. Biz Türkiye’de askeri darbeler döneminin kesinlikle bittiğini söylüyoruz. Askeri darbelerle, Türkiye’de yönetimi değiştirmek, artık Türkiye’nin tasavvur bile edemeyeceği bir konudur. Ayrıca bu girişimde bulunanlar varsa, bunların yakalanıp yargılanmalarını istiyoruz. Ama böyle müphem, kanıtsız ve meçhul birtakım insanların dilinden yapılan suçlamalarla Türkiye’nin kurumlarının tahrip edilmesine izin veremeyiz. 

Şimdi size, Bursa ili ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. Öncelikle, eski Belediye Başkanı Hikmet Şahin’ in vurulması olayından derin bir üzüntü duyduk. Kendisine geçmiş olsun diyor ve acil şifalar diliyoruz. Aynı zamanda ailesine ve bütün Bursalılara da geçmiş olsun dileklerinde bulunuyoruz. Vurulmasının sebebi ne olursa olsun, bu medeni bir ülkenin kabul edeceği bir şey değildir.

İkincisi, sizlere daha önce de birkaç defa söylediğim gibi, kum ocakları meselesidir. Denizin dibindeki kum kaynakları yasa dışı bir şekilde alınıp götürülmektedir. Bu konuda büyük bir duyarlılık göstererek, denizin dibinde  bazı çalışmalarda bulunduk ve orada nasıl büyük bir yolsuzluk yapıldığına şahit olduk. Şimdi memnuniyetle görüyoruz ki, bu konu adaletin pençesindedir ve bu işin sorumlularını tespit etmeye çalışmaktadır. Bu arada, maalesef İl Özel İdaresinde de görev yapan insanlar dahil olmak üzere çok sayıda insanın bu suç kapsamında tutuklandığını ve göz altına alındığını biliyoruz. Bu da işin ne kadar ciddi bir boyut kazandığını gösteriyor.

Biz CHP olarak, bu denetim görevimizi yalnız Ankara’da değil diğer illerimizde ve Bursa’da özellikle yapıyoruz. Bursa’da gerek İl, İlçe Meclisinde gerek Belediye Meclisindeki arkadaşlarımız, milletvekillerimiz büyük bir dikkat ve gayretle bu konuyu sürekli gündemde tutmaya devam ediyorlar.

Başka bir konu ise daha önce soru önergesi de verdiğim Uludağ’da bazı ormanlık alanların durumu konusudur. Bu ormanlık alanlar geniş brandalarla çevrelenmişlerdir. Yani insanları tesettüre soktukları yetmiyormuş gibi ağaçları da tesettüre sokmuşlar. Yirmi beş-otuz ağaçlık bir bölgeyi çevreleyip, içine bir karavan koymuşlar ve ormanın o bölümüne sahip çıkmışlar. Uludağ’da buna benzer çok sayıda  orman parsellenmesi gördük. Biz ilgili Bakana konuyla ilgili soru önergesi verdik. Fakat gelen cevapta böyle bir şeyin olmadığı ve buna müsaade edilmediği söyleniyor. Değerli arkadaşlar, sizlerle birlikte acaba orada hayal mı gördük ya da ben mi hayal gördüm, bilmiyorum. Bir Hükümetin en yapmaması gereken, gerçekleri inkar etmektir. Siz   herkesin gözünün önündeki bir gerçeği inkar ediyorsanız, diğer söylediklerinize de kimseyi inandıramazsınız. Buna kurt masalı derler. Yani gözünüzün önündeki bir olayı resmen inkar ediyorsunuz. Niçin? Çünkü “Uludağ’da devletin nizamlarına, kurallarına karşı uygulama yapanları göz ardı ediyoruz” diyemedikleri için inkar yoluna gitmektedirler.
Yaptıkları başka bir şey ise, Uludağ’da ki sit alanlarını birinci dereceden ikinci dereceye düşürmektir.  Peki, neden? Belli ki oraları da eşe dosta parsellemek niyetindeler. Fakat biz bunların da takipçisi olacağız. Türkiye’nin en gözde mekanlarından biri olan Uludağ’ın manzarası perişan bir haldedir. Oteller yıkık dökük bir vaziyette, her yer bakımsızdır. Niçin? Hükümet otel sahiplerine bunları yıkacağına dair tebligat göndermiş. Dolayısıyla insanlar bölgede herhangi bir tadilat yapmıyorlar. İşte, Türkiye’nin ve Bursa’nın incisi Uludağ, perişan bir durumdadır. Şimdi yapılan ise Uludağ’ın sit alanı özelliğini indirerek Hükümete yakın eş dostlara yatırım imkanları yaratmaya hazırlamaktır. Görünen köy kılavuz istemez. Volfram madenini kapatmışlar, oradaki tesisleri buldozerlerle yıkarak yerle bir etmişler. Dünyanın en değerli madenlerinden biri olan volfram tesislerinde bir gram maden bile çıkarılmıyor. Bursa’da pek çok kişiye iş sahası yaratacak, ülkemize milyonlarca dolar gelir sağlayacak bu tesis şu anda kapalı ve atıldır. Bununla da yetinmeyerek tesisin binalarını da yıktılar. Bunlar yanlış uygulamalardır.

Bursa ile ilgili değinmek istediğim başka bir konu daha var. Bildiğiniz üzere TMSF, Olay Gazetesi ile Olay TV’ye el koymuştu. TMSF’nin el koyduğu dönemde devletin, bu yayın organlarının en tarafsız ve adil, İktidar ve Muhalefet arasında eşit bir şekilde faaliyet yürütmeleri için gayret göstermesini bekliyorduk. Dolayısıyla, şimdi devletin bu çalışmalarından çok memnun olduğumuzu söyleyemeyiz. Şimdi Olay Medya’yı tekrar özelleştirecekler. Bir süre önce ihaleye açtılar ve muhammen bedelini 37 milyon dolar olarak açıkladılar. Şimdi ise yeni bir ihale açarak bedelini 25 milyon dolara indirmişler. Peki, bir ay içinde bu 12 milyon dolarlık düşüş nereden kaynaklanıyor? Önce mi yanlış hesap ettiniz yoksa şimdi mi yanlış bir iş yapmak istiyorsunuz? Sabah ve ATV ihalesinde olduğu gibi bunun da alıcısı belli olduğu ve bu alıcının daha fazla para vermesi mümkün olmadığı için mi bedeli düşürüyorsunuz? Nedir bu yapılan işler?

Basına karşı yapılanların haddi hesabı yok. Doğan Medya Grubuna yapılanları defalarca anlattık. Şimdi de yerel basın üzerine aynı oyunları yapıyorlar. İnanıyor musunuz ki, ihaleyi alacak olan firma İktidarı eleştirmekten çekinmeyecek, basın özgürlüğüne tam saygılı ve tarafsız yayıncılık yapacak? Daha önceki ihaleleri gördük, bu defaki de çok farklı olmayacaktır. Bu ihale, Sabah ve ATV ihalesinin yerel düzeydeki bir tekrarından ibaret olacaktır. Bu, şimdiden hissediliyor. Kimlerle pazarlık edildiğine dair çeşitli rivayetler var. Bunları söylemek istemiyorum ama değerli arkadaşlarım, bu son derece yanlış bir iştir. Sizin vasıtanızla Hükümeti bir kez daha uyarıyoruz: Bu yollara başvurmayın. Siz zaten gidicisiniz. Şimdiye kadar yaptıklarınızın bile hesabını veremeyeceksiniz. Şimdi yapmakta olduklarınız ve bundan sonra yapacaklarınızın hesabını ise hiç veremeyeceksiniz. Bu yoldan dönün. Bu yol sizi bir yere götürmez. Bu yöntemlerle İktidarda kalamazsınız. Bunlarla İktidarda kalmayı ümit ediyorsanız başarı şansınız yoktur.

Değerli arkadaşlarım, son olarak şunu söyleyeyim ki, bu açılımların arkası gelecektir, haberiniz olsun. Pek yakında önümüze Kıbrıs açılımı çıkaracaklardır. Hemen arkasından da Ege açılımı gelecektir. Türkiye’nin yıllardan beri savunduğu tezlerini, haklarını ve çıkarlarını feda edecek anlaşmaları müzakere ediyorlar. Hükümet, bizim açımızdan kabul edilmesi mümkün olmayan ve bizim için olumsuz öneriler içeren Kofi Annan Planının onaylanmasını önerirken, bundan geriye gidemeyeceğimizi ve Kıbrıs konusunda en son noktamızın bu plan olduğunu söylemişti. Sonrasında ise Kıbrıs Rum lideri Hristofyas, Kofi Annan Planının ölmüş bir plan olduğunu ifade etti. Şu anda kendileri için Kofi Annan Planından daha iyisini müzakere ediyorlar. Siz de onlarla masaya oturup tek devlet, tek egemenlik ve tek halk üzerine yapılan bu müzakereleri sürdürüyorsunuz. Türkiye’nin şimdiye kadar savunduğu bütün görüşleri bir tarafa bırakarak müzakere ediyorsunuz. Yakında bunu önümüze getireceklerdir.

Bu müzakereleri yürüten Kuzey Kıbrıs Türk Kesiminden üst düzey bir yetkili geçenlerde yaptığı bir açıklamada, KKTC’nin bağımsızlık ilanı sırasında gözlerinin yaşardığını söyledi. Biz bu göz yaşlarının sevinç göz yaşları olduğunu düşündük ama meğerse üzüntüden gözleri yaşarmış. Ankara’daki Hükümet, bu kişi vasıtasıyla müzakerelerin sonuçlandırılmasını istediğini ve bu kişinin kabul ettiği her şeyi, Kıbrıslı Rumlar ile Türklerin kabul ettiği her şeyi kabul edeceğini söylüyor. Hangi yetkiyle bunu kabul edeceksiniz? Bu yetkiyi kimden aldınız? Siz Meclis misiniz? Meclis adına konuşma yetkiniz var mı? Daha önce TBMM tarafından onaylanan Londra ve Zürih Antlaşmalarının yerine yeni bir antlaşma yapılacaksa, siz Hükümet olarak bunu onaylama yetkisine sahip misiniz? Bunu nasıl söylersiniz? Göreceksiniz, yakında Kıbrıs açılımı gündeme gelecektir. İşte o zaman  bu sıkıntıları yeniden yaşayacağız.

Değerli arkadaşlarım, az önce de belirttiğim gibi bu Hükümet gidicidir. Bizim bütün temennimiz bu Hükümet giderken daha fazla tahribat yapmadan gitmesidir. Ekonominin durumu, işsizlik ve diğer alanlardaki tüm sıkıntılar düzeltilebilir. Başka bir iktidar gelir ve bu hataları düzeltir. Ancak dış politikadaki hatalar düzeltilemez. Yapılan antlaşmaları değiştirmek kolay değildir. Çünkü antlaşmalar uluslararası nitelik taşır.

Ermeni meselesi, Kıbrıs sorunu ve Ege hakkında yapacakları bunlardır. Bunun adına sıfır ihtilaf politikası diyorlar. Değerli arkadaşlarım, bugünkü uygulamasıyla sıfır ihtilaf politikasının gerçek anlamı, teslimiyet politikasıdır. Haberiniz olsun, şimdiden söylüyoruz ki, bu yol Türkiye’yi teslimiyete götürür. Ancak savaş kaybeden bir ülke başkalarının dikte ettiği ve zorla kabul ettirdiği tavizleri tek taraflı olarak verir. Bugün sizin yaptığınız maalesef budur. Çünkü dış baskılara direnemiyorsunuz ve “Bizi delikten aşağı süpürmeyin, bizi kullanın” diye kendiniz söylüyorsunuz. İşte bu politika maalesef sizi ve memleketi bu noktaya getiriyor.

Çok teşekkür ederim.


Bu belge Basın Bültenleri arşivinde bulunmaktadır.